ÇİLELİ İKİ HAYAT
MEHMED NİYAZİ 01 Ocak 1970
Kısa aralıklarla ülkücü camia iki büyük insanının kaybetti; birisi yılların ülkücülüğün alt yapısına vermiş, yazdığı makalelerle bir nesle yol göstermiş , pek çok insan yetiştirmiş, binlerce insanın ağabeyi olmuş, fazilet abidesi Galip Erdem; diğeri de o camianın Başbuğ'u Sayın Alparslan Türkeş.
Türkeş, fikir hayatımızda ilk kere 1944'te göründü.; Üniversitelerimizde üstlenmiş komünistlerle kıyasıya mücadeleye giren Nihal Atsız ve etrafındakiler, II. Dünya Savaşı'nın rengi belli olunca, Sovyetler Birliği'ne şirin görünmek için, devrin hükûmeti tarafından tutuklandılar. Yazdığı bir mektubun Atsız'da çıkmasıyla Türkeş de kendisini hapishanede buldu. 19 Mayıs kutlamalarında, Millî Şef'in idam edileceklerini söylemesine rağmen, diğerleri gibi o da suçsuz bulunmuş, tekrar mesleği olan subaylığa dönmüştü. Onu, neslimiz, 27 Mayıs sabahı tok sesiyle tanıdı. Darbeyi yapan subaylar, iktidarı CHP'ye teslim etmek istiyorlardı. Türkeş ve arkadaşları buna karşı çıktılar. 13 Kasımda da İsmet Paşa'nın direktifiyle tasfiye edildiler. İdamların yapılmaması için Hindistan'dan Cemal Gürsel'e yazdığı mektup basında yer aldı; fakat darbeye katılmasını siyasîler ve bilhassa CHP iyi kullandı. Adı geçince, " O mu? Menderes'in katili" diyorlardı. Bir taraftan darbeyi destekliyorlar, diğer taraftan da içinde bulunan Türkeş'i yıpratıyorlardı.
Türkeş'in ikinci talihsizliği de, dünyada komünizm rüzgârlarının şiddetli estiği bir sırada, vatan ve milletimizin selâmeti için ona karşı çıkmak mecburiyetinde olmasıydı. Bayrağımızın hür dalgalanması, Sovyetlerdeki Türklerin hazır edilmelerini önlüyordu. Akdeniz'e inmek de Sovyet Rusya'nın tarihî rüyasıydı. Arap petrolleri de iştihasını körüklüyordu. Önünde duvar gibi duran Türkiye'yi yıkmadan bu iki emeline ulaşamayacağının bildiğinden; Sovyetler Birliği, çalışmalarını vatanımızda yoğunlaştırdı. İşte onların uzantılarına karşı Türkeş'in gayretleriyle şuurlanan ülkücüler; canlarını dişlerine takarak mücadele ettiler binlerce gencimiz gök ekinler misali biçildiler. Burada da Türkeş ve camiası büyük bir talihsizlikle karşı karşıyaydılar. Komünizmle mücadele ettikleri için ister istemez sermayeyi, özel teşebbüsü savunuyorlardı. Ne acı talihtir ki,o sermaye sahiplerinin gazetelerinde çalışan komünistler, Türkeş'i ve onun safında bulunanları anarşist gösteriyorlardı. Bu gün de CHP'li veya DYP'li vatandaşlarımız adam öldürseler, banka soysalar, onların sadece adları verilir, siyasî kanaatlerinden söz edilmez. Ama bir MHP'li veya geçmişte Ülkü Ocakları'nda bulunmuş bir kimse böyle bir fiil işlerse, haber "ülkücü mafya" ile başlar.
Türkeş'in bir talihsizliği de, ülkemizde sosyal bilimlerin ilkel seviyede olmasıdır. Türkeş milliyetçilikten söz ederken koca koca profesörler bile insanları lâboratuvarda tahlil ettireceğini zannediyorlardı. Irkçılık biyolojik bir olaydır; milliyetçilik ise kültürel bir vakıadır. Milliyetçilik; din, tarih, coğrafya, geçmişin acıları, geleceğin ideallerinin bir yumağıdır. Ünlü profesörler milliyetçiliği bir başka milleti hor görmek, kendi milletini sevmek ve üstün tutmak diye tarif ederlerse, Türkeş'in Galip Erdem'in yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Anadan kör doğmuşlara kırmızıyı anlatmanın zorluğuna katlanacaklardı.