TÜRKEŞ'E SAYGI
DURSUN DAĞAŞAN 01 Ocak 1970
Yıl 1970, Konya'da bir düğün salonunda ülkücü kuruluşlar toplantısı yapılıyor. Türkeş konuşmacı. Konuşmasını tamamladıktan sonra ön sıralarda oturan gençlere dönüyor, bir tanesine soruyor : "Dokuz ışığı say bakalım." Delikanlı, biraz da Başbuğ ile konuşmanın heyecanından olsa gerek, şaşırıyor, kızarıyor, cevap vermekte zorlanıyor. Beklemeden, bir başka gence soruyor, sonra bir başkasına cevap verebilenlere ise "Köycülüğü izah et." Diyor ya da "Milliyetçilik ilkesini açıkla!" Daha sonra başkanı yanına çağırıyor ve soruyor, "Kaç üyen var?". Cevap, "Üç yüz üyem var efendim". Konuşmayı bitiren cümleyi söylüyor : "Üç yüz adamlık kalabalık yerine, ne istediğini, neye inandığını bilen otuz adam yetiştir.
Bizim için asıl gerekli olan bu." Yıllar sonra, ülkücülere mafyalık yakıştıranları gördükçe, bu sözlerini hatırlıyorum Rahmetli'nin Merhum Gün Sazak'ın şehadetini takip eden günlerde, MHP Genel Merkezi'ndeki toplantı salonundayız. Gündem : Cenaze töreninin nasıl icra edileceği. Her davetlinin tek tek fikri alınıyor. Söz sırası kendisine gelen ülkücü kuruluş temsilcilerinden birisinin feveran dolu sesi kaplıyor salonu : "Bizleri toplayıp nasıl daha iyi cenaze kaldıracağımızı soruyorsunuz durmadan. Karşı harekete geçmek için daha kaç kişinin ölmesi, sıranın kimlere gelmesi gerekli? İzin verin, ben teşkilâtıma Ankara'ya silâhlı gelinmesi talimatını vereyim.
Size kırk bin adam taahhüt ediyorum. Sorumular, katiller ve yandaşları neredeyse bulup çıkaralım. Kan dökenler bir de kendi kanlarının rengini görsünler...!" Türkeş'in gürleyen sesi konuşmacının sözünün tamamlamasını engelliyor : "Sen ne demek istiyorsun? Söylediğin şey -Allah korusun- iç harp demektir. Eğer bu memlekette Türk Türk'e kurşun sıkacaksa, kurşun sıkan el Türk milliyetçilerinin olmamalı. Türk milliyetçisi Türk'e kurşun sıkmaz, bunu düşünmez bile...". Ve ses tonu yumuşuyor : "Sen üzüntünden böyle konuşuyorsun, ama bir daha konuşma. Biz cenazemizi kaldıracağız ve milletimizin her ferdini sevmeye devam edeceğiz." Aradan birkaç yıl geçiyor, Türkeş sıkıyönetim mahkemesinde yargılanıyor. İsnat edilen suç, "silâhlı suç örgütü kurmak". Ve o toplantıyı, Rahmetli'nin o sözlerini hatırlıyorum. Nihayet hapislik dönemi bitiyor, evine gidiyoruz iki dost. Muradımız, "Geçmiş olsun" demek. "En çok, hapishanede yalnız geçirdiğiniz yıllar için üzüldük" diyorum, cevap veriyor, "Hiç yalnız değildim. Daima Allah'la beraberdim, üzülmeniz yersiz." Sonra hemen bir başka konuya geçiyor, "Almanya'da Türk Federasyonunda bazı olumsuzluklar var. Hemen hazırlık yapıp oraya gidin. Federasyon başkanlığını devralın. Teşkilâta çeki düzen verin."
Dışarıya çıkıyoruz. Benim ısrarımla Feridun Tuncay'ın gitmesini kararlaştırıyoruz. Feridun Ağabey, "Sen gitmek istemediğini söyleseydin ya!" diyor. Cevap veriyorum, "Nasıl söylerdim ağabey, yıllarca hapiste yatmış, çıktığı gün, Almanya'daki Federasyon için kaygılanıyor. Böyle bir insanın karşısında şahsî düşüncelerin yeri olabilir mi?... Yıl 1990, Azerbaycan'dayız. Azerbaycan Oteli'nin bahçesinde, Enis Öksüz ile birlikte çay içip sohbet ediyoruz. Bir Azerbaycanlı geliyor yanımıza, selam verip soruyor, "Enis Bey ile Dursun Bey siz misiniz?" "Evet" diyoruz. Ziyaretçimiz, Halk Cephesi Lideri Ebulfez Elçibey'in bizi görmek istediğini ve davet ettiğini söylüyor. Memnun oluyoruz, Elçibey'in saklandığı eve gidiyoruz. Karşı karşıya geldiğimizde Elçibey soruyor, "Siz Alparslan Beyin dostlarıymışsınız, düz mü?". "Evet" diyoruz, "Biz Alparslan Bey'in dostlarıyız." Elçibey kucaklıyor bizi, sitem ediyor sonra da, "Alparslan Türkeş bizim de liderimizdir. O, Türk'e Türklüğünü öğreten adamdır. Onun dostları Bakû'ye gelirse komünistlerle oturup kalkmaları değil, bize konak olmaları yakışır. Söyleyin, size nasıl kulak edelim?!..." Gözlerimiz doluyor; Türkeş'e Türkiye'de yapılan saldırıları, karalamaları, haksızlıkları hatırlıyoruz...
Alparslan Türkeş'le bazı zaman dilimlerini paylaşmak; onu tanımak, anlamak, saygı ve sevgi duymak şansı verdi birçoğumuza. Kendilerini kendi vicdanları karşısında, Türk tarihi ve Türk toplumu önünde temize çıkarmak isteyen, fakat bir türlü Türk ile barışmayı beceremeyen sözde aydınların, eyyamcı siyasetçilerin; ülkeye kasalarıyla bağlı çok uluslu, çok paralı ve T.C. kimlikli iş adamlarının Türkeş'ten bahsederken takındıkları ihtiyatlı tavırları gördükçe; "iyiydi, ama ihtilâle karışmıştı... Demokrattı, ama eskiden böyle değildi... Uzlaştırıcıydı, ama gençliğinde çok kavga etmişti... Liderdi, Sovyetlerin yıkılacağı tarihi gün farkıyla görmüştü, ama tesadüfler de yardımcı oldu..." şeklindeki kaypakça, övgü mü, yergi mi olduğu pek anlaşılmayan ifadeleri duydukça ve okudukça hatıralarım canlanıyor. Ve diyorum ki, "Sen, bunları bile Türk kabul edip sevebildikten sonra Albayım; benim nefsimi terbiye etmem için daha çok düşünmem, çok hatırlamam lâzım.!"