3 Mayıs 1944
Tabutluktan İktidara Türkçülük 01 Ocak 1970
Tabutluk nedir?
Tabutluk adıyla anılan yer, yarım metrekarelik bir yerdir. Yani 40 cm genişliğinde, 50 cm uzunluğunda, 2.5 metre yüksekliğinde beton duvar içerisinde açılmış oyuklardır. İçine sokulan insan kapı kapandığında yere çömelemez. Bu oyuklara sokulanları belinden ve kollarından duvara bağlamak için demir prangalar vurulmaktadır. Ayrıca oyuğun tepesine üç adet beşyüzer mumluk ampül konulmuştur. Tabutluklara konulanlar 2-3 gün aç ve susuz bırakılır, hatta tabi ihtiyaçlarını gidermesine bile izin verilmezdi. İstanbul'un Sirkeci semtinde yer alan ünlü Sansaryan Han'da bulunan tabutluklara konulan insanlara çeşitli işkenceler uygulayanlar hakkında Birleşmiş Milletler Anayasası'na göre her zaman dava açılabilir ve "zaman aşımı" yoktur.
3 Mayıs 1944 günü Türk milliyetçileri "Irkçılık ve Turancılık" suçlamamalarıyla tabutluklara konulup işkenceye uğradılar...
1944, dünya ikinci Cihan Harbi'nin dehşeti içindedir. Avrupa'yı yıldırımla vurulmuşa döndüren Alman orduları Balkanlar'a da yayılmıştır. Türk ordusu ise özellikle, Boğazlar ve Trakya bölgesinde yığınak halindedir. Çeşitli devletler nezdindeki Türk Ataşe militerlerinin Genelkurmay'a gönderdikleri, kuvvetli uçak filolarıyla desteklenen modern zırhlı ve motorlu orduların cephelerde neler yaptıklarını inceleyen harp raporları, bu modern vasıtalardan mahrum bulunan Türk ordusunun subaylarına endişe vermektedir. Çünkü Türk ordusunun bütün eksiklikleri bir anda sırıtıvermişti. Alaylarda tek motorlu vasıta yoktu, tümen toplarını beygirler çekiyordu.
Yani ikmal işlerinde kullanılan gayretli vasıtalar; manda arabaları, öküz arabaları, atlı arabalar, deve kervanları, eşek kolları, katır kollan... Erlere uygun elbise, palto, çizme matara ve kemer verilemiyor, hatta bir çoğunun battaniyesi bile yoktu. Ordu iyi beslenmiyordu. Millet de iyi bir durumda değildi. Memleket sefalet bataklığına gömülmüş, halkın en zaruri ihtiyaçları ekmek, şeker, patiska, basma hatta kefen bezi dahi vesikaya bağlanmıştı. Rahat yaşayanlar sadece Millî Şef ve onun yakınları, vekiller, Halk Partisi kodamanları, sivil bürokrasinin en üst kademeleri rahat bir hayat sürebiliyorlardı. Zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, şekere sürekli yapılan zamlarla ilgili halktan şikayet gelince; "Şeker lüks maddedir ne yapalım? Parası olmayan yemesin..." diyebiliyordu.
Halka ekmek diye kapkara çamur gibi berbat hamur parçası dağıtılırken, bütün yöneticilere diledikleri kadar beyaz undan has ekmekler sağlanıyor, rüşvet, suiistimal, vurgunculuk almış başını yürüyordu.
Gazozcular
Bu sıkıntılar sadece halk kademesinde değil aynı zamanda ordunun üst kademesinde de hissediliyordu. Başta Millî Şef ve yardakçıları olmak üzere idareciler orduya ve onun kumanda kademesini teşkil eden subay ile generallere karşı çok küçümser ve önemsemez tavır içindeydiler. Artan hayat pahalılığı subayları perişan ediyor, bunaltıyordu. Her yerde subaylar ikinci derece insan muamelesi görüyordu. Ankara'daki apartmanların bodrum katlan halk arasında "Kurmay subay katı" olarak isimlendirilmişti. Eğlence yerlerinde subayların adı "gazozcu" idi. Kurtuluş savaşını yapmış bir ordunun subaylarına bu isimler reva görülüyordu.
Sefaletin artışıyla, İstanbul Çin'in başkentine dönmüş, hırsı kamçılanan komünizm surda, burda yuvalanmaya çalışırken, siyasi ve askeri Rus taktiği olarak birtakım satılmışlar, Sovyetler Birliği'ne karşı aydınlar arasında sempati uyandırmaya çalışıyordu. Bu kişiler, devletin Milli Eğitim kadrosunda öğretmen olarak atanıyor, kitaplar yazılıyor, piyesler oynatılıyordu.
Türkçü Başbakan
İşte bu olayların yaşandığı günlerde nedense bilinmez, Başbakan Şükrü Saraçoğlu TBMM'de bir nutuk verdi.
"Ben Türkçü bir Başbakanım"...
"Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir".
Bu konuşma bazı çevrelerin suratına şamar gibi patlamıştı. Tanınmış Türk düşünürü şair ve yazar Nihal Atsız bu sıralarda Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yapıyor aynı zamanda da Orhun dergisini yayınlamaktaydı. Milliyetçi bir dergi olan Orhun dergisi Başbakan'ın milliyetçilik anlayışına kayıtsız kalamazdı ve kalmadı da. Nihal Atsız, Başbakan Şükrü Saraçoğlu'na hitap eden iki mektup yayınladı. Bu mektuplarda Nihal Atsız, Şükrü Saraçoğlu'na özet olarak şunları söylüyordu:
"Memlekette açıktan açığa komünist propagandası yapan dergiler çıkarılmakta ve bunlar Milli Eğitim Bakanlığının emri ile okullara dağıtılmaktadır...
Bursa cezaevinde yatmakta olan Nazım Hikmet'e, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından el altından paralar verilmektedir.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ya bunları bilmiyor ya da görmek istemiyor... Kendisi ihanet içindedir..."
Bu mektuplar halk arasında büyük yankı yaptı. Aydınlar ve düşünürlerle meclisteki vekilleri hem şaşırttı hem de dehşete düşürdü.
Çünkü, Nihal Atsız'ın mektuplarında tek yanlış ve tek yalan yoktu. Atsız doğru söylüyordu: "Milli Eğitim Bakanlığı Türkiye'de komünistlerin sığınağı halini almıştı" diye Başbakan Şükrü Saraçoğlu'da sarsılmıştı. "Ben milliyetçiyim, ırkçıyım, Türkçüyüm" diye avaz avaz bağıran bir iktidarın başbakanı komünistleri devlet parasıyla nasıl beslerdi?
Yaşa-Varol Atsız
Ve beklenen oldu. Vatan haini Sabahattin Ali, Nihat Atsız'ı mahkemeye verdi. Ankara'dan açılan dava için Atsız bir akşam kimseye haber vermeden Haydarpaşa'dan trene binerek Ankara'ya hareket etti. Nihal Atsız Ankara Garı'na ayak bastığı an adeta yer yerinden oynadı. Onun geleceğini haber alan binlerce üniversiteli genç ellerinde çiçek buketleriyle Atsız'ı karşılamaya gelmişti. Gençler Türkçü yazan kaptıkları gibi omuzlarına aldılar. Milli marşlar söyleyerek gardan çıkardılar.
- Kahrolsun komünistler!..
- Yaşa Atsız...
- Çok yaşa varol, Nihal Atsız!..
bağırışları altında ve büyük sevgi gösterileriyle kalacağı otele götürdüler. İş bununla da kalmadı. Otelden ayrılan gençler;
- Yaşasın Türk Milleti !.. ,
- Yaşasın milliyetçi Türkiye!..
- Kahrolsun komünistler!..
haykırışları altında meydanlarda, Sabahattin Ali'nin ve Nazım Hikmet'in kitaplarını öbek öbek yaktılar.
Kafalar yarıldı, gözler patlatıldı
Türkçü yazar Nihal Atsız 3 Mayıs 1944 günü mahkemeye çıkarıldı. Adliye binasının içi ve dışı binlerce talebe tarafından doldurulmuştu. Aynı anda da Çankaya'da toplanan Milli Şef ve yandaşları kafa kaldırmaya başlayan bu yeni neslin gözleri daha fazla açılmadan kafasını kırmaya karar verdiler. Karar derhal Ankara'daki zabıta kuvvetlerine iletildi.
- Vurun vatan hainlerine!..
Mahkemede savunmasını veren Atsız, hakim ve savcının ortak kararıyla serbest bırakıldı, adliye önüne çıkan Türkçü yazan onbinlerce insan "Yaşa-Varol" sesleriyle karşıladı. İşte bu sırada 3 Mayıs günü heyecanla sokağa fırlayan ve komünistlik karşısında dikilen, satılmış hainlere nefretini haykıran üniversite gençliğine ve halka Millî Şefin emriyle zabıtanın hücumu başladı. Saldıranlar zerre kadar merhamet göstermediler, milliyetçi gençleri kıyasıya dövdüler. Kafa yardılar, göz patlattılar... Vücutları morarıncaya kadar, üstleri başları kan içinde kalıncaya kadar, kolları kaburgaları kırılıncaya kadar dövdüler. Bu hengamede Nihal Atsız da siyasi polis tarafından tutuklandı.
İnönü'nün İthamı
19 Mayıs 1944 günü yapılan Gençlik Bayramı töreninde bir konuşma yapan devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını çok ağır bir dille suçladı. Bu nutkun ardından yurt çapında bir milliyetçi avı başladı. Bir çok milliyetçi üniversite genci de yakalanarak ağır işkencelere maruz bırakıldı. Ancak ortaçağdaki engizisyon mahkemelerinde uygulanabilecek işkencelerin sergilendiği bu tevkifat sadece milliyetçi öğrencilere matuf değildi. Bu arada, milliyetçi ilim adamı, doktor, mühendis, memur, sanatkâr ve subay da tevkif edilmiş, tabutluklara tıkılmıştı.
Tabutluğa kapatıldılar
Ankara'daki nümayişte yüzlerce milliyetçi genç tutuklandı. Ardından gelen 19 Mayıs bayramında bir konuşma yapan Millî Şef, milliyetçiler hakkında tehditlerini sürdürünce yurt genelinde büyük tutuklamalar başladı. Orhun dergisine abone olanlar, yazıları çıkanlar, hatta Nihal Atsız'a sokakta selam vermiş olanlar hep tutuklandılar. Atsız'ın evinde yapılan aramada, o sırada üsteğmen olan Alparslan Türkeş'in mektup ve yazılan çıkınca, Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından o da tutuklandı. Erdek'teki birliğinden alınarak İstanbul'a getirilen Türkeş, Tophane'deki Askeri Cezaevi'ne kapatıldı. Daha sonra ırkçı ve Turancı olduğunu, hükümeti devirmeye çalıştığını itiraf etmesi için ünlü Sansaryan Han'da "tabutluk" denilen hücreye kapatıldı, günlerce işkence gördü. Alparslan Türkeş'le beraber, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun ve Reha Oğuz Türkkan gibi 23 Türkçü ve Türk milliyetçisi "Turancılık" suçuyla tutuklanıp ağır işkenceler gördüler. Bu işkenceler sonucu suçu sadece Türk milliyetçisi olan Reha Oğuz Türkkan bir gözünü kaybetmiş, doktor Mehmet Külahlıoğlu'nun ciğerleri ağır hasar görmüş günlerce kan kusmuş, tüberküloz teşhisiyle aylarca senatoryumlarda tedavi görmüştür. Üç yıl süren mahkemeler sonucunda "Turancılık ve Irkçılık" suçlamasıyla karşı karşıya kalan tüm 'Türkçüler' beraat ettiler.
Asaletin kaybolsa da fikirden,
Şereflice dirildik, bahsetmedik ölümden...