« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Mar

2007

NEVRUZ GELENEĞİ

Prof. Dr. Abdulhaluk M. Çay 01 Ocak 1970

Bilindiği gibi milletleri meydana getiren en önemli unsurlardan birisi de kültürdür. Bir milletin bütün sanat faaliyetlerinin, inançlarının, örf ve adetlerinin, fikir, yaşayış ve davranışlarının tümü o milletin kültürüdür. İnsanın yaratılışı ile başlayan kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır.

Milletlerin teşekkülünde önemli bir yer tutan gelenekler, tarihi kesin olarak tesbit edilemeyen dönemlerden günümüze kadar intikal etmişlerdir ve bu özelliği ile millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardır.

Bayramlar da hemen her millette görülen ve toplumun her ferdi tarafından benimsenen ortak adetlerdendir. İslamiyeti kabul etmiş olan ilk konar-göçer Türk toplulukları bayram gibi birçok adetlerini devam ettirmişler, bunları büyük bir coşkuyla kutlayagelmişlerdir. Bu bayramların içinde hiç şüphesiz kışın soğuğundan, zorluğundan kurtulup, baharın yeşilliğini ve canlılığa geçişini simgeleyen bahar bayramları oldukça önemli yer tutar. Tarihin en eski dönemlerine kadar inildiğinde, Türk topluluklarında bahar bayramları ile ilgili geleneklerin oldukça çeşitli ve yaygın olduğu görülmektedir. Doğu Türkistan'dan Balkanlar'a kadar Türk toplulukları tarafından binlerce yıldır kutlanan ve halen kutlanmakta olan Nevruz da bu geleneklerden biridir.

Milletimizi birbirine düşürmek için gayret sarfeden düşmanlarımız, Nevruz geleneği gibi Türk Milleti'nin geçmişinde var olan ve halen yaşatılan bu adetleri, gelenekleri, Türk Kültürü bünyesinden koparmak istemektedirler.

Oysa Nevruz geleneğinin, bahar geleneği ile ilgili olarak Anadolu'nun her tarafında, Elazığ'da, Diyarbakır'da, Kars'ta, İçanadolu'da, Kıbrıs bölgesinde, Balkanlar'da, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar'larda, hatta Saha bölgesine kadarki Türk gruplarında da kutlanageldiğini gösteren elimizde oldukça geniş bilgiler vardır.

Farsça bir kelime olan ve "Yeni Gün" anlamına gelen Nevruz geleneği Milattan önceki yıllarda, özellikle belli bir coğrafyada yaşayan toplulukların tümünde bir bahar geleneği şeklinde görülüyor. Yani biz bu geleneği, Sümerler'de, Akatlar'da, eski İran, Med ve Pers topluluklarında, aynı şekilde Anadolu'daki bugün tarihe mal olmuş bir takım uygarlıklarda ve Ortaasya'da varlığını devam ettiren en eski Türk kültüründe, hatta gün farkıyla Çin, Japon, Kore gibi birtakım topluluklarda da görüyoruz. Ancak özellikle bunun son zamanlarda belli bir ideolojinin bayrağı haline getirmek isteyen çevrelerin ortaya koyduğu, daha açık ifadeyle, bugün Ortadoğu'da homojen olmayan ve ancak kürt adı altında toplanmak istenen bir takım topluluklara bir mill" kimlik verebilmek amacıyla, onlarda bir mill" bayram fikri oluşturma çabasına girildiğini görüyoruz. Bu tamamen yanlıştır.

Doğrudan doğruya efsaneleri bir tarafa bıraktığımızda, öncelikli olan Nevruz'un matematiksel olarak, güneş takvimi esasına dayalı 12 hayvanlı Türk takviminde bir yılbaşı olarak benimsenmesi ki, bizde de bu yönde bir benimseme vardır. Mart ayı mal" yılın başlangıcı olarak benimsenmiştir. Mart ayında vergilerin ilk taksidinin alınması, Selçuklularda, Osmanlılarda bir gelenek haline gelmiş, hatta Akkoyunlu Uzun Hasan bunu bir Padişah kanunu olarak vaz etmiştir. Bu çerçevede bir bayram havası verilmesinden dolayı Türk saraylarına saray adeti olarak girdiği gibi, halk katında da bayram olarak kutlanagelmiştir. Mesela Osmanlı Saraylarında her sene müneccimler basılan her yılın yeni takvimini Padişaha, Vezir-i Azam'a takdim ederken, yeni yılla ilgili olarak da bir takım tahminlerde bulunurlardı. Bu tahminler İbrahim Hakkı Efendinin Marifetname'sine kadar girmiştir. Bunların hepsi incelendiğinde görülür ki 12 hayvanlı Türk takviminin zaman içerisinde yıllarla ilgili bir takım iddiaların yansımasından başka bir şey değildir. Mesela 12 hayvanlı Türk takvimine göre ilk yıl sıçan yılından başlar ve maymun yılına kadar devam eder. Her yıla bir hayvan adı verilmiştir ve o hayvanla ilgili olarak da bir takım rivayetler uydurulmuştur. O yılda kıtlık, savaş veya bereket olacağı, bir takım felaketlerin meydana geleceği, o yılda doğan insanlarla ilgili olarak da, yılın başında doğarsa iyi niyetli, ortasında doğarsa huysuz, sonra doğarsa kötü insan olacağı şeklinde bir takım rivayetler uydurulmuştur. Bütün bunlar İbrahim Hakkı'nın Marifetname'sine kadar girmiştir. Çünkü bunlar 12 hayvanlı Türk takvimini bildikleri için, yazmış oldukları eserlere din" bir kisve vermiş olmalarına rağmen, eski inançları İslam" kisve adı altında yansıtmışlardır. Müneccim başlarına bu bilgilerden dolayı hediyeler verilirdi. Bu da bir adet haline gelmiştir. Bunlar da Nevruz" olarak adlandırılmıştır. Hekim başları o günler için özel yemekler yapmışlar, bunlara da Nevruziye adı verilmiştir. Şairler de bir takım şiirler yazmışlardır. Divan edebiyatında binlerce örneği vardır. Nevruziye adı verilen bu şiirleri, hükümdarlara, vezirlere takdim ederler onun karşılığında Nevruziye denilen bir takım hediyeler alırlardı. Dolayısıyla bu bir saray adeti olarak gelmiştir.

RENKLERİN DİLİ

Bilindiği gibi bayraklar veya sancaklar, bir toplumun çeşitli sebeplerle, çeşitli olaylar sonucunda şekillenen ve bir bakıma bir kutsiyet ifade eden unsurlarıdır. Bayrakların meydana gelişiyle ilgili her toplumda ayrı ayrı "Tamga" veyahutta "Damga" dediğimiz semboller vardır.

Bölücü gurubun kullanmış olduğu yeşil, kırmızı, sarı renklere bir takım izah tarzlarına gidiliyor ki hata bence buradadır. Bir kere, dünyanın her milletinde o toplumun renklere karşı ilgi duymasına sebep olan bir takım nedenler vardır. Bazı milletler vardır kırmızı rengi, bazıları yeşili, bazıları sarıyı, bazıları kırmızı beyazı, bazıları mavi beyazı, bir kısmı da yeşil beyaz renkleri benimsemişlerdir. Bu renklerle ilgili olarak da bayrak dediğimiz, o milletin sembolü olan, kutsal kabul edilen bir cisim ortaya çıkmıştır. En eski kaynaklardan "Çin'in Şimal Komşuları" adlı esere baktığımızda Kırgız Türkleri'nden bahsederken, Millattan önceki dönemlerde Kırgızlar için al rengi kutsaldı deniyor. Bunlar o günkü Çinli tarihçilerin tesbitleridir. Bunu bütün Türk dünyasına teşmil etmek veyahut Kırgızların gerçekten kırmızının dışında bir renge kutsiyet vermedikleri şeklinde bir şeyi kabul etmek mümkün değildir.

Büyük Hun Devleti kurulduğu zaman, Devletin kuruluşunda enteresan olan bir renk ayrımı kendisini göstermiştir. Bu renk ayrımında yağız, yani kara renk, sarı renk, beyaz renk veya kızıl renk gibi şeyler ortaya çıkmıştır. Bunlar tamamen eski Türk ve Çin inanışındaki bir takım unsurların ifade edilmesi için kullanılmıştır. Yer, ağaç, su, ateş, gök ve bunun gibi 8 unsur için her birisine ayrı ayrı bir renk izafe edilmiştir. Bu unsurların coğrafi olarak bulunuş tarzlarına yönler, yani 4 ana yön ve 4 ara yöne göre 8 ayrı renk verilmiştir. Mesela Mete Han ordusunu kurduğu zaman, ordunun bulunduğu her bir taraftaki atların rengi, o grubun bulunduğu yöne göre ( doğu, batı, güney, kuzey gibi ) yerleştirilmiştir. Buna göre yağız atlar doğuyu, ak atlar batıyı sembolize etmiştir. Yani birisi sağ ise, diğeri sol kolu ifade için kullanılmıştır. Öncüsüne ve artçısına da aynı şekilde at renkleri verilmiştir. Bu at rengi olayı Türklerde daha sonraki idar" yapılanmada da renk mefhumunun girmesine sebep olmuştur. Mesela Peçenek Türkleri 8 boydan ibarettir. Aynı şekilde her boyun adı ayrı bir renge tekabül eder. Dolayısıyla bu renklere dayanarak, işte şu filanca millette var, bu millette de var, şeklinde sahiplenmek bence hatadır. Bugün bu, Türkiye'de yanlış bir tartışma konusu haline gelmiştir. Her renk kendisine göre bir takım anlamlar ifade eder. Mesela bizde sarı renk genellikle hastalığın, kırmızı renk ise sağlığın işaretidir. Gerek eski Yugoslavya'daki Türk gruplarında, gerekse Gagavuz ve Çuvaş Hristiyan Türk gruplarında, Doğu Avrupa Türk gruplarında Nevruzda, bir gece öncesinden çocuklara sarı kurdela takılır. Nevruz sabahı o kurdela kırmızı kurdela ile değiştirilir. Dolayısıyla kötülüğü, hastalığı temsil eden sarı renk atılır; yerine sağlığı temsil eden kırmızı renkteki kurdela takılarak yeni yıla girilir. Bu bir gelenektir. Sarı rengin kendine özgü bir takım güzellikleri vardır. Fakat kızıl rengin Osman Gazi'den beri Türklerde, özellikle Osmanlı Devletinde mevcudiyeti biliniyor. Yani İlk Osmanlı Bayrağının da kızıl (al) bayrak olduğu şeklinde kayıtlar elimizde mevcuttur. Dolayısıyla burada şuna dikkat etmek lazım. Bayrak veya sancak mefhumundan hareketle renk meselesinin veya üstündeki şekillerin üzerinde ayrı ayrı durmak gerekir. Meseleye bu çerçeveden baktığımızda sarı, kırmızı, yeşil gibi renklerin şu veya bu millette olması veyahut bugün empoze edilmeye çalışılan bir takım renklerde olması meselesi bence yanlış bir tartışma ortamına götürür bizi. Bugün Avrupa'da renklerle ilgili çok enteresan araştırmalar var. Her millette renk mefhumu vardır. Mesela bizde renkler hakimiyet sembolü olarak da kullanılmıştır. Hakimiyet sembolü olarak sikke kestirmek, bir çetre (çadır), bir taht, hutbe okunması bunların hepsi Türk-İslam dünyasında bir kakimiyet sembolü olarak kullanılmıştır. Mesela Selçuklu Devleti'nin kurucusu Sultan Tuğrul'un çetresi kırmızı renkliydi. Yani kırmızı, Sultan Tuğrul'a has bir hakimiyet sembolüydü. Aynı sülaleden gelen Sultan Sencer'in çetresinin rengi karaydı. Kara renk Sultan Sencer'in hakimiyet sembolüydü. Dolayısıyla bu renk meselesini her milletin kendi mitolojisine göre değerlendirmek ve incelemek lazım. Burada dikkat edilecek husus; yeşil, sarı, kırmızı renklerle kürt mill" bayrağı gibi bir imajla ortaya çıkan grupların hatasını ortaya koyabilmektir. Özellikle burada vurgulamak istiyorumki bu renk Zerdüşt'ün de işaretidir. Mecusilik, onun devamı olan Yarsenizm ve günümüzdeki Yezidizm kürtlerin mill" dini olarak kabul edilir. Meseleyi kendi mitolojisi, yani İran Mitolojisine dayandırmak suretiyle böyle bir izah tarzına girmişlerdir. Mesela bugün Bekaa Vadisi Yarsenizm inancının kurucusu Şeyh Adil'in doğum yeridir. Oranın seçilmesindeki amaç tamamen mitlerden hareketledir. Aynı şekilde Sincar Bölgesi ve oradaki kampların bulunduğu saha da Şeyh Adil'in yaşadığı ve öldüğü sahadır. Şimdi bugünkü siyas" kürtçülük hareketi kendine göre bir mit meydana getirmek istemektedir. Harvırd Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan İZADİ isimli bir Yezidi profesörün dediği gibi, çok ırklı, çok dinli ve çok dilli bir millet ki böyle bir milletin tarifi ne sosyolojik, ne tarihi ne de hukuk" açıdan mümkün değildir. Yani bu homojen olmayan, hetorojen bir ara toplum, sınır toplumu özellikleri taşıyan bu insanları kürt adı altında toplamak için yapılan bir vasıta olarak kullanılan bir olaydır. Meseleyi bu şekilde algılamak lazımdır.

*Bu yazı, Prof. Dr. Abdulhaluk M. ÇAY ile yapılan röportajdan derlenmiştir

Kaynak: www.diyanet.gov.tr/DIYANET/mart1999/nevruz.html

Ziyaret -> Toplam : 125,38 M - Bugn : 144630

ulkucudunya@ulkucudunya.com