ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ
Ahmet F. YÜKSEL 01 Ocak 1970
Zamanının Gavsı ve Kutb’ül Aktabı olduğu bildirilen, âlim, mütefekkir, mutasavvıf vasıflarıyla tarihe geçen bir şahıs Erzurumlu İbrahim Hakkı...
Kendisine atfedilen hayat hikâyesi ise şöyle:
18 Mayıs 1703 yılında Erzurum’a yaklaşık kırk kilometre uzaklıkta bulunan Hasankale kasabasında dünyaya gelmiştir. Derviş Osman Haseni ‘nin oğludur.
Birçok şeyhe bağlanıp aradığını bulamayan ve sonunda İsmail Fakirullah ‘a intisap etmek üzere giden babasının ardından o da daha çocuk denecek yaştayken Siirt’in Tillo ( Aydınlar) bucağına gider ve ismail Fakirullah Hazretleri ile burada tanışır.
Babası vefat edince, Erzurum ‘a dönüp öğrenimini tamamlar. O devirde Erzurum müftüsü olan Muhammed Hazık’tan Arapça, Farsça dersleri alır, bu dillerde şiir yazabilecek düzeye gelir.1728 yılında tekrar Tillo’ya dönüp Şeyh Fakirullah Hazretleri’ne bağlanır. Yedi sene sonra, Şeyhinin vefatı üzerine, Hasankale’ye döner, oradan da Erzurum ‘a giderek Yukarı Habib Efendi Camiinde İmam ve hatip olarak görev alır. Başka camilerde de vaazlar, nasihatler verir. Gençlik dönemini bilgi ve kültür ile donatarak ileri yıllarda kaleme alacağı eserlere hazırlık yapmaktadır.
Kabiliyeti, ilim aşkı, tatmin edilemez bir arzuyla okuduğu kitaplar ve mürşidi Fakirullah ‘ın manevi himmetiyle şaşırtıcı ilerlemeler kaydeder. Öyle ki Sultan I. Mahmut’un da dikkâtini çekerek saraya davet edilir. Saray kütüphanesinden istifade şansı tanınır kendisine. Sonra Sultanın emriyle, ders okutmak şartıyla Erzurum’un Şigveler Dağı eteğinde bulunan Abdurrahman Gazi Hazretlerinin zaviyedarlığına tayin edilir. Erzurum’a döndüğünde, küçük risale denemelerine başlar. 1775’ te ikinci kez İstanbul’a gelir. Dönüşte Hasankale’ye çekilerek kendini tamamen kitap hazırlamaya adar. Ansiklopedik ve tasavvufi bir eser diye tanımlanan Marifetname’yi o dönemde meydana getirir. Bu eser, bugün bile birçok bilim adamını şaşırtacak bilgiler içermektedir. Astronomiden matematiğe, astrolojiden tıbba,dini emir ve uygulamalara, psikolojiden kıyafetnameye kadar akla gelebilecek birçok konudaki soruların cevabı verilmektedir. Halk arasında dolaşan, onun “yıldızlar arasındaki uzaklığı Tillo sokakları kadar iyi bildiği” söylencesi, bilgi ve maharetinin derecesini anlatmak açısından önemlidir.
Ardından başka eserler de kaleme alır. Kitaplarının tam sayısı hakkındaki rivayetler; on dört ile elli dört arasında değişmektedir.
Gümüşhane, Muş, Bitlis, Siirt, Hasankale, Erzurum, İstanbul ve başka vilayetlere çeşitli seyahatler yapar. Üç kez Hacca gider . Bu seferler sırasında İslam aleminin belli başlı ilim merkezlerindeki ve mukaddes sayılan şehirlerindeki âlimlerle tanışır, fikir alışverişinde bulunur.
Çağının keşif ve icatlarını yakından takip eder; hiçbir zaman yeniliklere yabancı kalmaz. Geriye dönüşü asla kabul etmeyen bir fikir ve ilim adamı hüviyetini de taşır. Yeniliklere olduğu kadar teslimiyet ve rızaya da taraftar olduğunu bildirir. Örneğin, Fecr-i Şimali denen meteorolojik olay sırasında İstanbul’daki hocalar, “kıyamet kopuyor” diye cami direklerine sarıldıklarında İbrahim Hakkı Hazretleri, bu olayı hiçbir telaşa, endişeye kapılmadan arkadaşlarıyla, talebeleriyle birlikte soğukkanlılıkla seyreder.
İnsanın ve kâinatın oluşumundan söz ederken, günümüz bilim adamlarından hiç de farklı şeyler söylememektedir. Tek fark vardır, o da bilimin henüz yakalayamadığı hakikât noktasından bakış...
Marifetname’den alınan şu satırlara bakalım;
“.....Kâinatın ilk mertebesi kesif topraktır. Son mertebesi ise nefs-i tahire (melek gibi) olup gayet latiftir. Zira, madenlerin evveli toprak ve suya, sonu bitkiye ulaşır. Bitkinin evveli madene ve sonu hayvana çıkar. Hayvanların evveli (en ilkeli) nebata, sonu insana ulaşır. İnsan nefsinin evveli hayvana, sonu meleki ve temiz olan nefse ulaşır. Kemal, ancak orada hasıl olur.”
“..... Hayvanın kemali insandır ki, o özün özü ve her şeyin yaratılış gayesidir. “
“.....Bütün gök olayları ve unsurların birleşmesinden doğan ve bütün zahiri kâinattan murat ve maksudumuz, ancak İnsan-ı Kâmilin şerefli varlığıdır. İnsan-ı Kâmil’den başkası, tamamen ona tufeyli, hizmetçi ve tâbi kılınmıştır. Her isteğin aslı ve her ümidin sonu işte budur.”
Darwin’in insanın evrimine ilişkin açıklamalarını da içine alan Evrensel bir bakışın izlerini bulabiliriz bu cümlelerde...
Hz. Resulullah’ın “ilim ikidir; tıp ilmi ve din ilmi” hadisine değinerek tıp ve anatomin önemini vurgulayan Erzurumi, bu ilmin Allah’ı tanımaya bir vasıta olacağını söyler.
Ona göre,
“insanın bedeni küçük alem, ruhu büyük âlemdir. Zira âlemde yaratılan her şeyin benzeri, insanın vücudunda vardır. Hissedilen cansızlara örnek, insanın uzuvları;
hayvanlar, insanın ahlâkı;
dört mevsim insanın dişleri;
âdet ve sanatlar, insanın duyguları ve kuvvetleri;
berzah alemi, insanın düşünce ve hatıraları;
melekut alemi insanın kalbi ve ruhuna örnek verilebilir...”
Bu örneklerin yüz kitaba sığmayacağını, ancak arifin kalbine sığacağını anlatan İbrahim Hakkı, dış âlemde olan her şeyin, insan âleminde bulunanların numûnesi olduğunu da sözlerine ekler.
Günümüzde bile astrolojinin halen bir ilim olup olmadığı, İslam ‘da yerinin bulunup bulunmadığı tartışmaları sürerken, o iki asır önceden bunlara cevap vermiştir.
Dünya üzerindeki oluşumların sebeplerinin yıldızlar olduğunu, ancak bunları da Allah u Teala’nın meydana getirdiğini anlatırken şunları söyler:
“Allah ü Teala’nın kudreti ile uyduların ve burçların süfli cisimlerde maddi yapılarda tesirleri daimi olduğundan bütün halkın şekil hâl, ahlak ve tavrı, henüz ana karnında nutfe iken rast gelen baht ve talileri tesirlerinden meydana gelmiştir. Ana rahmine nutfe vaki olduğu saatte baba ve ananın talileri hangi işte ise, o nutfenin zatına tesirle işlenmiş olur. Çünkü o nutfe ceninin cisminin levh-i mahfuzudur. Levh-i mahfuz ise bu âlemin aynasıdır.”
Dünya üzerindeki son yıllarını şeyhi İsmail Fakirullah ‘ın çocuk ve torunlarıyla sohbet ederek, talebelere ders okutarak ve eserlerini hazırlayarak geçirir.
22 haziran 1780 yılında Tillo’ da vefat ederek, şeyhi Fakirullah için yaptırdığı türbeye onun ayak ucuna defnedilir.
Meşhur Tefviznamesi’nde yer alan şu satırlar dillerde gönüllerde dolaşır durur bilincin ölümsüzlüğünü kanıtlarcasına:
“Deme şu niçin şöyle
Bak sonuna sabreyle
Yerincedir ol öyle,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”