İDEAL VE İDEOLOJİ
18 Ekim 2006
İlim nasıl ilk şüpheden doğdu ise, bir topluluğun kaderi önünde fışkıran ilk ıztıraptan da ideal doğmuştur. O kaderin önünde kendisini unutan; kendi kaderini, topluluğun kaderine katan, karıştıran insanın, “idealizm”i, gözlerini açmış demektir.
Toplulukların kaderi ayrı ayrı köşelerden, ayrı ayrı ruh hâletleriyle mütalâa olunabilir. Bir paganist, hâkim Allah’ın birliğine inanmış bir mümin, bir komünist, bir materyalist, bir milliyetçi toplulukların kaderi önünde aynı görüş zaviyesinden, aynı ruh hâleti ile bakmaz.
Cemiyetlerin kaderi önünde, şuuruna varılan ıztırapları, bu ıztırapların doğurduğu sorguları, karşılıkları ifade için kullanılan ideal kelimesi, şöyle on beş-yirmi yıl var ki, ideoloji kelimesini kendisine rakip çıkmış buluyor.
Gerçekten de; dikkat edilirse, topluluğun önünde ıztırap çeken, soran, karşılık bulan, çare arayan bir kısım insan için “compromis” denen şey yoktur ve ideal “compromis” denen fedakârlığı tanımaz. Bir paganist hâkim gibi bir mümin için de, şartlara bağlı iyman yoktur. Bir Sokrat’ın, bir Epiktetos’un felsefesi (compromis) tanınmamıştır. Bir St. Pierre, bir Hz. Muhammed için iyman pazarlık götürmez. İdealist bütün hareketlerini, inandığı şeye uydurur. Onun işiyle içi arasında ayrılık, aykırılık bulunmaz. İdeale bu bütünlüğü veren şey; ondaki metafizik taraftır. İdeolojide metafizik yoktur.
Zamanımızda hiçbir yerde ideal türemiyor. Cemiyetin çimentosu işini görmüş olan idealler ortadan kalkmış bulunuyor. Epiktetos gibi bir esiri, bir Roma İmparatorundan büyük kılan; yahut Markus Aurelyus gibi bir Roma İmparatorunu, kendi gönlüyle bir esirin haline inecek kadar ulvîleştiren felsefe ideallerine artık yol kapalıdır.İnsanı; her şeye kadir ve ebedî bir Allah’a, O’nun peygamberine, onların dünya yüzünde gölgesi, vekili olan hökümdara bağlayan din ideali; Musa ile, Sokrat ile, Plotin ile duyulup ilk çerçevesine girmiş; İsa ile, Hz. Muhammed ile son şeklini bulmuş ve şimdi yok olmuştur.
Hökümdarlarda başlayıp Tanrı’ya giden din bağı, bütün insanlara yöneliyordu, bütün insanlara aitti. Bu bağ, bütün insanlar için müşterek olan şu müthiş suallere cevap bulmaktaydı: Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Neden halkoldum? Ne olacağım? Hayat nedir? Ölüm nedir? Dinin bunlara verdiği cevap, biliyorsunuz ki insanları asırlarca teselliye, tatmine kavuşturdu. Bu yüzden de büyük beynelmileliyetlerin doğmasına sebep oldu: Hıristiyan beynelmileliyeti, İslâm beynelmileliyeti, bir bakımdan Budizm böyledir. Bu beynelmileliyetlerin, yokarıdaki insan sorgularına verdiği cevaplar; onların metafiziğini, mistiğini meydana getiriyor, bu mistik ve metafizik de dinlerin keskin kuvveti oluyordu. Bu mistiğin insana, mümine vaat ettiği şey; bu dünyada çekilenlerin hepsini ödeyen, hepsini unutturan bir ebediyetti. Allah’la bir olacağı o gün için insanın katlanamayacağı şey yoktu. Zaten bu şey, mutlaka geçici idi.
19. ve 20. asır, insanlığın bütün sorgularına bu dünyada cevap vermek iddiasıyla ortaya atılınca, hep öbür dünyanın ebediyetine cevap arayanlar sarsıldı. Müsbet ilim ilerleyip kâinatın sırlarını birer birer çözmeye başlayınca bu sarsılma mânevi bozgun halini aldı. Bütün içtimaî ve ahlâkî meseleler; ferdin cemiyetle, cemiyetin hökümdarla, cemiyetin cemiyetle, hökümdarların hökümdarlarla münasebetleri, az veya çok, hep öbür dünyanın vaat edilen ebediyeti üzerine kurulmuştu. Müsbet ilmin getirdiği bozgun üzerine bütün bu münasebetler altüst oldu. Artık ne “cité”nin kanununa aykırı düşmemek için kaçmayı reddederek zehiri içen Sokrat; ne dinin manâsına hörmet ettiği için Muâviye’ye yenilen Ali, ne Halifenin atını yeden bir böyük Tuğrul yoktur. Materyalist tarihçi için, bugün; cemiyetleri yerinden oynatan o böyük manâlı âmillerin anlaşılması bile imkânsızlaşmıştır.
Zamanımızda, bütün insanlığın malı olan, bütün insanlığa hitap eden, sesini de duyuran idealleri, bu iytibarla, artık bulmuyoruz. Bütün insanlığa hitap eder görünen günümüzün en yeni “beynelmilelciliği”, buradaki geçimlerimiz zorluklarını bile yenemeyen bir iktisat görüşü ve bir (sınıflar düşmanlığı) sınırını aşamıyor.
Devrimiz idealist yetiştirmiyor, ideal yaşatmıyor. Bu devirde ancak ideolojilerden bahsetmek mümkündür. Her yeni harp, insanlığı daha küçük bölümlere ayırıyor; tekler daha hotbin oluyor, ve bütün dünya çerçevesine giren ıztıraplar siliniyor. Bâzen, “compromis” tanımadan bir cemiyetin saadeti yoluna kendini veren tekler görüyoruz. Onları bu bakımdan idealist olarak anmamak yanlış olur. Dünya durdukça, “compromis” tanımayan böyle idealistler varola gelecektir de. Benim söylediğim; bütün bir kütleyi, bütün dünya ölçüsünde ayağa kaldıran bir idealin ıztırabı, bunun yokluğudur.
İdeolojilerin kuvveti nereden geliyor? Bu kuvvet; onların realitelerden doğup realitelere dayanmasından; her yerin, her topluluğun realitesine uymasından böylece, hakikat haline sokacakları fikirlerin muvaffak olmasını bu dünyada görmek imkânından, kısaca; cennetlerinin, cehennemlerinin bu dünyada görülebilir olmasından doğuyor.
Bu imkân, ideolojisi bulunan topluluğun arasındaki bağı, çimentoyu meydana getirmektedir. Bir cemiyetin insanlığa verebileceği şeyler hakkında, ideolojinin ölçü olmasının sebebi de işte onun bir “ressort= yay” hizmeti görmesindendir.
Gerçekten de; bir ideolojinin değeri, ehemmiyeti kendisinin bizzat barındırdığı fikirler manzumesinden ileri gelmiyor. Bu fikirler manzumesi reddedilmez, fenâ bulmaz, yanılmaz hakikatlar saklamayabilir. Bir ideolojinin değeri kütleleri sürükleme kudretinde, imkânında, kütlenin vicdanını coşturmasında, kütlenin geleceğini, talihini âdeta tayin etmesindedir. Zaten; ideolojini bu kudreti, bu imkânları olmasa, o kütle, geçici menfaatlerin esiri olan muvakkat birikintilerden başka şey olmaz.
İster demokrasiyi, ister terakkiye iymanı, ilme iymanı, ister geniş mezhepliliği, ister bütün insanların kardaş olduğuna dayanan insaniyetçiliği, ister milliyetçiliği… ele alınız. Bütün bunlar; fert egoizminin, iktisadın ve maddeciliğin; cemiyet içinde sürekli anarşi, artsız artan hınç, kin yaratmasını önlemektedir. Çünkü bizzat bu dağıtıcı faktörleri, o ideolojiler, herkese ait bir manâ ile kaplayarak birleştirici temeller haline getirmekte, tekleri birbirine bağlayıcı faktör olmaktadırlar.
An’anelerin yıkıldığı, politik ve sosyal temayüllerin birbirini tutmadığı, menfaatlerin o kadar amansız, o kadar şiddetle çarpıştığı bu içtimaî depremler devrinde, ideolojilerin göçmesi büyük tehlikeler yaratabilir. Bu tehlikelerden sıyrılmak için değil midir ki milletler bazen milyonlarca insanı, milyonlarca serveti vermek zorunda kalıyor.
Gerçi şimdi –hiç olmazsa dört ayrı devirde, dört ayrı idare altında yaşamış ve bahtiyar olmuş- öyle hinoğluhin insanlar bulursunuz ki ideoloji ile alay eder, “ideolok” diye dudak kıvırır. Bu alay etme, bu dudak kıvırma, o dört ayrı devrin tadını çıkaran bu karışık adamların idealist olduğunu göstermediği gibi; bugün, idealler yerine ideolojilerin höküm sürdüğünü de reddetmeye yetmez.
İdeolojilerin şimdi ideallerin yerini tuttuğuna kızmak neye yarar? Bunu tarafsız bir laboratuar adamı gibi görüp ona göre içimizi dışımıza ayarlamak daha uygun olmaz mı? Hele, zamanımıza hökmeden ideolojileri, hiç olmazsa onlardan bir kaçını, mümkün olduğu kadar eyi bir tahlilden geçirmek mensup bulunduğumuz cemiyetin manâ âlemini durultmaya yarayan başlıca hizmetlerden sayılmaz mı? ….
Remzi Oğuz ARIK
Türk Milliyetçiliği, sh:102-106