« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

19 Ara

2007

Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı ile Söyleşi

Ayhan Aydın 19 Aralık 2007

Hz. Ali ile ilk üç halife arasında gerçekten de görüş farklılıkları var mıydı?
? Bu soruya tabii çok değişik şekillerde cevap vermek mümkün. Bir kere Hz. Peygamber'in sahabelerinin tamamının, görüşlerinin birbiri ile bütünüyle uyuştuğunu, her konuda tamamen aynı istikamette görüş belirtiklerini söyleyebilmek oldukça zordur. Elbette bütün sahabe, bütün Müslümanlar belli konularda aynı görüşleri paylaşmışlardır. Ama özellikle yönetici konumunda olan, ki sizin sorunuzdan da o anlaşılıyor, Hz. Ali ile diğer üç halife arasında, olaylar karşısında görüş farklılıklarının neler olduğu soruluyor ise; burada birtakım somut örnekler vermek mümkün. Bir kere Hz. Ali, sahabenin hemen hemen tamamının kabul ettiği, Hz. Peygamber'in de bizzat belirttiği gibi, görüşlerine son derece itimat edilen ve adalet konularında, fıkıh konularında, bütün sahabe arasında en üst noktada olduğu bilinen bir gerçektir. Bu Hz. Peygamber'in birçok hadisiyle tescil edilmiştir. Sahabenin sözleriyle de aynı şekilde belirlenmiştir. Mesela Hz. Peygamber'in bir hadisi var: "Asabım arasında adli konularda en bilgili kişi Ali Bin Ebu Talip'tir" diyor. Hz. Ömer'in bu konudaki sözü ise son derece dikkat çekici; kendi halifeliği döneminde Ebul Hasan'ın yani Hz. Ali'nin bulunmadığı bir adli ve fıkhı meselede 'Allah'a sığınırım' diyecek kadar ileri gidiyor. Mesela İbn-i Mesut'tan aktarılan bir hadis var hatırımda kaldığı kadarıyla; 'biz daima Medineliler arasında fıkıh konusunda en yetkili kişinin Hz. Ali olduğunu ifade ederdik" diye söylüyor. Bunlar gösteriyor ki; Hz. Ali, çok küçük yaştan itibaren Hz. Peygamber'in yanında yetişmiş olmasının getirdiği avantaj ile Kuran-ı Kerim'i çok iyi bilen bir insan. Hz. Peygamber Kuran-ı Kerim'in uygulamalarına son derece bağlı olduğu için ve onun amacını Hz. Peygamber'den doğrudan tespit etme fırsatını elde ettiği için, hemen hemen bu konuları sahabe arasında en iyi bilen kimseydi. Şimdi bu konularda, Hz. Ömer'in, Hz. Osman'ın, Ebu Bekir'in uygulamaları ile Hz. Ali'nin uygulamaları arasında birtakım farklılıklar var mıydı, yok muydu? sorusu çerçeveyi oldukça zorlayacak ve genişletecek. Geniş olayları değerlendirme yoluna gidebileceğimiz bir alan. Ama ben şunu ifade edeyim; Hz. Ali Hz. Ebu Bekir'in zamanında, bildiğiniz gibi Ridde Savaşları yapıldı. Ridde savaşları dinden dönenlere karşı yapılmıştı. Kuran-ı Kerim'de ve Peygamberin sünnetinde bununla ilgili herhangi bir hüküm yok. Dinden dönenlerle yapılan veya yapılması gereken savaşlar konusunda herhangi bir hüküm yok.Ali'nin ve Ömer'in içinde bulunduğu bir gurup sahabe elinde delil olmadığı için Ebu Bekir'e bu savaşı yapamayacağını söylediler. Bu insanlar, dine dönmeyi kabul ettiler. Ama zekât vermek istemediler. Tekrar dine dönmeleri halinde zekât verip vermeyecekleri konusunda bir hüküm olmamasını dayanak gösteren sahabeye karşı, EbuBekir'in de haklı olarak, zekâtın toplumsal bir mesele olduğunu öne sürerek; 'dine dönebilirler ama bu insanların mutlaka zekât vermeleri gerekir' şeklinde bir uygulaması olmuştur. Toplumsal bir olay olan bu meselede, "ben onlar zekat verinceye kadar onlarla savaşırım" demiştir . Benzeri bir olaya Hz. Ali'nin hilafeti döneminde rastlıyoruz. Ebu Bekir'in bu olayına karşı çıkan Ali' de bu defa kendi halifeliği döneminde, maaş dağıtımı konusunda çok ilgi çekici bir uygulama yapmıştır. Bilindiği gibi, İslam toplumunda askerlere ve onların aile bireylerine düzenli maaş dağıtılması ve uygulaması Hz. Ömer zamanında başlatılmıştır. Hz. Ömer, maaş dağıtımda, Hz. Peygamber'in yakın akrabalarından başlayarak, sahabenin Bedir ve diğer savaşlara katılanlarına göre barem tespit etmiştir ve ona göre de aylık maaş dağıtmıştır. Hz. Osman zamanında da, onun yakın akrabaları ve İslamda öncelik vasfına sahip olan şahıslara daha cömert davranmış olsa bile, Hz. Ömer'in uygulamasını devam ettirmiş. Ama yakın akrabalarına bir ayrıcalık tanındığı için İslam toplumunda da ayrıcalıklı bir sınıfın doğmasına neden olmuştur. Hz. Osman'dan sonra hilafet mevkiine gelen Hz. Ali, önceki halifeler döneminde, savaşlara göre yakın akrabadan başlayarak düzenlenen bareme karşı çıkmış ve 'Müslümanlar arasında bu eşit olarak paylaştırılacaktır' demiştir. Halife olduğunda bu görüşünü gerçekleştirmiş ve Beyt-ül-mal'de yani devletin hazinesinde mevcut olan parayı; Arap ya da Mevali, erkek ya da kadın, hür ya da köle ayırımına gitmeksizin, bütün Medinelilere eşit olarak dağıtmıştır. Onun bu uygulamasına, başta Ümeyyeoğulları ve Medine'nin ileri gelenleri şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak o, ısrarla Allah'ının ve Peygamber'inin sünnetine uyan bu icraatından hiç vazgeçmemiş. Osman'ın yaptığı gibi, Arapları ve onların ileri gelenlerini siyaseten kazanmak için onlara daha fazla maaş uygulamasına hiç itibar etmemiş ve "Onlara Mevali'den daha fazla para verirsen bu insanlar seni daha çok destekler'' tarzındaki teklifleri de elinin tersiyle reddetmiş. Ve Allah'ın malının dağıtımında bir ayrım yapamayacağını açık açık ifade etmiştir. Mesela, onun bu uygulamasından, bizzat kardeşi Akil şikayetçi olmuştur. Çünkü Hz. Ali savaşa katılmayan Akil'e bir pay ayırmamıştır. Akil 'O bana bir pay vermiyor' diye Hz. Ali'ye karşı çıkmış ve Şam'a giderek Muaviye'den yardım istemiştir. Bunlar birer tarihi olaydır. Şimdi Hz. Ali'nin biraz önce de ifade ettiğimiz gibi Kuran-ı Kerim'i ve Hz. Peygamber'in sünnetini çok iyi bilen bir insan olarak elbette Ebu Bekir'in, Ömer'in ve Osman'ın bu anlamda bazı icraatlarını tenkit ettiği, karşı çıktığını da biliyoruz. Onun ötesinde, mevcut olan bu görüş farklılıklarını, onları birbirine tavır alacak tarzda veya birbirlerini farklı konumda değerlendirecek şekilde bir görüş ayrılığından söz etmek, mümkün değildir. Çünkü bunların hepsi de yani özellikle ilk dört halife; Hz. Peygamber'in yakın dostları olarak, yakın çalışma arkadaşları olarak onun görüşlerini, onun emeklerini, onun anlayışını birbirlerine yakın mertebede bilen ve aynı anlayışı paylaşan insanlardı demek, sanıyorum daha doğru olur.
Hz. Ali her ne kadar hilafet konusunda ön plana çakmamışsa da daha onun zamanında Şiatı Ali'ler vardı. Hz. Ali bunları hiç mi hoş görmemişti?
? Bir de tabi burada 'Şia' kelimesinin üzerinde durmak lazım. Hz. Ali'nin hilafet konusunda ön plana çıkmadığı doğru ama bu; gönlünden böyle bir şey geçmiyordu anlamına da gelebilir. Bir kere kabul etmek zorundayız ki; bütün insanların gönüllerinde doğuştan itibaren yönetmek arzusu var. Hangi renkten, hangi cinsten, hangi düşünceden olursa olsun, egemen olma arzusu ve duygusu insanın doğuştan taşıdığı bir duygudur. 'Şia' kelimesi, Arapça'da taraftar demektir. Hz. Ali döneminde de, ondan önceki dönemde de, hatta Şiilik bir fırka olarak yani bir mezhep olarak teşekkül edinceye kadar, Şia kelimesi Arap dilinde fevkalade yaygın, günlük dilde kullanılan bir kelimedir. Bu böyle olunca mesela 'Şia Ahvali' dediğimiz anda onun dönemiyle ilgili, mesela tarih kitaplarından çok iyi hatırlıyorum, 'Taberi Tarih' kitaplarının hepsine bakmak mümkün, Şiat-ı Osman var, Şiat-ı Ebu Bekir var, Şiat-ı Ömer var, Şiat-ı Abdürrahman Bin Auf var. Yani buradaki 'Şia', bizim günlük hayatta kullandığımız 'falanın adamı, filanın adamı ya da ahbapları, arkadaşları' tarzındaki, mesela 'Marmara Gurubu' deniliyor, 'Anadolu Gurubu' deniliyor. Belli şeyler için toplanmış olanlar var. Şiat Ali, meselesinde de aynı görüşü düşünmek lazım. O da şu; Hz. Ali'nin tabi Hz. Peygamber'e yakın oluşundan dolayı, sahabe arasında, özellikle ilk Müslümanlar arasında, oldukça önemli bir yeri, sevgisi var. Çünkü Hz. Peygamber'e yakın, Peygamberliğinin ilk günlerinden itibaren Hz. Peygamber'in evinde. Böyle olunca Hz. Ali'nin, Mekke döneminde Hz. Peygamber'e yakınlığı, Medine döneminde Hz. Fatıma ile evlendikten sonra ona damat oluşu nedeniyle ve biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, Kuran-ı Kerim'i de Hz. Peygamber'in sünnetini de çok iyi bilen bir insan sıfatıyla, sahabe arasında çok sık görüştükleri, beraber oldukları arkadaşları mevcut. Hatta bunların çok yaygın bir şekilde Medine'ye Hicret'ten sonra Mescid-i Nebail kurulduğunda, bildiğiniz gibi bitişiğinde Asab-ı Soffa dediğimiz, İslama girmiş, kimsesiz, ne Medine'de ne Mekke'de doğru dürüst evi barkı bulunmayan, bir bakıma aile bakımından da parçalanmış durumdaki insanların, sürekli olarak Hz. Peygamber'in sünnetini ve Kur'an-ı Kerim'i tartışan, konuşan, sohbet eden insanlardan oluşan, Soffa Ashabı denilen bir şey var. Hz. Ali bir kere çok mütevazı bir insan. Özellikle çok yufka yürekli bir insan. Pek çok zaman vaktini bunlarla geçiriyor. Çünkü Hz. Peygamber de onları çok sık ziyaret ediyor, onlarla birlikte bir takım meseleleri mütalaa ediyor. Nitekim daha Medine döneminde Hz. Peygamber'in etrafında toplanmış olan bu insanlar belki Hz. Peygamber'e en yakın oldukları içindir ki 'Şiat-ı Ali' şeklinde söyleniyor. Yani şunu ifade etmek istiyorum. O zaman Şiat-ı Ali dediğimiz bu gurup, daha sonra karşımıza çıkan ve siyasal anlamda belli hedefleri toplamış olan topluluklarla bir eşdeğer kabul edilmemeli. Yani Şiat-ı Ali veya Şia tabiri bir teknik terim hüviyetini henüz kazanmış değildi. Hz. Ali bunları hoş görmemişti. Bunları niçin hoş görmemişti? diye soruyorsunuz. Sanıyorum hoş görmek terimini burada kullanmazsak daha iyi olabilir. Çünkü bunlar Hz. Ali ile çok yakın arkadaşlar. İçlerinde bir Ebuzer'i var, Miktad'ı var, Selman'ı var, diğerleri var... yani bunlar onun en yakın arkadaşları. Bunları ve benzeri bir takım isimleri hoş görüp görmemek diye bir şey söz konusu değil ki. Elbette ki bunlarla dosttur ve Hz. Ali gibi bütün varlıktaki her zerreyi sevme de ve düşkünlüğünde olan bir insanın, onları sevmemesi diye bir şey, söz konusu olmaz.
Genel olarak 'mezhep' nedir? İslamiyet içerisinde mezheplerin oluşmasının ve mezhepler arasındaki farklılıkların nedenleri nelerdir?
? Son derece kapsamlı geniş bir soru. Ama bir mülakat çevçevesinde kısaca cevaplamaya çalışayım. Mezhep; gidilen yol anlamına gelen, bildiğimiz gibi Arapça bir kelimedir. İslam dininin itikadi ve ameli sahadaki düşünce kolileri diyebileceğimiz mezhepler, ister siyasi ve itikadi, ister ameli yani fıkh-i olsun dilimizde müştereken mezhep diye anılıyorlar. Bu böyle olunca da bazen bir karışıklığa sebep oluyor. Bu açıdan fıkh-i mezhepler ile itikadi mezhepleri, siyasi mezhepleri birbirinden ayırmak lazım. İtikadi ve siyasi mezheplere esasen Arap dilinde 'fırka' yani bugünkü tabiriyle parti diyebileceğimiz bir şekilde ifade ediyorlar. Şimdi mezheplerin oluşması ve doğuşum meselesi dediğim gibi çok kapsamlı. Ama Hz. Peygamber'in vefatını takiben karşılaşılan bir takım olaylarda, (bunlar; siyasi, içtimai, iktisadi, hukuki meseleler olabilir) sahabe döneminden başlamak üzere, özellikle sahabeyi hemen takip eden dönemden itibaren bir takım şahıslar bunlar üzerinde düşünerek, kendi görüşlerini ortaya koymaya başlıyorlar ve bu faaliyet zamanla her ferdin etrafında bir zümreleşmeyi doğuruyor. Yani bir taraftar kazanıyor. Zümreleşme hadisesi vuku buluyor ve bu tarzda sonuçlanma ile İslam dininde, İslam dünyasında biraz önce ifade ettiğimiz gibi, siyasi, iktisadi ya da fıkhı mezhepler ortaya çıkıyor. Şimdi mezheplerin ortaya çıkışı ve mezhepler arasındaki farklılıklar meselesinde, ben mezhepler tarihi hocası olarak öğrencilerimize, kitaplarımızda yazdığımız şekilde şu husustan başlıyoruz; bir kere mezheplerin doğuşundaki en önemli etkenlerin başında geleni, insanların siyaset ve yönetim işlerine düşkünlükleri. İktidarı ele geçirmek, insanları yönetmek, onlara hükmetmek ve egemenliği kendi elinde tutmak arzu ve istekleri. Şimdi bunu, eski Yunan filozoflarından beri bütün siyaset felsefesiyle uğraşan insanların ya da insanla ilgili uğraşan düşünürlerin ifade ettikleri bir gerçek. Bu arzuyu, bu isteği yerine getirmek hususunda Kuran-ı Kerim'i ve sünneti kendilerine destek alarak esas niyetlerini, yani yönetme arzularını, Kuran ve sünnetten biçilmiş kaftanların ardına gizleyerek bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir. Nasıl bugün siyasi partiler devleti ve milleti en iyi kendilerinin yönetebileceğini söylüyor ve bu işi gerektiren en doğru görüşlerin kendi partilerince ortaya konduğunu iddia edip, iktidar için hesaplar yapıyor, taraftar kazanma yollarını arıyorlarsa, İslam tarihinde gördüğünüz bu fırkalarda, kendilerince en iyi ve en doğru fırkalardır. İslamiyeti kendilerinin temsil ettiği, Kuran-ı Kerim'in ve sünnetin ancak onların görüşlerine bağlı kalındığı sürece tam anlamıyla ortaya konabileceğini, vücut bulabileceğini iddia etmektedirler. Şimdi insanlar üzerinde egemenlik kurmak yanında topluluk halinde yaşayan insanların bir de mensup olukları aile, kavim, kabile, aşiret hatta ırk açısından zümreleşmeleri de, fırkalaşma hadisesinde etkili olmuştur. Bunun en canlı örneği hilafet konusunda karşımıza çıkar. Hilafetle ilgili olmak üzere mesela 'Safife'de Hz. Peygamber'in vefatından hemen sonra, Medineliler yani Ensar ile Kureyş, (Muhacirun) birdenbire böyle bir aile taassubu ile karşı karşıya kalmışlardır. Aynı anlayış tabi daha sert kalıplar halinde bu defa Hz. Osman döneminde başlıyor. Özellikle Emevi soyuna mensup bazı valiler Cahiliye dönemindeki aile rekabetini diriltecek bir tavrı körüklüyorlar ve diğer soyların da kendi kabilelerine ve ashabiyetlerine sahip çıkma arzularını bir anlamda tahrik ediyorlar. Osman döneminde şunu kabul etmek zorundayız ki; gerçekten Emevi soyu ile Haşimi soyu arasında asırlardır devam eden çekişmeler, daha sonraları bir anlamda fırkaların doğuşunda çok önemli etkenlerden biri olmuştur, denirse mübalağa edilmiş olmaz. Neden? Çünkü bildiğiniz gibi Hz. Peygamber, peygamberliğe kavuştuğu sıralarda, yani Miladın 610 yıllarında, Mekke topluluğunda Kâbe hizmetleri dolayısıyla Emeviler daha ön planda idi. Yani daha zengin bir kabileydi. Abdülmuttalib'in mensup olduğu kabile ise yani Haşimoğulları ise daha asil, daha geniş olmalarına rağmen ekonomik açıdan onlardan daha geride idiler. Yani bir anlamda daha mütevazı, orta sınıfı temsil eden bir hüviyetteydiler. Ama asalet açısından ve kabilenin büyüklüğü genişliği açısından, dirayeti ve kudreti açısından Emevilerden hiç de geri kalır yanları olmadığı gibi bazı noktalardan çok daha ileri idiler. Şimdi Hz. Peygamber'in Mekke toplumunda ekonomik açıdan daha zayıf bir aile içerisinden peygamberliğe gelmiş olması, Mekke'nin Kâbe hizmetleri dolayısıyla ekonomisini elinde bulunduran Emevi soyunu birdenbire ikinci plana atmıştır. Çünkü İslamiyetin, temel esasları itibariyle soy, ırk ve bir takım çekişmelere prim vermesi kapı açması düşünülemezdi. Bunun için Emevi soyu Hz. Osman'ın halifeliğe gelişi ile birlikte Hz. Peygamber'le kaybettikleri nüfusu, yani gücü, yani imkânı yeniden elde etmenin fırsatını yakaladı. Ondan sonra da bunu en iyi şekilde, en sağlam şekilde ne pahasına olursa olsun devam ettirme yolunda hayli istekli ve gayretli oldular. Nitekim daha sonra Hz. Ali'nin halifeliğe getirilişi ile birlikte, Muaviye'nin bu kaybedilen imkânı yeniden kaybetmeme yolunda giriştiği hile ve desise, İslam tarihinde son derece açık ve net delillerle ortada durmaktadır. Yani biraz önce de ifade ettiğim gibi, insanların bu kabile ashabiyeti, yanikabile düşkünlüğü, kendi ailesine ve soyuna bağlılığı, bir anlamda İslamın getirmek istediği; insanların kardeşliği, eşitliği ve karşılıklı dayanışmayı, tıpkı Cahiliye dönemindeki yani İslam öncesi Arap toplumunda olduğu gibi, bu anlayışla o kötü akıbetine götürme şeklindeki bir çaba olmuştur. Şimdi bunun yanında fırkalaşma yani mezheplerin doğuşu ile ilgili olmak üzere Kuran-ı Kerim'de çok dikkat çekici bir takım ifadeler var. Yüce Tanrı, Tefrikayı yani fırkalaşmayı insanların parça parça ayrılmalarını zararlı olarak ifade etmiştir. Ve ısrarla insanın doğru yola yöneltilmesini ve ona iletilmesini, bir sayfada toplanmalarını istemiştir. Mesela der ki; En'am Suresinde 153. ayet 'bu benim dosdoğru yolumdur ona uyunuz, başka yollara uymayınız ki onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır'. Ya da Ali İmran Suresinin 103. ayetinde çok meşhur bir ayet, herkesin bildiği 'toptan Allah'ın ipine sarılın ayrılığa düşmeyin'. Şimdi Kuran-ı Kerim ayrılığa düşmenin zararlı olduğunu söylüyor da ama gene aynı Kuran-ı Kerim bu defa insanlara diyor ki; 'siz artık eskiden olduğu gibi atalarınızdan babalarınızdan, dedelerinizden gördüğünüz şekilde, doğru olup olmadığını araştırmaksızın bir şeye körü körüne bağlanmayın'. Yani doğru yoldan ayrılmayacağız tamam ayrılmayacağız ama bunun yanında insanlara Kuran-ı Kerim yeni bir şey daha getiriyor. Diyor ki; 'dinin gerçeğini öğrenebilmek için, anlayabilmek için, düşünmek ve akıl etmek şarttır.' Yani, dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve gerçeğini anlama gücüne sahip olan insana yöneltilmiştir. Yani insan aklına yöneltilmiştir. Yani aklı olmayanın dini de yoktur. Şimdi Kuran-ı Kerim'de bu açıdan yaklaştığınızda yüzlerce yerde 'Düşünmüyor musunuz? Akıl etmiyor musunuz?' tarzındaki sorular vardır. İbret almaktan bahsedilir, efendim araştırmadan bahsedilir. Örneğin; deve nasıl yaratılmıştır? Şimdi istediğiniz kadar deveye bakın, siz onun nasıl yaratıldığını, elinize bıçak alıp, neşter alıp bir fizyolog olarak, bir cerrah olarak bir başka bilim adamı olarak incelemezseniz nasıl yaratıldığını nasıl bileceksiniz? İşte Kuran-ı Kerim bu açıdan insanlardan akıllarını kullanmasını istemiş. İnsanlar; Allah'ın
nimetlerini, yani ayetleri (buradaki ayet Kuran-ı Kerim'de gördüğümüz cümleler anlamında değil, Allah'ın ayeti; varlık aleminde gördüğümüz, yani evrende gördüğümüz her bir nesne) üzerinde düşünecek, yani varlığın gerçeğini anlamaya yönelecek, gözlerini ve gönüllerini öğrenmeye ve bilmeye açacaklar. Şimdi Kuran'ın bu özelliği biraz evvel ifade ettiğim gibi, artık insanların atalarından gördüğüne körü körüne inanan insanlar değil; bilgili, araştırıcı, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın müminler topluluğu meydana getirmek isteğinin çok açık ve kesin bir delilidir. Ayrıca Kuran-ı Kerim'de ki bu emirler, tavsiyeler insanların inanma ve Kuran'ı kabul etmede tam bir fikir ve hareket serbestliği içinde bulunuşlarının da ifadesidir. Neden öyledir? Çünkü Kuran'ın izlediği metot sadece ikna metodudur, telkin metodudur. O görüşlerini anlayışını ortaya koyan insanların da bunlar üzerinde düşünüp taşındıktan sonra akıllarını kullandıktan sonra inanmalarını ister ve der ki 'Hak Rabbinizdendir, dileyen inansın dileyen inkar etsin''. Şimdi Kuran-ı Kerim bunu söylüyor ama bu iş bu kadar da kolay olmuyor. Neden olmuyor? Çünkü Kuran-ı Kerim'in bünyesinde mevcut olan bazı özellikler var ki farklı düşünmek imkanına zemin hazırlıyor. Bir kere şu var; bildiğimiz gibi insanların tüm anlayışları akılları idrakleri kesinlikle aynı düzeyde değil. Çünkü insanların bilgilerini, insanların akıllarının gelişmesinde, düzey dediğimiz olaya, içinde yaşadıkları coğrafyadan tutunuzda tarihi, ekonomik ve siyasi her türlü şartlar hatta iklim bile çok önemli ölçüde etkide etki etmektedir. Ve dolayısıyla diyelim ki Türkiye'mizde bile güneyde yaşayan insanla kuzeydekinin, doğuda yaşayan insanla batıdakinin nasıl belli olaylar karşısındaki refleksleri birbirine göre farklıysa, o insanların içinde bulundukları coğrafyanın ya da sosyal şartların gereği, eğitim düzeylerinin birbirine eşit olmaması neticesinde, anlama ve idrak kabiliyetleri düşünme ve yorumlama kabiliyetleri de aynı düzeyde ve aynı ayarda değildir. İnsanlar için bu böyle olduğu gibi, Kuran-ı Kerim'in üslubu, Kuran ayetlerindeki bir takım anlama zorlukları da, ister istemez insanlar arasında Kuran-ı Kerim'in anlaşılması ve yorumlanması konusunda ayrılıklar ortaya çıkarır. Nedir bunlar? Mesela Kuran-ı Kerim'de muhkem ayetler dediğimiz ve müteşabih ayetler dediğimiz ayetler var. Muhkem ayetler; herkesin çok kesin olarak bildiği, günlük dilde de kullandığımız başka anlamlara çekilemeyecek yani mecazi olarak yorumlayamayacağımız hükümler. Ama bir de müteşabih ayetler var. Müteşabih ayetler ise; yorumlanabilecek yani çeşitli şekilde anlaşılabilecek ayetler. Yani insanların ancak benzetme, sembol, mecazlar yoluyla yorum yapabilecekleri ayetler. Mesela; Kuran-ı Kerim'de işte sırattan bahsediliyor, cennetten cehennemden bahsediliyor, Allah'ın elinden kolundan, adım atmasından, arşa inmesinden veya çıkmasından söz ediliyor. İnsanoğlunun, biraz önce de ifade ettiğim gibi farklı düzeylerde bulunması, istese de istemese de bu ayetlerin yorumunu da farklılaştırıyor. Bu açıdan İslam dünyasında; aklı başında, bu meseleleri çok iyi düşünmüş, idrak etmiş ve çözümlemiş olan büyük bilginler, bu meseleyi, insanlar arasında doğacak olan ayrılıkların, Allah'ın ipiyle (yani Kuran-ı Kerim ve doğru yol) yani sırat-ı müstakim ile sınırlandırmışlar. Kuran'ın öngördüğü bu doğru yol, yani sırat-ı müstakimin esasları nelerdir? Şimdi bu esaslar hemen hemen bütün İslam kelamcıları tarafından 3 noktada toplanmıştır. Birincisi tevhittir, ikincisi nübüvettir, üçüncüsü meaddır. Tevhid; Allah'ın birliğidir. Nübüvvet; Hz. Peygamber'in peygamberliğidir. Mead de ölümden sonra dirilmek yani ahret inancıdır. Bunlar bir Müslümanın inanması gereken inanç esaslarıdır. Hz. Peygamber bu esaslara inanan bir kimsenin Müslüman ve mümin olduğunu çok açık ve kesin bir biçimde söylemiştir.
Esasen burada çok önemli bir kriteri, çok önemli bir ölçüyü dikkatinize sunmak istiyorum. O da şu; dini bir konunun inanç meselesi sayılabilmesi için, yani iman edilmesi gereken hususlarda olabilmesi için, mutlaka ve mutlaka kendisinde şu iki şartın bulunması lazım. Yani, bugün başlangıcından günümüze kadar hiçbir İslam alimi veya hiçbir Müslüman kalkıp da Allah'ın iki olduğunu söylememiştir. Çünkü Allah'ın bir olduğuna inanmanın şartlığını bizzat Kuran-ı Kerim söylemiştir. Ve burada herhangi bir ihtilafta yok. İkincisi; Müslümanların İslamın başlangıcından bugüne kadar herhangi bir meseleyi kabulünde birleşmiş olmak. Şimdi burada eğer Müslümanlar baştan itibaren Kuran-ı Kerim'in ayetleri üzerinde bazı ihtilaflar taşıyorlar ise o zaman bu mesele bir inanç meselesi, yani iman edilmesi gerekli bir mesele olmaktan çıkar. Ama yine dini bir meseledir. Bunu bu tarzda, yani başkalarının benimsediği tarzda siz benimsemezseniz yine teknik terimle ifade edecek olursak; siz dinin dışına çıkmazsınız. Yani kâfir olmazsınız. Yani İslamın dışına çıkmış sayılmazsınız. Örnekler verelim. Allah'ın sıfatlarını Müslümanlar nasıl anladı? Bir kısmı 'zatının aynıdır' diyor, bir kısmı 'zatının gayrıdır' diyor, bir kısmı 'ne zatının aynıdır ne de gayrıdır' diyor. Şimdi böyle bir durumda farklı düşünen insanların her biride yine Müslümandır, mümindir ancak durumları farklıdır. Mesela miraç olayı. Müslümanların bir kısmına göre Hz. Peygamber bedenen çıkıp gitmiştir ama bir kısmına göre miraç hadisesi tamamen bir manevi rüya, manevi bir yolculuk meselesidir. Şimdi bu tarzda 'hayır bedeniyle çıkmıştır' diyen adama siz 'kâfir' diyemeyeceğiniz gibi, öbür türlü düşünen insana 'bu adam kâfirdir' deme yetkiniz de yok.
Allah dünyada ve ahrette görülecek mi? Şefaat, nizam, cennet, cehennem bunlar nedir? Yani benzeri hususlarda, Kuran-ı Kerim'de bu anlamda değerlendirebileceğiniz bütün müteşabih ayetler, yani yorumlanması gerekli hususlar hakkında Müslümanların çok değişik ve farklı açıklamaları, İslam İnancının özüne ve aslına dahil değildir. Şimdi böyle olunca, onun bu açıklamalarının herhangi birini benimsemek ya da benimsememekle inanç esaslarının özüne bir zarar gelmez. Mesela; günümüzde çok aktüel bir mesele üzerinde duralım; Tesettür meselesi. Örtünme meselesi ile ilgili bu ayetin yorumu ve uygulanması ile ilgili, İslam dünyasında çok değişik dönemlerde, çok farklı coğrafyalarda, çok farklı görüşler var. Şimdi bu farklı görüşlerden dolayı örtünme hadisesini imanın bir parçası saymak, yani inancın bir parçası saymak, her şeyden önce biraz önce söylediğimiz gibi Hz. Peygamber'in de Kuran-ı Kerim'inde getirmiş olduğu esasları fevkalade zorlamak ve onları yanlış istikametlere saptırmak diye düşünülebilir. Bunun içindir ki Kuran-ı Kerim çok açık bir biçimde, bir muhkem ayetle, herkesin tereddütsüz değerlendireceği biçimde Nisa Suresinin 94. ayetinde çok net ve kesin diyor ki 'size Müslüman olduğunu bildirene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'sen mümin değilsin' demeyin' diyor. Böylece çok açık bir biçimde Kuran-ı Kerim; tevhid, nübüvvet ve mead esaslarına inanan bir kimsenin, bunlarla ilgili Kuran'da Kerim'de bildirilmiş olan bu müteşabihlerle ve diğer hususlarla ilgili olan farklı yorumlarından dolayı insanların kesinlikle ama kesinlikle tekfir edilemeyeceğini ileri sürüyor. Şimdi bu kadar açık bir biçimde insanların farklı yorumlarına imkan tanıyan, düşünerek akıllarını kullanarak Kuran-ı Kerim'i ve dini anlamalarını öğütleyen bir kitabın bir dinin içerisinde elbette ki çok değişik görüşlerde oluşumlar bulunacaktır. İşte mezheplerin oluşmasında ve doğuşunda sanıyorum ki özet olarak huzurunuza getirmek istediğim, getirdiğim bu esaslar ciddi anlamda etkili olmuştur. Dolayısıyla farklılıklarında bir anlamda nedenlerini bu anlamda ifade etmiş oluyorum.
Bir hususu daha hatırlatayım. İnsanın anlayışlarının farklılığından dolayı Kuran'ın ayetlerindeki bu müteşabihleri farklı yorumlayacağını belirtmiştik. Yani, 'Allah'ın eli' ifadesini cismani anlamda anlayanlar var. Yani evet 'Allah'ın eli' diyor 'işte şöyle bir şeydir' ya da 'sen bunu idrak edemezsin'. Oysa onu kudret anlamında anlayan, onun gücü olarak değerlendiren Müslümanlar da var. Bunun yanında tabi mezheplerin oluşmasında şu anda hatırıma gelen atladığımız önemli bir unsur daha var ki günümüzde bile varlığını bütünüyle çok etkili bir biçimde somut olarak hissettirmektedir. Bu da nedir? İnsanoğlunun içinde yaşadığı coğrafya, sosyal, kültürel, ekonomik ve tarihi şartlar da mezheplerin doğuşuna önemli ölçüde tesir etmiştir. Mesela; Hariciliği ele alınız. Hariciler bir kere bütünüyle Bedevi insanlardır. Yani şehirleşme olayına İbn-i Haldun'un Hadarileşme dediği olaya bir türlü intibak edemeyen ve kendilerini daha serazat hisseden bir topluluktur. Bu insanlar şehirleşme yolunda, Kuran-ı Kerim'deki yumuşaklık dolayısıyla kelime kelime anlamak suretiyle yorumlama yoluna gitmişlerdir. Mesela Mesih ve Mehdi inancı aynı şekilde tarihi, sosyal ve siyasal şartlardan oluşan bir takım görüşlerdir. Bahsettiğimiz etkenlerden bir kısmı ya da hemen hemen önemli bir kısmı, işte bu manada mezheplerin doğuşunda fırkalaşma hadisesinin vuku buluşunda önemli etkenler olmuştur. Bunları değişik makalelerimde de ifade etmiş olmamla beraber esas genel çerçevede "Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri'' başlığını taşıyan kitabımızda da teferruatlı bir biçimde ortaya koymuş durumdayız.
İlk Şii hareketlerinin en genel nedenleri ve sonuçları neler olmuştur?
? Doğrusu bütün sorular gibi bu da çok geniş kapsamlı bir soru. Belki bazı noktaları atlamış olmamız da atlayabileceğimiz düşünülebilir. Ama şunu ifade etmek mümkün burada. Bir kere Şia ve Teşeyyu konusu ve bu kelimelerin kullanılması mezhepler tarihi açısından oldukça ciddi bir takım güçlüklerle bizi karşı karşıya bıraktı. Çünkü Şia daha öncede ifade ettiğim gibi mezhep olarak, bir fırka olarak zuhuruna kadar, taraftar anlamında çok sık kullanılan bir kelimedir. Hz. Ali'nin hilafeti sırasında da Müslümanların uygulamalarla ilgili farklı görüşleri nazara alınarak topluluklarla ilgili, Şat-ı Osman, Şiat-ı Ali gibi Şiat-ı Muaviye ve benzeri bir takım toplulukları belirlemek için kullanılır. Kullanılırken de hiçbir zaman yukarıda ifade ettiğimiz gibi bir mezhep bir fırka kastedilmemiş. Umumi mahiyette ki bu kullanış, çok genel bir kullanıştır, günlük dilde ki kullanıştır. Bu kullanılış özellikle Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61 tarihinin gördüğü en feci hunharca şehit edilmesine kadar devam etmiştir. Bu hadiseden sonra Şia kelimesi, artık İslam dünyasında yavaş yavaş teknik bir terim olarak belli zümreleri kasteder hale gelmiştir.
Şimdi bu durumda tarihte; Hz. Ali'nin ve soyunun haklarını aramak ve yardım etmek için toplananları ve onlara taraftar olanları ifade ediyor, şeklinde görülüyor. Ama bunu yanında, gene tarihte gördüğümüz Emevi yöneticilerinden halifelerinden Mervan Bin El Hakem, hicretin 65inci yıllarında hilafet mevkiinde olmuştur. Onun zamanında bile Ümeyioğulları Şiası yani Şiat-ı Beni Ümeyye şeklinde bir kullanılışına da rastlanıyor. Şimdi bu kelimenin bir mezhep bir fırka anlamında olmamakla beraber Hz. Ali ve Ehlibeyet'e uyanlar ve onlara taraftar olup yardım edenler anlamında kullanılışına örnek olarak Ebu Vıknef isimli meşhur tarihçimiz (Ebu Vıknef Luhut Bin Yahya, ki vefatı 157'dir), Hz. Hasan'ın Küfelilere hitaben söylediği bir söze rastlıyor. Ebu Vıknef'in bize naklettiğine göre Hz. Hasan diyor ki 'sizler bizim taraftarlarımızsınız'. Yani Şiat-ı Muaviye Küfelilere hitaben bir söz sarf ediyor. Yine aynı şekilde Nasr Bin Müzayim El Münkari isimli meşhur tarihçi de (hicretin 212'sinde vefat etmiştir) Şia kelimesini ifade ederken 'Ali Talha ve Zübeyir Basra' da taraftarlarımı yani Şiati öldürürler' dediği ifadesiyle yine bir taraftar şeklinde kullanılır.
Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Hüseyin'in Kerbela'da feci şekilde şehit edilmesi yalnız Haşimoğullarının değil aynı zamanda Hz. Peygamber'in bütün Müslümanlara emaneti durumunda olan Ehlibeyte azami saygı, sevgi ve bağlılık hisleri ile dolu samimi Müslümanları da derinden sarsmış ve kalplerinde kapanmaz bir yara açmıştır. Nitekim bu acı ve acıklı hadise, Hz. Ali ve oğullarının haklarını aramak ve intikamlarını almak için ister samimi, ister başka amaçlarla ortaya çıkan bir takım zümrelerin bir kamuoyu oluşturmak veya başka bir ifadeyle siyasi manada Şiiliğin ilk işaretlerini veren bir takım hareketlerin nirengi noktası halinde gelmesine neden olmuştur. Bu bakımdan Kerbela Vakası ve ondan sonra ki olaylar, sanıyorum ilk Şii hareketlerinin en genel nedenleri olarak değerlendirilir.
Bir kere Kerbela Vakası, dediğimiz gibi İslam tarihinin ve o günkü Müslümanların unutamayacakları, bizlerin de unutamadığımız Emeviler için yüz karası, İslam ile katiyen bağdaştırılamayacak bir vahşet, bir hunharlık örneğidir. Bunu her yerde ve her zaman bütün Sünni kaynaklar da, bu manada ifade etmişlerdir. Şimdi Kerbela Vakası'ndan sonra biraz önce de ifade ettiğimiz gibi bu acı ve acıklı hadiseyi kullanarak ortaya çıkan, Hz. Ali ve oğullarının haklarını aramak ve intikamlarını almak gayesiyle girişilmiş bir takım hareketler var. Bu hareketlerin başında Temuabın Hareketi dediğimiz bir hareket geliyor. Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra Muaviye'ye karşı, ciddi anlamda girişilmiş olan ilk Şii olayı gibi görünüyor. Ancak Temuabın Hareketi gene Emevilerin baskılı, hoyrat ve kan dökücü davranışları sonucu başarısızlığa uğruyor. Neticede gene Hz. Ali ve ona taraftar olarak yola çıkan insanların (Mevaliler çoğunlukta olmak üzere) ciddi anlamda bir tenkile tabi tutuluyorlar. Yani bir anlamda ortadan kaldırıyorlar.
Şimdi Temuabın Hareketi'nden sonra karşımıza bu defa ikinci bir hareket olarak Muhtar Bin Ebi Üveyt çıkıyor. Muhtar Bin Ebi Üveyt; Muhtar Sakavi şeklinde şöhret olan ve oğlundan dolayı da Ebu İshak diye çağrılan bir isim. Bu isim Müslüm Bin Akil'in, Hz. Hüseyin'in Küfe'ye gönderdiği isim biliyorsunuz, Müslüm Bin Akil'in, Küfe'ye gelişi ile Muhtar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. Müslüm, Küfe'ye gelince doğruca Muhtar Sakavi'nin evine geliyor. Ne var ki Muhtar Emevi idaresine karşı isyana teşebbüse yanaşmıyor ve başlangıçta mütereddit bir tavır takınarak bir taraf kalıyor. Ancak daha sonra Küfe'den kaçarak fiili harekete kendisi bizzat başlangıç yapıyor ve Mehdi'nin yani Mehdi Ül Vasi'nin kendisini emir, vezir olarak seçmiş olduğunu ileri sürüyor ve Ehlibeyt'in kanını almak üzere yola çıkacağını söylüyor. Şimdi Muhtar, Irak'ta ve komşu topraklarda asırlardan beri mevcut olan o Mehdilik fikrini kavramını kullanmak suretiyle Küfe'lileri bir anlamda ayaklandırmaya gayret ediyor. Ama Muhtar'ın hareketi de bütün diğer hareketlerde olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlanıyor.
Neticede Hz. Ali'nin Hz. Fatıma' dan olmayan dördüncü veya üçüncü oğlu Muhammet Bin El Hanefî adına ortaya çıkmış iken Ehlibeyt adına ayaklanıyor. Bir ara kazanmış olduğu başarılardan ötürüde kendisine bir takım ilahi güçler vehmederek, neticede Muhammet Bin El Hanefî adına teşekkül eden ilk Şii fırkalardan Muhtariye Keysaniye fırkasının fikir babası olarak da karşımızda duruyor.
Sorunuzla ilgili olarak Muhtar'ın giriştiği bu isyanın, daha doğrusu ilk Şii hareketlerin bizim açımızdan bazı önemli noktalarına kısaca temas etmeye çalışalım. Bunlardan birincisi; İslam dünyasında kurulu düzene karşı ilk hareket bildiğiniz gibi Muaviye tarafından, Hz. Ali'ye karşı yani kurulu düzene karşı ilk isyan hareketidir. Sıffin'i ben bu tarzda değerlendiriyorum. Aslında Cemel'in özelliği biraz daha farklı. Cemel'de Hz. Ayşe ile Hz. Ali arasındaki gerdanlık olayından dolayı bir kıskançlığın, bir çekememezliğin başlıca etken olduğunu biliyoruz. Çünkü Hz. Ayşe Hz. Osman'ın icraatları karşısında çok şikâyet eder. Ve onu Hz. Peygamber'in yolundan sapmakla suçlayan bir insan. Ama o öldürülüp de Hz. Ali'nin başa geçirildiğini öğrenir öğrenmez bu defa Hz. Osman'ın mazlum olarak öldürüldüğünü ileri sürecek kadar bir anlamda duygusal davranmış. Belki de kadınlığın ya da gençliğin tesiriyle, gerdanlık hadisesinden dolayı Hz. Peygamber'e 'canım boşayıver gitsin' ifadesini, o ezikliğini, bir anlamda hıncını almak için girişilmiş bir savaştır. Yani düzene karşı olmaktan ziyade farklı bir şekilde değerlendirilir. Muaviye'ninki ise başa geçmiş, halifeliği tescil edilmiş olan bir insana karşı azınlığın iktidarı ele geçirmek yolunda giriştiği bir hile ve desise hareketidir.
Şimdi Muaviye'nin Sıffin'de giriştiği o hareketten sonra, gene aynı şekilde kurulu düzene karşı girişilen isyan hareketlerinden ikincisi de Haricilerin hareketidir. Ondan sonra cereyan eden Tevabun Hareketi Ucur Bin Adiyin hareketi ise (bunlar gene Araplar arasında) Araplardan oluşan, Arap gücüne dayandırılan hareketlerdir. Halbuki Muhtar'ın isyanı ile birlikte artık düzene karşı ayaklanma olayı Araplardan çok, Arap olmayan unsurlara yani Mevali denilen zümreye istinaden. Muhtar'ın olayı da; bir anlamda zayıfların savunmasından yani Hz. Ali ve oğullarına karşı bir intikam fikrinden hareket ederken, Emevilerin Mevali'ye karşı giriştiği son derece zalimane baskılı ve onları ikinci sınıf vatandaş gören tavrına karşı bir karşı oluştur, diye yorumlanabilir. Şimdi bu Şii olayların sonunda, İslam dünyasında artık yavaş yavaş karizmadan ziyade, bir takım kavramların ve eski kültürlerden oluşan anlayışların gündeme geldiğini görüyoruz. Neticede de bu hareketlerle birlikte artık İslam dünyasının muhtelif yerlerinde, yönetime karşı, Emevi topluluğuna karşı, ciddi anlamda diyebileceğimiz ve Emevi tarihinin hemen hemen tamamını dolduracak genişlikte, farklı mekânlarda bir gayri memnun kitlenin varlığı ve onların hareketlerini de görüyoruz. Bu İslam dünyasında bir anlamda fırkalaşma hadisesinde keskin oluşumların cereyan ettiği dönem olarak da değerlendirilir. Nitekim 'İmamiye Şiası' isimli kitabımda, Şiiliğin doğuşundan önceki bir takım olayları, Şiiliğin tarih sahnesine çıkışını, gelişimini ve sonuçlarını çok ayrıntılı bir biçimde gündeme getirmişimdir.
Mehdilik, Mehdicilik nasıl ortaya çıkmıştır? İslamiyet coğrafyasında yansıması nasıl olmuştur?
? Şimdi mezhepler tarihi açısından konuya yaklaştığımızda mehdilik tek başına bir inanç olarak ya da bir kabul olarak ortaya çıkmıyor. Hemen hemen mesih ile beraber değerlendiriliyor. Mesih ve mehdi inancı bu açıdan yalnız İslam kültüründe değil hemen bütün dinlerde, özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da önemli bir inanış.
Medeniyetlerin, kültürlerin hiçbir zaman saf ve mutlak olmadığı düşünülecek olursa insanlık daima değişik kültürlerden etkilenmiştir. Bu açıdan da insanlık tarihinde mehdi daha sonra mesih inancı, hemen hemen bütün dinlerde müşterek bir fenomen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan İslam kültüründe de mehdi inancı ile Mesih inancı oldukça mühim bir yer tutar. Hemen hemen bütün Müslümanlar tarafından şu ya da bu biçimde değerlendirilen anlaşılan bir vechesi vardır. Şimdi İslam dünyasında, mezhepler tarihi açısından konuya yaklaştığımızda, mesih inancı ön planda yer tutuyor. Çünkü Hz. İsa'nın zulümle dolmuş olan dünyayı yeniden adaletle yönetmek üzere yeryüzüne geri gelişi inancı yanında bir de mehdi inancımız var. Ve bu da zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracak olan bir mehdinin kanaatidir. Şimdi İslam dünyasında mehdi inanışıyla alakalı çok değişik tezahürlerle karşı karşıyayız. Mesela Şiilik, mehdiliğe inanmayı bir inanç esası olarak mütalaa ederken hemen hemen diğer fırkalar diğer topluluklar mehdiyi bir inanış olarak kabul etmekle beraber, bunu imana dahil bir esas olarak, bir inanç esası olarak görmemektedir. Şimdi son derece değişik tezahürler ve inanışlar olan bu konuda Kuran-ı Kerim'in özünde Hz. Peygamber'in Sahih Sünnetinde mehdinin dönüşüyle alakalı mesihin dönüşüyle alakalı net ifadeler bulmak mümkün değildir. Kuran-ı Kerim'de hele hiç yoktur. Bundan dolayı, böyle bir meseleyi, benim kanaatımca insanlığın müşterek bir kültür değeri olarak mütalaa etmek gerekir. Kaldı ki ben, bu meselenin mezhepler tarihi açısından geniş ve ciddi bir tartışmasını 1981 yıllarında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergisinde yayınlamıştım. Ama bu yayınlanmış olan makaleyi, geniş araştırmayı daha sonra 'Ehlibeytliğin Çağımızda İntikali İslam Mezhepleri' isimli kitabımızda da bir ek olarak kamuoyuna belirtmiş durumdayız. Daha geniş bilgileri, mesela mehdiliğin mesih inanışıyla, ondan sonra Doseptsizim dediğimiz Ricat ile, diğer inanışlarla aynı şekilde tesadüf ettiğini ortaya koyabiliriz. Aynı zamanda mehdilik inanışının 12 İmamdan önce nasıl değerlendirildiğini, kaybolan 12inci İmam'ın bugün beklenen mehdi olarak hangi etkileri taşıdığını, Şii fırkalarında, İmamiye fırkalarında geniş olarak görüyoruz. Sadece Şiilikle ilgili değil, diğer Sünni kaynaklarda da mehdi hakkında ileri sürülen çok değişik anlayışlar söz konusu olmaktadır. Ama netice itibariyle, kıyametten önce gelecek bir mehdi fikri, hadislerin zayıflığına ya da bu konudaki rivayetlerin çok değişik hatta çelişkili olmasına rağmen, bütün canlılığıyla İslam dünyasında ayakta durduğunu söylemek mümkündür.
Şiilik nedir? En önemli temsilcileri kimlerdir? Temel kaynakları nelerdir?
? Şimdi takdir ederseniz ki böyle bir soru çerçevesinde Şiiliğin hemen tanıtılması ve en önemli temsilcilerini, kaynaklarının ortaya koyulması doğrusu fevkalade zor bir iş. Ama elimden geldiğince ana hatlarıyla kısaca birtakım özelliklerini söylemeye çalışayım. Şia, daha önce bir vesile ile ifade etmiştik Arapça'da Şea kökünden gelme bir kelime. Çok değişik anlamları var. Mesela; miktar, süre, sıra, aslan yavrusu, bir insanın yardımcıları ve ona uyanlar, aynı görüşte olmasalar bile bir şey üzerinde birleşen topluluk, fırka, bölük, yayılmak anlamlarına gelen zengin anlam çerçevesi bulan bir kelime. Bunlar arasında teknik açıdan en yaygın olanı; taraftar, yardımcı, fırka, bölük anlamında kullanılmasıdır. Kuran-ı Kerim'de kullanılışı da hemen hemen taraftar, fırka, bölük anlamında.
Terim olarak ise Şia; Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali ve Ehlibeytine halifelik için en layık kişi olarak gören ve onu meşru halife olarak kabul eden, ondan sonraki halifelerinde onun soyundan gelmesi gerektiğine inanan topluluklara verilen müşterek ad. Şimdi ancak bu kelimenin 'Şia' ve 'Teşeyyu' kelimelerinin kullanılması, mezhepler tarihi açısından oldukça ciddi, değişik bir görünüm arz ediyor. Arapça da, taraftar anlamında çok sık kullanılan bir kelime olmasına rağmen, mezhepler tarihi kaynaklarında artık doğrudan doğruya biraz önce tarif ettiğimiz şekilde Hz. Ali ve Ehlibeytinin, onun soyundan gelenlerin, Allah'ın emriyle yani vasfıyla, tayinle Hz. Peygamber'in yerine halife olarak gelmesi gerektiğine inananlar için verilmiş olan bir isim. Tabi burada Hz. Ali ile ilgili hilafet mevkiine gelme meselesi söz konusu değil. Bir kere nas ve vasiyetin ortada bulunması zorunluluğu var. Yani Tanrı'nın emriyle ve Hz. Peygamber'in vasiyetiyle halifelik mevkiine gelme meselesi söz konusu. Onun dışında masum olma meselesi var.
İmamet mevkiine geçmiş olan bir insanın masumiyeti son derece önemli bir unsur olarak, bir özellik olarak göze çarpıyor. Ama şöyle bir genelleştirme yapacak olursak ya da mevcut olan birikimleri bir derleyecek
olursak o zaman Şiayı; Hz. Ali'ye taraftar olan, Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den sonra insanların en üstünü yani eftal olduğuna inanan, Hz. Ali'nin bizzat Hz. Peygamber tarafından İmamlık ve halifeliğe tayin olduğunu, dolayısıyla Ehlibeytin ve halifeliğin, onun ve Ehlibeytin hakkı olduğunu kabul edenlerin ve Hz. Ali'den sonraki imamlarında mutlaka onun soyundan gelmesi gerektiğine inanan imamların, büyük ve küçük her türlü günahtan korunmuş olduğuna, masum olduğuna ve özel bir bilgi ile donatılmış bulunduğuna iman edenlerin, inananların teşkil ettiği topluluk şeklinde tarif etmek mümkün.
Şimdi bunlar Şiiliğin genel vasıflarını belirtmesi bakımından doğru tespitler. Ancak bu durumda cevap bulmamız gerekli olan bazı sorular var. O da yani Hz. Ali'nin ve Hz. Peygamber'in zamanında vücut bulmuş bir fırka gibi bu tariflerden ortaya çıkan bir sonuç önümüze geliyor. Oysa Şiilik, Şiilerin hemen ittifakla böyle olduğunu ileri sürmelerine rağmen Hz. Peygamber devri şöyle dursun, Hz. Ali'nin hilafeti zamanında bile bir fırka olarak ortaya çıkmış değil. Arap dilinde de günlük hayatta kullanılan Şia kelimesi, daha sonra gelişen olaylarla, her şeyden evvel cereyan eden siyasi olaylar sonucunda, Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesinden sonra kısmen duygusal olarak, fikri anlamda yavaş yavaş teşekkül etmeye başlamış ve hicri 1'inci asrın sonlarına kadar bu görüşler bu tarzda devam etmiş sonra yavaş yavaş Şiilik bir fırka olarak ortaya çıkmaya başlamıştır demek belki doğru olabilir. Tabi söylediğimiz gibi bu son derece geniş olan bir konu. Doğuşu olsun, tarih sahnesine çıkışı olsun, gelişmesi olsun çok uzun açıklamalar icap ettiren bir mesele. Bunları da çok geniş bir biçimde, hatırladığım kadarıyla 1984 yılında yayınladığımız 'İmamiye Şiası' isimli eserimizde ortaya koyduk. Şimdi en önemli temsilcileri kimlerdir? Kendi temel kaynakları nelerdir? diye şey yapıyoruz.
Şiiliğin teşekkül edişinden, ortaya çıkışından sonra İslam dünyasında Şii dünyaya girmiş olan, yani özellikle Sefirler Döneminden sonra Gaybeti Kübra Döneminde ve Büheyoğulları Döneminde başlamak üzere İslam dünyasında kalem oynatmış eser yazmış olan pek çok Şii ve Şii temsilci mevcut. Mesela Sünnilerinki bir mukabele olmak üzere bir karşılık olmak üzere değerlendireceğimiz, hadis külliyatı olarak ele alabileceğimiz dört önemli eser var. Bunlara 'Dört Kitap' veya 'El Kitubûl Erba' ismi veriliyor. Bunlar, her şeyden evvel, dördüncü hicri yüzyıldan itibaren yani 10. yüzyıldan itibaren artık Şiiliğin, Şii edebiyatı, Şii literatürü içerisinde Şii külliyatının teşekkül etmeye başladığı dönem olarak değerlendirilmelidir. Buralarda Kuleyni olsun, Şeyh Mufit olsun, Tusi olsun bütün bunların hepsi daha baştan itibaren Şiiliğin ve kendisine göre bir külliyatını, ulema zümresini değerlendirir. Arkasından Büheyoğullarından hemen sonra karşımıza çıkan değişik dönemlerde gene Moğollar yani İlhanlılar Döneminde tefsir faaliyetlerinin ön planda tutulduğu, efendim Şeyh Tabersi'nin meşhur tefsirleri, ki burada 'Kitab-ül Camil Cevani Tefsiri Kuran', ki son derece önemli. Gene aynı şekilde İlhanlılar Döneminde Nasurettin Tusi onun biliyorsunuz Şah Döneminde bile 'Ahlâk-ı Nasıriye Ve Tecebül Lakayıt' isimli meşhur eserleri son derece önemli. Bunlarda Şii felsefenin, Şii düşüncenin esaslarını bulmak mümkün. Aynı dönemler içerisinde Halli ile beraber karşımıza çıkan Tusi'nin diğer çalışma arkadaşlarından 'Şeraül-i İslam yazarı Sayit El Halli' de çok önemli isimlerden biri. Daha sonra işte Safaviler döneminde bu defa Usuli ve Ahbari zümrenin ilk nüveleri olmak üzere bir takım çalışmalar yapılmaktadır ki bunlar daha sonra özellikle 19. yüzyıldan 18. yüzyıldan itibaren Şii dünyasında çok daha farklı bir takım anlayışları, bir takım inanışları ortaya getirmiştir.
Şiiliğin Sünnilikten ayrılan inanç, ibadet, yaşam, anlayış farklılıkları nelerdir? Mezhepler tarihi açısından bu farklılıkları anlatır mısınız?
? Bu da aynı şekilde çok geniş bir soru tabi. İnanç ve ibadet bakımından farklılıklar öyle çok önemli değil. İnanç bakımından hemen ifade edebileceğimiz bir tek önemli fark var; imam inanmanın inanç esası arasında mütalaa edilmesidir. Daha önce bir vesile ile ifade etmiştik. O ilk mezheplerin doğuşuyla alakalı sorularınız sırasında İslam dünyasında genel kabul gören, inanç esasını belirleyen 3 temel çerçeve, 3 temel nokta var. Tevhit, nübüvvet ve mead dediğimiz inanç. Yani Allah'ın birliği, peygamberin peygamberliği ve ahiret inancı.
Şiilik ise; Sünnilikten farlı olarak inanç esasına bir de imama inanmayı, yani başta bulunan insanların veyahut da gelmesi gereken mevkiinin kabulünü bir inanç esası olarak değerlendirmiştir. Bu çok önemli bir farktır. İbadet bakımında önemli farklılıklar yok. Yani sadece bütün kabuller aynı, yani namazı var, orucu var, haccı var, zekatı var ve bütün bunların hepsi aynı. Ancak uygulamada farklılıklar var. Mesela Şiilikte namaz, Sünnilikte olduğu gibi 5 vakit değil 3 vakit kılınır. Sabah namazı kılınır, öğle ile ikindi birleştirilir, akşam ile de yatsı birleştirilmek suretiyle 3 defa da 5 vakit namaz kılınmış olur. Onun dışında bugün de uygulamada olan nikâh bakımından farklılıklar var. O da mesela Şiilik hâlâ daha geçici nikâhın Sünnilikten farklı olarak yürürlükte olduğu inanışını kabul etmektedir. Bununla ilgili diğer bazı farklılıklar vardır ki bunlar çok önemli farklılar olarak mütalaa edilmemeleri lazım gelir.
İmamların yaşayışları ile onları inançlarının merkezine koyan Şiilerin onları algılayış farklılıkları nelerdir?
? Bu tabi çok farklı bir soru. Şimdi 12 İmamın hayatı hakikaten çok değişik bir seyir gösteriyor. Bir kere bu insanlar benim kanaatime göre, son derece belirgin bir şekilde Kuran'ın özüne uygun bir yaşam tarzını benimsemişler ve bütün hayatlarını bu şekilde geçirmişlerdir. 12 İmamla ilgili gerek 'Çağımıza İntikal İslam Mezhepleri'n de gerek 'İmamiye Şiası' isimli kitaplarımda verdiğim bunlarla ilgili bilgileri de çok açık bir biçimde görmek mümkündür. Keza 'İmam Ali' başlığıyla Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında çıkan eserimizde de İmam Ali ile ilgili yazdıklarımızda da görülmektedir ki bu insanlar Kuran'ın belirlediği veya özlediği, istediği insan tipinin olması gerektiği davranışlar içerisinde yaşamış olan kişiler. Şiiler ise bir anlamda bunları İran coğrafyasının ya da Sasani zihniyetinin etkileri ile yeni bir biçime kavuşturmak ve onları bir anlamda da bütünüyle siyasallaştırmak yolunda bir anlayışı benimsemek suretiyle değerlendirmiş ve ona göre bir anlamda bunları yeniden kendilerine göre ortaya koymak yoluna gitmişlerdir. Yani başka bir ifade ile söyleyecek olursak 12 İmamın tarihi kişiliği ile Şiilerin 12 İmamı ortaya koyuşları birazda efsaneleştirmeleri arasında çok ciddi farklar vardır. Bunlarda benim kanaatimce belki bir fırkacılık, bir mezhepçilik anlayışı bakımından onlar için doğru görülmekle beraber, insanlık için ve o şahıslar için, İmamlar için yanlış yapılmış işler olarak mütalaa edilmelidir, diye düşünüyorum.
Önemli eseriniz "Türkiye'de Alevilik Bektaşilik" ve diğer kaynaklarınızda, "Türkmen Sünniliği" kavramından bahsediyorsunuz. Aynı zamanda Heteredoksi kavramına itinayla yaklaşıyorsunuz. Türk Sünniliği ve Heteredoks çizgiye yakın Türkmen Sünniliği ve bundan farklı olan Kızılbaşlık ve Bektaşilik arasındaki farklılıklar nelerdir?
? Şimdi, benim kanaatimce, burada çok önemli bir nokta gündeme getirilmeli. Benim kullandığım Türkmen Sünniliği doğrudan doğruya, bizim ülkemizdeki bu coğrafyanın Müslümanlığı için bir anlamda kullanılmış olan bir tabirdir. Arap ve Acem dünyasındaki kitaplarımızda belirlenmiş ve çerçevesi çizilmiş olan Sünnilik kavramından çok farklı bir anlamı ifade ediyor. Yani bir anlamda ifade etmek istiyorum; Türklerin tarih boyunca İslamlaşma hadisesinden başlayan ve onların inanma macerasını, bir anlamda günümüze kadar ulaştıran bir çizgi için kullanılan bir tabirdir. Yani, buna 'Türk Müslümanlığı' da diyebilirsiniz, 'Türklerin Müslümanlığı' da diyebilirsiniz. Ya da 'bu coğrafyanın Müslümanlığı' adını da kullanabilirsiniz. Bu açıdan benim burada kullandığım 'Türkmen Sünniliği', her şeyden evvel Alevilik ve Bektaşiliğin de içinde olduğu, bir anlamda Arap ve Acem tesirinden sıyrılarak, Türklerin daha Orta Asya'dan, İslamı kabul döneminden itibaren yaşadıkları ve yaşamayı sürdürdükleri gelenek ve göreneklerin ağır bastığı, eski inançlarında bir anlamda Tevhit inanışına, yani "Allah'ın birliği" inanışına ters gelmediği sürece, herkes tarafından paylaşılan ya da paylaşılması gerekli olan Şamanizm de dahil olmak üzere belki diğer coğrafyadaki dinler de dahil olmak üzere, benimsenmiş olan inanışların anlayışın yaşandığı, yaşatıldığı bir düzen, bir inanç, bir esas olarak kabul etmek mümkün olabilir.
Şimdi böyle bir durumda benim, sizin de belirttiğiniz gibi bir kısım yazarlar tarafından başlatılmış olan ve Hıristiyanlıktaki esas göz önüne alınarak ortaya konmuş olan 'Heteredoksi' kavramıyla ciddi anlamda bir sorunum var. Benim kanaatimce Heterodoksi ve Ortodoksi kavramları, eğer İslam göz önüne alınacak olursa, bundan dolayı Kuran göz önüne alınacak olursa, bu dinde yani İslam dininde, yeri bulunmayan ve oturtamayacağımız, bir tabir olarak ortaya çıkar. Çünkü Ortodoksi ya da Heterodoksi tabirini kullandığımızda, karşınıza iman esaslarını ve bir kimsenin Müslüman olup olmamasını belirleme durumundaki bir karar mekanizması, karar makamı ortaya çıkar. Ben bu karar makamının, İslam dünyasında bulunmadığı inanışını taşıyorum. Neden bunu taşıyorum? Çünkü Kuran-ı Kerim; düşünce dünyası içerisinde, bir aracı sınıf kabul etmemek suretiyle, insanların ne tarzda ve nasıl inanmaları gerektiğini satır satır belirleme yöntemiyle, inanç esaslarını belirleyecek bir sınıfa, bir ayrı zümreye yer vermemiştir. Böyle olunca da artık, bir kimsenin, benim çok sık tekrar ettiğim bu inanışta çok önemli bir nirengi noktası olarak gördüğüm, size Müslüman olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici menfaatini gözederek, "sen Müslüman değilsin", tarzındaki bir inanışı ve anlayışı bir emir olarak, kendi sayfaları arasında yer veren Kuran-ı Kerim'in, inanma meselesinde 'artık sen benden daha çok inanıyorsun, senin inancın bana göre daha doğrudur, yanlıştır' tarzındaki bir iddiayı belirlemek veya onu öne geçirmek suretiyle insanları sınıflara ayırmanın, İslamda yeri olmadığı inanışını taşıyorum. Bunu söylerken de bir mezhepler tarihçisi olarak hadiseye yaklaştığımı çok iyi biliyorum.
Biz biliyoruz ki; bütün İslam dünyasında, baştan itibaren ortaya çıkan mezheplerin her biri de, kendilerinin hak mezhep olduğunu, kendileri dışında kalan bütün mezheplerin ise "dalalet fırkası" yani, bir sapık mezhep olduğunu iddia etmişlerdir. Buna Sünniler de dahil. Meselâ bir Şii için, Harici için, Sünni olarak belirlediğimiz fırkada bir dalalet fırkasıdır. Yani burada bir anlamda "Şeyhin kerameti kendinde menkul", dermişçesine mezhepler, kendilerinin doğruluğunu ileri sürüyor ki bunun da böyle olması normaldir. Çünkü herkes bir hata üzerinde birleşmez. Eğer bir gurup teşekkül etmiş ise o; olaylara, hayata bakış tarzına, inanç esaslarına bakış tarzına göre kendisine bir şekil kazandırıyor ve doğru üzerinde birleşiyor. Kendi doğrularına uymayanları da yanlış olarak değerlendiriyor.
Şimdi bu noktadan hareket edecek olursak; biz artık, bizim dışımızdaki kimselerin 'Heterodoks' olarak değerlendirilmesiyle bir şey tespit etmiş olmuyoruz. Sadece onları bizim açımızdan belli bir yere yerleştirmiş oluyoruz. Ben, bu noktadan bakarak, Türkiye'deki Alevilik Bektaşiliğin düşünce bazında, inanış bazında, kendisini Sünni olarak farz eden Müslümanlardan farklı bir bakış açısı içerisinde olduğunu düşünmüyorum. Hayata bakış açısı, ibadet ve birtakım uygulamalarda farklılıklar elbette var. Bunların hepsi muhtelif zümrelerde, hatta Sünni dediğimiz zümrelerin içinde bile çok değişik şekilde tezahür ediyor. Bir manada, mezheplerin doğuşunda ifade ettiğim gibi; o insanların yetiştikleri coğrafyaya, kültürlere, içinde bulundukları şartlara (buna ekonomik şartlar, sosyal şartlar da dahil), ona göre şekillenmeleri suretiyle ortaya çıkmış olan fikir manzumesi veya inanış manzumesine göre yeni bir tavır, yeni bir anlam kazanmaları şeklinde ifade edilebiliyor.
Bu açıdan ben, 'Türkmen Sünniliği' dediğim, bu coğrafyanın Müslümanlığı içerisinde yaşayan zengin bir tarih ve inanç kültürünü; bir önceki inanışlardan da, gelenek ve göreneklerden de oluşmak suretiyle de gelişmiş bulunan inanç manzumesini bu isim altında değerlendiriyorum. Böyle olunca da artık Kızılbaşlık, Bektaşilik gibi değişik isimler altındaki zümrelerin, değerlendirmesini de hep bu çerçeve içerisinde ele almak durumundayım. Ben meseleyi öyle görüyorum. Bu açıdan benim için kesinlikle Alevilik, Bektaşilik, Kızılbaşlık ve benzeri isimler altında toplayabileceklerimizin hepside bir heteredoks zümre değil; doğrudan doğruya bu toprağın, bu kültürün, daha önceki kültürlerle bugüne ulaşmış şeklini yaşatan, İslamın tasavvuf kültüründen de geniş şekilde etkilenmek suretiyle, bir sentezini ortaya koymuş olan zümreler için kullandığım, değerlendirdiğim bir isim olarak, kavram olarak, gündeme getiriyorum. Bu kabul edilir ya da edilmez. Ben onunla ilgili değilim. Ama söylemek istediğim bu. Yani, Türkiye'deki Sünniliğin de son günlerde gördüğümüz sağlıksız görüntüleri bir yana, Selçuklular döneminde de, Osmanlılar döneminde de, Anadolu insanının Sünniliği ile, Anadolu insanının Aleviliği Bektaşiliği arasında, ibadetteki uygulamalarında birtakım farklılıkları bir yana, inanç itibariyle, görünüm itibariyle, kültür bütünlüğü itibariyle bir fark olmadığı, ayrı bir çizgi, ayrı istikametlerde yürüyen bir yol olmadığı inanışını paylaşmamdan sonuçlanan bir ifade olarak duruyor.
Kızılbaşlar, Rafiziler, Kalenderiler gibi Alevi zümrelerinin bazı maksatlı yakıştırmalar, zorlama ve abartılarla kapsamlarının genişletildiğini söylüyorsunuz. Fakat sayı ve etki bakımından Sünni Türkmenliğinden oldukça fazla olan bu Alevi guruplarında; Türk Sünniliğinden çok daha fazla, İslam öncesi Türk inançları ve diğer kültür ve inanç pratikleri var. Gerçi bunu siz de dolaylı olarak dile getiriyorsunuz: "Çünkü din, tarih boyunca ona inananların milli ve mahalli kültürleriyle yaşamış ve zenginleşmiştir" diyorsunuz. (Türkiye'de Alevilik-Bektaşilik, s. 110) Bunların nedenleri sizce nelerdir?
? Sayın Aydın bu sorunuz oldukça kapsamlı. Ama hemen şunu ifade edeyim. Kızılbaşlar, Rafiziler, Kalenderiler, Hayderiler gibi Alevi zümrenin, kapsamının genişletildiğinden bahsederken bizim kastettiğimiz; Osmanlı döneminin (o hatırlamak istemediğimiz), yöneticilerin, bu zümreleri belli bir yasak altında tutmaya başladığı dönemlerde, o zaman kabul gören Bektaşi tekkelerine sığınmış olmalarından dolayı kapsamın genişletildiğini söylüyorum. Yani değişik kesimlerde, değişik isimlerde bulunan inanışlar kendilerini emniyet altında tutabilmek için, bu şemsiyenin altına girmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bunun durumu o.
Alevi guruplarında İslam öncesi inanç pratiklerinin bulunması son derece doğal. Bu, dinler tarihinin, sosyolojik açıdan önümüze getirdiği bir gerçektir. Hangi din, hangi coğrafyada doğmuş olursa olsun, hangi tip insanlar tarafından genel kabul görmüş olursa olsun, bu dini kabul eden insanlar, bulundukları coğrafyanın; kültür ve inanç pratiklerinden, istese de istemese de etkilenirler.
Size bir örnek vereyim, Kuran-ı Kerim, kesin hatlarıyla bildiğimiz bir kitap. Kuran-ı Kerim üzerine oturmuş bir de İslam topluluğu, İslam medeniyeti var. Bu topluluğun oluşması safhasında da, bir Arabistan coğrafyası var. Yani Mekke ve Medine coğrafyası var. Şimdi Kuran-ı Kerim'deki genel esaslar, doğrudan doğruya yüce Tanrı'nın, Allah'ın insanlara getirdiği hükümler olmasına rağmen, bu dinin müesseseleşmesi, yani kurumsallaşması döneminde karşımıza çıkmış görüntülerin tamamı ise, dayandığı toplum yapısı gereği Arap'tır. Teşkilat bakımından Arap'tır, kültür bakımından Arap'tır, yaşayış biçimi bakımından Arap'tır. Bunun böyle olması da kaçınılmaz. Çünkü, Hz. Peygamber, o toplumda yaşıyor ve Kuran-ı Kerim o topluma gelmiş olan bir kitap. Şimdi böyle olunca kurumsallaşma safhasında, elbetteki o günün insanları, İslam öncesi Arap coğrafyasının teşkilat yapısından, davranış biçiminden, görüşlerinden, kültürlerinden birçok şeyi İslamlaştırmak suretiyle günümüze kadar devam ettirmek yollarını bulmuşlardır.
Aynı şekilde meseleyi böyle alıp Türklerin Müslüman oluşlarına getirirseniz, Türklerin yaşadığı coğrafya ile Arapların yaşadığı Mekke ve Medine coğrafyaları birbirlerinden son derece farklı. Üstelik temasları itibariyle, kültürleri çok farklı. Orta Asya'da yaşayan Türklerin temas ettikleri, beraber oldukları çok değişik inanışları ve çok değişik davranış biçimleri var. Yeni Müslüman olan Türklerin bunları bütünüyle terk ederek, herşeyi sıfırdan aldıklarına ve ona göre yeniden bir oluşum içine geçtiklerini düşünmek de, bana göre hayaldir ve yanlıştır. İslam öncesi Türk inançlarında, özellikle (Şamanizm bir din olmamakla beraber bir davranış, bir inanış, bir yaşayış felsefesi biçimi olarak) karşımıza çıkan bu geniş kültten ve o zamana kadar ki yaşattıkları kültürlerinden, inanç pratiklerinden hemen hemen tamamını bu defa İslamlaştırma suretiyle yani daha önceki kavramlarının yerine bu defa İslam kavramlarını geçirmek suretiyle bir adaptasyona tabi tuttular. Onları da bugüne kadar yaşattılar. Bu anlamda gerçekten çok ilgi çekici, Türk tarihinde kendilerini Sünni olarak gören insanlarda bile bu pratikleri çok daha değişik bir şekilde görürsünüz.. Peki ne olmuştur? Şehirleşmiş. Şehirlerde, medresenin de yani okulun da etkisiyle bir anlamda dini, yazılı kaynaklardan takip etme durumunda bulunan insanlarda var. Bu defa İslam hukuğunun, kılı kırk yaran o esasları, her defasında biraz daha fazla yer tutarak yerleşmeye başlayınca, şehirli Müslüman ile göçebe, yarı göçebe Türkmenlerin, kırsal kesimdeki Müslümanlar ile arasındaki farklar daha bir belirgin hale gelmeye başlamıştır.
Ama bütün bunlarda unutmamamız gereken husus şudur; hemen hemen Türklerin başlangıçtan itibaren İslam oluş dönemindeki hakim bakış açısı, hakim mensubiyet, doğrudan doğruya tasavvufun etkisiyle gelişmiştir. Tasavvufun etkisiyle gelişen bu İslam hayatında da bizim eski İslam öncesi Türk dünyasında gördüğümüz kam ve ozan tipini bu defa dedeler, babalar ve atalar almaya başlamıştır. Bu böylece Yesevi zihniyetinin, Yesevi düşüncesinin görüşlerinin aynı sadelik içerisinde, sözlü gelenek halinde bu defa Anadolu'nun muhtelif kesimlerinde ve topluluklarında yaşamasına şahit olursunuz. Birçok örnek vermek mümkün.
Bugün Türkmenler arasında bile tazeliğini muhafaza eden, menkıbeler haline dönüşen, hatta kendilerine Sünni dediğimiz kitleler arasında bile yaşamakta olan, ama Alevilik-Bektaşilik en geniş şekliyle, en canlı şekliyle yaşayan, mesela;
· kuş donuna girmek,
· taşlar ve kayalar oynatmak,
· ejderhaları yok etmek,
· sığır kurbanı,
· münafıkları hayvan şekline sokmak ve benzeri birtakım anlayışlar ve inanışlar,
· kurşun döktürmek
gibi inançlar her şeyden evvel Türk Şamanlığı'na ait kültlerin bugün bile yaşamakta olduğunun çıplak delilleridir. Bununla ilgili olarak yine o dönemin muhtelif dinleriyle ilgili birtakım kalıntıları da hâlâ aramızda kendi kültürümüzün içerisinde yaşadığını görmek mümkün. Yani eski Türk inançları derken, bunları kesinlikle İslamın dışında ve farklı bir bakış açısıymış gibi yorumlamak da benim kanaatimce son derece yanlış bir değerlendirme olur diye düşünüyorum.
Bir başka hususu daha söylemek istiyorum ki bu değişmeyen bir unsurdur. Kabulü mutlaka şart olan hususlardan birisidir. Hangi şartlarda olursa olsun bir din değiştirme hadisesi, İslamlaşma hadisesi, bir şeyin kurşun kalemle yazılmış yazılarının silinerek sıfırdan yeniden yazılması şeklinde anlaşılmaması gereken bir husustur. Çünkü; insanlar mutlaka ama mutlaka, kendi dayandıkları o kültürlerinin daha sonraki dönemlerde de sürdürülmesini elbette ki isteyeceklerdir. Bu, dinler tarihinde her zaman karşılaştığımız bir husustur. Bir Alman, Müslüman olduktan sonra tüm içtenliğiyle benimsediği İslamiyeti yaşarken, yaşantı itibariyle, dünyaya bakış tarzı itibariyle, daha önceki yaşamını bir tarafa bırakamaz.
Aynı coğrafya ve din içinde bulunsalar da, İran'da neden Sünnilik değil de Şiilik yayılıp gelişmiştir. Eski İran dinleri ve kültürlerinin özellikle Zerdüştlüğün bunda etkisi olmuş mudur?
? Doğrudur. Biraz önce de söylediğimiz gibi, dinlerin herhangi bir coğrafyada ki insanlar tarafından kabulünde, eski kültür ve inanışları son derece önemli bir etki yapmaktadır. İran'da çok uzun asırlar boyunca yaygın bir din olan ve kabul görmüş olan Zerdüştlüğün etkisi fevkalade hakim durumdadır. Aynı şekilde, yalnız Zerdüştlük meselesi değil; Sasani medeniyetinin o getirmiş olduğu yaşayış biçimi ve anlayışı içerisinde Şiilik, Sünniliğe göre İran'da çok daha fazla yer tutmuştur. Bunda da Zerdüştlüğün önemli oranda da etkili olduğu kabul edilebilir. Bunun yanında, tabii konunun siyasi yönleri de zikredilebilir. Orada Araplar ile Acemler arasında, daha Ömer döneminden itibaren vuku bulan çatışmalarda, bir taraf tutma noktasından hareketle, tıpkı Türklerde olduğu gibi Emeviliğe bir muhalefet cephesinin oluşturulmasında yeni bir anlayış, yeni bir bakış açısı bakımından, bu zümre, yani Şiiler ön plana çıkarılmış ve Şiilik de onlar tarafından daha fazla kabul görmüş olabilir.
İran'da Şiilik klasik anlayışına ne zaman ulaşmıştır?
? İran'da Şiilik klasik anlayışına 16. yüzyıldan itibaren ulaşmıştır, denebilir. Yani Safaviler döneminden itibaren. Her ne kadar ondan önceki dönemlerde de İran'da Şiilik ile ilgili son derece önemli faaliyetler ve çalışmalar olmuş ise de, Şah İsmail ile birlikte İran'da Şiilik, bir resmi mezhep haline getirilmek suretiyle, devletin himayesi altına alınmış ve onun sonucunda da artık "Gaybeti Kübra Dönemi"nde oluşan Büheyoğullarından itibaren, Safaviler Dönemi'nde de tam klasik anlayışa ulaşmıştır denebilir.
Safavi Devleti ve Şah İsmail'in, Anadolu Türkmen Alevilerini kendi yanına çekmek için Türkmen anlayışına yakın İslami yorumla Anadolu'da propaganda yaptığı biliniyor. Şah İsmail'in genel Şiilik anlayışı dışında Safavi Devleti'nde ne gibi bir İslami yorum izlenmiştir. Şah İsmail'in Şiiliğe ve Anadolu Aleviliğine inanç yönünden ne gibi etkileri olmuştur?
? Safavi Devleti ve Şah İsmail'in Anadolu Türkmen Alevilerini kendi yanına çekmek için Türkmen anlayışına yakın İslami bir yorumla Anadolu'da propaganda yaptığı biliniyor, diyorsunuz. Evet, doğrudur.
Ama ben burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Şah İsmail, esas itibariyle İran'da Erdebil Tekkesi'ne mensup olan bir insan. Erdebil Tekkesi kendi dedelerinden itibaren, tasavvufun Ahmed Yesevi çizgisi etrafında oluşmuş ve o tarzda faaliyet gösteren bir tekke. Yani İslam tasavvufunun hakim olduğu bir tekke. Ve bu tekkede yalnız Şah İsmail tarafından değil, onun dedeleri tarafından da İran'da yine Türk kültürü hakim durumda. Bu olayların içindeki insanlar Türk. Düşünceleri itibariyle Türk, davranışları itibariyle Türk. Yani bir başka ifadeyle söyleyecek olursak; bunların hepsi de Horasan bölgesinden, daha yukarı bölgelerden, Yesevi çerçevesinde, Yesevi bakış açısıyla İslamı kabul etmiş olan insanlar. Bu insanların temsil ettiği Müslümanlığın, elbette ki Anadolu'daki Müslümanlıkla bir farkı yok. Anadolu'daki Müslüman da o güne kadar Hz. Ali ve ona bağlı olarak Ehlibeyti baş tacı eden, ona gönül vermiş olan insanlar.
Şah İsmail, bir anlamda, belki Şiiliği resmi mezhep haline sokarak, Anadolu'da yine resmi bir şekilde teşkil edilmiş bulunan, kurulmuş bulunan Sünniliğe karşı bir silah olarak, siyasi anlamda bir karşılıklı mücadele aracı haline soktuğu dönemden itibaren belki bu yorumlarında ağırlıklı olarak 12 İmam Şiiliğinin görüşlerinin ağır bastığı bir hususu, yine tasavvufun o cazibeli üslubuyla bizim insanımız Anadolu'daki insana, Anadolu'daki Müslümanlara söylemeye başlamıştır. Bugün elimizde bulunan Şah İsmail'in divanına dikkat ederseniz, mevcut olan şiirlerin tamamının da, bizim hemen hemen bütün Sünni tarikatlar da bile, belki Nakşiliğin son dönemi hariç olmak üzere, Mevlevîlikte, Yunus'un şiirlerinde, ya da Uşşakilikte, Melamilikte gördüğümüz, ya da bizim Bektaşi şiirlerinde, edebiyatında gördüğümüz anlayışın çizgisin de yapılmış olarak görürsünüz. Yani ortada hakim olan, bir Tanrı sevgisi, İslam sevgisi, Hz. Ali ve Ehlibeyt sevgisi. Onların daima yüceltilişi bizim önümüzde durmaktadır. O açıdan Şah İsmail, genel Şiilik anlayışı dışında, benim kanaatimce Safavi Devleti'nde çok fazla etkili bir rol oynamış değildir. Genel Şiiliğin o güne kadar getirmediği bir takım kurumları getirmiştir. Ezana bir takım sözlerin eklenmesi, bazı duaların eklenmesi daha formel birtakım şeylerin oluşmasında Safavi dönemi, Şah İsmail'le birlikte, Şiilikte daha bir formel bir yapılaşma hadisesi vuku bulmuştur denebilir. Ama, Şah İsmail'in özellikle Türkçe şiirler yazmış olmasından dolayı Anadolu insanı üzerinde, onu takip eden insanlar üzerinde, Hz. Ali ve Ehlibeyte olan bağlılık ve o bakış açısı içerisindeki tasavvufu canlandırma ve onu gündeme getirme bakımından etkileri kesinlikle inkar edilemez. Onun etkileri olmadığından söz edilemez.
İran Şiiliği ile Anadolu Aleviliğinin birbirinden farklılıkları nelerdir?
? Şunu ben hemen açıklıkla ifade etmek istiyorum. İran Şiiliği bugün elbette ki Sünnilik gibi kendisini bir inanç esası olarak ortaya koymakla beraber; İran Şiiliği siyasi bir oluşumun yani bir istiklal mücadelesinin, bir egemenlik mücadelesinin ürünü olan bir yapılaşma içerisindedir. Anadolu Aleviliğinde ise bu Hz. Ali ve Ehlibeyt ve İslama bağlılık meselesi. Siyasal olmanın çok ötesinde duygusal yanı çok ağır basan ve doğrudan doğruya İslam inancının, İslam halk inancının, Hz. Ali ve Ehlibeyt'e verdiği büyük sevgiye dayalı bir anlayış olarak hüküm sürer.
İran Şiiliğinde tıpkı kitabı anlamdaki Sünnilikte olduğu gibi bir kalıplaşma, bir formalizasyon fevkalade önemli, ondan sarfı nazar edemezsiniz. Bugün, İran Şiiliğine baktığınızda Ayetullahların ve medreselerin oluşturduğu o katı anlamdaki çerçevesi çizilmiş. İslami anlayışla; Sünni dünyada yine Arapların hakim olduğu bir dönem ve Kuran'ın hakim olduğu dönemde çerçevesi çizilmiş olan bir İslam arasında hemen hemen hiçbir fark yoktur. Biraz önce söylediğimiz gibi, inanç esaslarına bir iki yeni maddenin ilave edilmiş olması veya diğer ibadet ve muamelâtla ilgili birtakım formel şeylerdeki farklılıklar dışında hemen hemen aynı katılık, aynı kesin çerçevenin çizilmiş olması söz konusudur. Halbuki Anadolu Aleviliğinde bu anlamda kurumlaşmış, çerçevesi çizilmiş davranış ve ibadetler bakımından insanları bağlayıcı bir anlayış söz konusu değildir.
İslam öncesinden devam eden inanç ve kültür izlerinin doğrudan doğruya, ibadetlerin birbirini bağlayıcı bir zorluğu değil yani İslam fakihlerinin kılı kırk yaran görüşlerinin ötesinde, insan sevgisine dayalı ve onu yücelten anlayışla, karşılıklı bir dayanışma, sevgi bağı içerisindeki bir anlayış söz konusudur. Yani bu manada formalist bir dinden ziyade kültüre dayalı, kültürün yumuşaklığına dayalı bir din anlayışı vardır. Oysa İran Şiiliğin de siyaseti ve dini bir arada meczetmiş ve onu birbirinden ayrılmaz bir hale sokmuş olan bir kuralcı yapılaşma söz konusudur.
İslam adına yapılan öldürmeler konusunda neler söylersiniz?
? İslam adına yapılan bir öldürme söz konusuysa, buna ancak ve ancak isyan edersiniz. Çünkü, öldürme meselesi fevkalade önemli bir mesele. Kuran-ı Kerim'in çok hassas ölçülerle yasakladığı veya belirlediği bir iştir. Hiçbir kimsenin, bir din adına, kendi görüşlerini ortaya koyarak, insanları yok etmesi ve yok ettirmesi düşünülemez. Ben şöyle bir meseleye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu hususlarla yani emirlerle, yasaklarla ilgili hükümleri var. Benim hep üzerinde durduğum ve söylediğim şekilde, bu emir ve yasaklar, muhatap olan insanların yaşadıkları coğrafya, sahip oldukları kültür, içinde bulundukları ekonomik siyasi ve tarihi şartlar nedeniyle çok farklı şekilde algılanmaktadır. Yani Kuran-ı Kerim'deki ayetlerin algılanması doğrudan doğruya insana ait olan bir husustur. Eğer algılama benim tarafından yapılıyorsa, o zaman artık ilahi olan, yani Tanrısal bir kaynaktan gelen ayet, benim tarafımdan algılandığı ve onun ortaya konduğu süreçte beşerileşiyor. Yani insanileşiyor. İnsanileşme hadisesi dolayısıyla da benim yapıp etmelerim, doğrudan doğruya Allah'ı bağlamayacak olan beşer olarak benim, yani bir birey olarak kendi duygularımın ortaya konduğu bir uygulama alanıdır. Bir düşünce sahasıdır. Dolayısıyla ben, Allah'ın emrini yerine getiriyorum. 'Allah böyle emir ediyor' diye şunu yada bunu emreden ve yasaklayan insan, aslında Allah'ın emrini değil, Allah'ın emrinden kendi anladığını, anlayabildiğini, kavrayabildiği kadarını ortaya koyabiliyor demektir. Böyle diyerek insanın çok yanlış bir biçimde çok ters istikametlere gitmesi; hatta kendisini Kuran'ın diliyle firavunlaştırması da pekala mümkün. Bu açıdan, İslam adına hareket ettiğini söyleyen bir insan, aslında İslam adına değil, İslamın o hükmünden kendi anladığı adına, kendi yorumları adına hareket eden bir insan olarak değerlendirilmelidir. Bu manada da birinin kalkıp da "ben din adına, şunları yapıyorum" tarzındaki ifadesi din olarak anlaşılmamalı. Din olarak yapılan bir iş değildir. Doğrudan doğruya kendi kültür yapısına uygun olarak yaptığı bir iştir.
'Şeriat' kavramının çok değişik şekillerde algılanıp yorumlandığına tanık oluyoruz. Şeriat nedir? Şeriat adına meydanlara çıkıp çeşitli gösteri ve öldürme olaylarını yapanları nasıl değerlendiriyorsunuz?
? Şeriat, sizinde dediğiniz gibi çok değişik şekillerde yorumlanan, çok değişik şekillerde ortaya konan bir terim olarak karşımıza çıkıyor. Esasen şeriat; kelime anlamı itibariyle bir yol, bir kural demek. Bunu din termolojisinde esas aldığımızda, Kuran-ı Kerim'in etrafında, sünnetin etrafında oluşturulmuş bulunan ve İslam toplumunun tabii olduğu kuralların (bunun içerisinde hukuk kuralları da dahil olmak üzere) tümüne verilmiş olan bir isim. Burada 'şeriat' dediğimiz olay, her şeyden önce ele alınan toplumun bağlı olduğu ve onlar tarafından, Kuran ve sünnetin dışındaki insanlar tarafından da ortaya konmuş ve getirilmiş olan hükümlerin bir arada bulunmuş şekline verdiğimiz isimdir. O yüzden, şeriat adına ortaya çıkan bir adam, acaba hangi devrin, hangi toplumun, hangi coğrafyanın, hangi anlayışın şeriatını ortaya koymaktadır? Biz, bazen şöyle kullanıyoruz; "Musa'nın Şeriatı" diyoruz., "Hıristiyan Şeriatı" diyoruz ya da 'İran Şeriatı' diyoruz. Bütün bunlarda dinler, dönemler, anlayışlar, birbirine göre çok farklı zaman ve zemin içerisinde kendisini ortaya koyuyor.
Günümüzde 'şeriat' dediğinizde de, neyin şeriatı? İslamda bir tek şeriat yok ki. Hz. Peygamber'in dönemininki farklı, Ömer dönemininki farklı, Muaviye'nin ki farklı, Ömer İbn-i Abdülaziz'in ki farklı, Fatih'in ki farklı, Yavuz'un ki farklı, Abdülhamid'in ki farklı... Ya da İran'daki Bühehler Dönemi'nin ki farklı, Safaviler Dönemi'nin ki farklı ya da Kaçarlar Dönemi'nin ki farklı... Pakistan için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Bu açıdan işte bu terminolojideki kavram kargaşası, karşımıza ciddi anlamda sorunlar çıkarıyor. Mesela falanın şeriatından, misal Ömer döneminin şeriatından bahsediyorsanız, Ömer Dönemi içerisinde İslam toplumuna kural olarak veya yeni hükümler olarak getirilmiş meselelerinde bir anlamda tartışılması anlamını taşır. Şimdi, bu noktadan yaklaştığınızda ben de bugün İslam adına ileri sürdüğüm yorumlar ve birtakım hükümlerden oluşan manzumeye de aynı şekilde bu ismi vermem mümkün olabilir. Dolayısıyla biraz önce İslam adına öldürmeler konusunda söylediğimiz gibi, hiçbir kimsenin de kalkıp şeriat adına muhtelif gösteri ve olayları teşebbüs etmesi fevkalade yanlış bir şeydir ve dediğimiz gibi bu; kendi döneminin ve kendi bakış açısının unsurlarını ortaya koymanın ötesinde hiçbir anlam ifade edememektedir.
Laiklik hakkında neler söyleyeceksiniz? İslamiyet ve Laikliğin uyuşup uyuşmayacağı yönündeki sayısız yaklaşım konusunda fikirleriniz nelerdir? Türkiye'deki laiklik anlayışını nasıl yorumluyorsunuz?
? Şimdi laiklik hakkında ve İslamiyetin laiklikle uyuşup uyuşmadığı konusunda benim bazı mütevazı çalışmalarım oldu. Bunlarda mesel Atatürk Araştırma Merkezi'nde 'İslâm Ve Laiklik' ile ilgili geniş bir makalem çıkmıştı. Bir de bir konferans metnimiz kitap haline getirildi 'Din Ve Devlet İlişkileri'. Burada ben İslamiyet ile laikliğin pekala uyuşabileceğini bir uzlaşma içerisinde bulunabileceğini ispat ettiğimi sanıyorum. Nasıl? Şu açıdan; eğer laiklik bir egemenlik konusuyla doğrudan doğruya hukuki bir terim ise yani pozitif hukukun kuralları içerisinde yürüyen ve insanların kendi yönetimlerini Allah adına mı yoksa kendi adlarına mı yapacağı konusunda bir tartışmanın ürünü olarak ortaya çıkmış ise ki batıda çıkan bir kavram, o taktirde İslam dünyasında da pekala laik anlayış bütünüyle kendi varlığını hissettirmelidir. Çünkü yeryüzünde ki egemenlik bütünüyle insanındır. Kuran-ı Kerim'in hükmüne göre bu insana verilmiştir. Ontolojik anlamda elbette ki Allah tek yaratıcıdır. Bunu böyle olması da doğaldır. Bu bütün dinler için söz konusudur. En azından tek tanrılı dinler için söz konusudur. O bir tek yaratıcıdır. Ondan başka yaratıcı yoktur. Bu ontolojik anlamda Allah'ın egemenliğin mutlak hakimi olduğu yolundaki inanış doğrudur. Ancak bu dediğimiz gibi ontolojik anlamdadır.
Normal günlük anlamda, dünyevi anlamda egemenlik meselesi yeryüzünün egemenliği meselesi, insanların birbirlerini yönetmesindeki egemenlik meselesi, bütünüyle insanların birbirlerini yönetmesindeki egemenlik meselesi, bütünüyle insanlara kalmış, beşerin çözmesi ve beşer iradesi ile halledilmesi gerekli olan bir meseledir. Böyle olunca İslamiyet ile laiklik pekala uzlaşır ki bu uzlaşma ile ilgili delilleri ben bu makalelerimde çok geniş bir perspektiften bakarak ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştım.
Türkiye'deki laiklik anlayışı da bu açıdan değerlendirilmelidir diye düşünüyorum. Gerçi Türkiye'deki laiklik anlayışında çok farklı yaklaşımların bulunduğunu da biliyoruz. Daha Cumhuriyet öncesi Osmanlı döneminde Tanzimat ile birlikte oluşan laiklik düşüncesinde veya din-devlet ayırımda olan faaliyetlerde, çok değişik yaklaşımlarla birlikte Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, o gün Fransa'da hakim olan A. Comte'nin pozitivist felsefesinin etkisi altındaki laiklik anlayışında önemli ölçüde etkili olduğunu da biliyoruz. Yani burada din, bütün insan hayatından ve kurumlarından, kültüründen çekip çıkarılmalı ve mesele aklın dini halinde yeniden inşa edilmeli, tarzındaki bir anlayışı doğrusu bugün yeryüzünde Fransa da dahil olmak üzere artık paylaşan ve bunu benimseyen zümreler pek kalmadı. Neden kalmadı? Çünkü insan hayatı ve toplumlar hangi şekilde olursa olsun kurallarını dinden almamakla beraber dinin etrafında oluşmuş bulunan kültürden ciddi anlamda etkilenmektedir. Bu etkileşmenin sonucu din, elbette ki toplumun yönetiminde hakim unsur olarak paylaşıcı ve yönetici etkili bir unsur olarak düşünülmez ama kültür kaynağı olarak paylaşılan ve sunduğu değerler bakımından dikkate alınan bir kurum olarak vardır. Öyle olunca da yönetimin, egemenliğin kaynağı bakımından dini esas almamak kaydıyla, insanların kendi egemenliklerine sahip olacağı bir anlayış ile gene kültür unsurlarından biri olarak din ile pekala uzlaşabileceğini ve yaşabileceğini kanaatinde olduğumu ifade etmek isterim.
Teşekkür ederim.

Ziyaret -> Toplam : 125,04 M - Bugn : 65003

ulkucudunya@ulkucudunya.com