« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

29 Ağu

2006

3O AĞUSTOS ZAFERİNİN DOĞUŞU

ALPARSLAN TÜRKEŞ 01 Ocak 1970

Celâdet ve kahramanlıkla şahlanmayan milletler, ebedî bir karanlığa mahkûmdurlar.

Milletleri yaşatan ve yükseltenler, kahramanlardır. Milletlere yol gösterenler, zafer kapılarım açanlar, tarihlere şan verenler, yine kahramanlardır. İnsanlığın kaderine hükmedenler.medeniyet ufuklarına ışık tutanlar ise yine, kahramanlardır.

Türk tarihi, yüce bir kahramanlık menkıbesi olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti de, baştanbaşa, eşsiz kahramanlar tarafından meydana getirilen bir eserdir. Bu eserin talih güneşi, 30 Ağustos 1922'de, Dumlupinar'da kan ve ateşler içinden yükselerek doğmuştur.

30 Ağustos, devletimiz için, hiç şüphesiz her şeydir.

30 Ağustos, hiç şüphesiz eşsiz bir kahramanlık abidesidir. Kahraman bir milletin, kahraman evlâtlarının, asil gayeler uğrunda hayatlarını feda ederek inşa ettikleri bu âbide, haynn şerre, faziletin alçaklığa üstün bulunduğunun... Türküğün yenilmez olduğunun, parlak bir ispatı ve ifadesidir.

Bugün bu büyük zaferin hâtırasını, gurur ve saygı ile selâmlarken, uzak tarihimizde cereyan etmiş olan, tıpkı bunun gibi, başka bir kahramanlık vakası da, günümüzün önünde canlanmaktadır:

680 yılındayız... Çinliler bütün Göktürk devletini istilâ etmişler. Türk yurdunun üzerine koyu bir karanık çökmüş. Ordu dağılmış, istiklâl güneşi gurub etmiş. Her yerden zincir sesleri geliyor. Artık Türk milletinin sonu gelmiş gibi görünüyor.

İşte bu sırada, daima dünyaya büyük kahramanlar yetiştirmiş olan Türklüğün bağrından, yeni bir kahraman doğdu. İLTERİŞ KUTLUK adındaki bir Türk oğlu, bütün ümitlerin söndüğü bir anda, kurtuluş bayrağını açarak ortaya atılıyor. Etrafında kendisi ile beraber onyedi kişi, koca Çin İmparatorluğuna karşı baş kaldırıyorlar.

Milyonluk Çin devletine karşı, onyedi Türk, savaşa koyuluyor, önlerine çıkan düşman kuvvetleriyle yılmadan döğüşüyorlar. 17 kişi bir müddet sonra 70 ve daha sonra 700 oluyor ve gittikçe çoğalıyorlar. Bir yıl kadar devam eden, kahramanca savaşlar sonunda nihayet Türk milleti, yeniden hürriyetine kavuşuyor ve İLTERİŞ KUTLUK, Türk devletine KAĞAN oluyor.

Burada, birkaç sözle özetlediğim şu büyük olay, diğer milletlerin tarihlerinde eşine ender, rastlanabilen, şanlı bir destandır.

Bu şanlı destanın meydana geldiği tarihten 1240 yıl kadar sonra Türk milleti, aynı şekilde bir felâketle karşılaştı.

1919 yılında, yâni bundan yıllarca önce, verilen sözü namus sayarak, silâhı elden bıraktığımız bir sırada, yeniden taarruza uğradık.

"Anadoluya medeniyet gtürüyoruz" gibi inanılmayacak İddialar öne sürülerek köylerimiz yakılıyor, şehirlerimiz yakılıyor, kadınlarımız en şeni tecavüzlere uğruyordu.

Erkeklerimize hakaret yağdırılıyor ve hamile gelinlerimiz karınlan deşilerek öldürülüyordu. Böylece medeniyet namı altında, insanlık için yüz karası teşkil eden cinayetler irtikâp ediliyordu.

Bütün bunların bir tek hedefi vardı: Türk milletini yok etmek ve esaret altına almak... Fakat tarihi şanlar, zaferler, parlak günlerle dolu, büyük Türk milleti, kanayan yaralarına bakmaksızın, başını Bozkurtlar gibi yeniden göklere dikti ve şahlandı... Atalarından kendine miras kalmış olan ebedî ve şanlı parolayı, ufuklardan ufuklara doğru haykırdı: Ya istikâl ya Ölüm...

Yurdumuzun her tarafında, kadınlarımız ve çocuklarımıza, taşımızla, toprağımızla birlikte, düşmanlara karşı savaşlar başladı. İstilâcılar her gün yeni bir darbe ile kayıplara uğratıldı.

Yıllarca süren mücadelelerden sonra, nihayet "düşmanı Anadolunun hârimi ismetinde boğmak zamanı" geldi. 26 Ağustos sabahı, büyük Türk taarruzu başladı. Türk ordusu, eski cağlarda olduğu gibi yine zafer kartlarının peşinden koşuyordu. Bütün millet, vatan sevgisiyle, hürriyet ve istiklâl aşkıyla, düğüne gider gibi savaşa gidiyordu....

"Savaşmaktan kaçınır kim varsa alnı kara;

Savaşmayı bilenler, hükmeder topraklara..."

Türk milleti hiç bir zaman savaştan çekinmemişti. Şimdi de bütün yokluklara rağmen, düşmana doğru ileri atılıyordu.

"Maziye sor, ecdadımı söyler sana kimdi; Bir bitmez ufuktum, kürre vaktiye benimdi. Tufanlar, alevler beni bir kal'a sanırdı. Taçlar uçuşur, dalgalanır, parçalanırdı. Kahhar atımın kanlı, kıvılcımlı izinde. Bir başka denizdim, ebediyet denizinde... Çarpardı göğün kalbi, hilalin avucunda; Titrerdi yerin tali, merminin ucunda... Günler elimin çizdiği yerlerden akardı; Üç kıtada korkunç atımın izleri vardı... Üstünde uçarken o neşibin, bu firazın, En şanlı şehametli hükümdarına arzın.

Tek bir bakışım, sanki inayetti, keremdi: İklîli hediyemdi. arazisi hibemdi... Hançerdi hayalim, bütün akvam ona kındı... Baştanbaşa dünya bir esiıimdi, kadındı... Asabına nabzımdaki ahengi verirdim. Kasteylediğim şekli verir, rengi verirdim. Cihan bilir iclâlimi, ben böyle değildim..."

diye dağdan dağa, fırtına gibi güdüyordu. "Nice şanlar alınır, nice canlar verilir."

Mısralarındaki ifadeye uygun olarak, Türk çocukları kahramanca döğüşüyorlardı. İstiklâl ve hürriyet için, millet için, Al Bayrak için, göz kırpmadan, yılmadan saldırıyorlar ve bu uğurda can veriyorlar, şan alıyorlardı. Erler, subaylar, astsubaylar, kumandanlar, kadınlar, ihtiyarlar ve çocukar, hepsi yanyana, omuz omuza, birbirleriyle kahramanlık ve fedakârlık yansında bulunuyorlardı. Fakat, aynı soydan, aynı kandan, aynı milletin çocukları olan bu insanlar, doludizgin yarışıyorlar ve yine de atbaşı beraber gidiyorlardı. Hepsi birbirlerinden üstün, hepsi birbirinden fedakâr, bu şehitler ve gaziler ordusunun, sayılan yüzbinleri aşan kahramanlarını ve başardıkları büyük işleri, ayrı ayrı saymaya imkân yoktur. Tarihin koynunda yatmakta olan bu kahramanların künye defterini rastgele açarak, önüme çıkan bir iki ismi okuyacağım:

İşte Baybutlu Ziver oğlu Yzb. Agâh. 36. alay, 6'ncı bölük kumandanı... 26 Ağustosta, bölüğü ile taarruza katıldı ve en şiddetli ateşler altında, bölüğünü yıldırım gibi düşman siperlerine ulaştırdı. Bölük vazifesini akşama kadar mükemmelen yaptı. Gece olunca, Yzb. Agâh'ın bölüğünü istirahat için geriye almak istemişerdi. Bunu duyar duymaz Yzb. Agâh, bir solukta alay kumandanının çadırına girdi. Yalvardı yakardı, bölüğünün ve kendisinin taarruzdan geıi bırakılmamasını diledi ve nihayet dileğini kabul ettirdi.

Sabaha karşı, Yzb. Agâh, bölüğünü tekrar hücum hattına soktu. Bu esnada kalçasından bir kurşunla vuruldu. Fakat hiç sesini çıkarmadan taarruza katıldı. Güzel bir sevk-i idare ile, kısa zamanda KURTKAYA tepesini zaptetti. Düşmandan ele geçirdiği bir bomba tüfeği ile, bu zaferini hemen geriye haber verdi. Kalcasındaki yara acıyor ve kanıyordu. Fakat bunun ne ehemmiyeti vardı. O şevk ile savaşarak düşmanın derinliğine ilerlemekte devam ediyordu. Tam bu sırada, hâin bir kurşun gelerek Agâh'ın asil ve şerefli başını buldu, onu yere serdi. Yzb. Agâh, başçavuşundan bir yudum su istedikten sonra, ona hitaben: "Başçavuş ben gidiyorum... Allaha ısmarladık. Bölüğe selâm ve intikam..." diye­ rek Tanrıya ulaştı.

İşte sizlere, 30 Ağustosu yaratan kahramanların künye defterinden bir başka yaprak daha. Vezir- köprünün SARIALAN köyünden Kara İsmail, bölüğü ile birçok muharebelere girmiş ve kahramanca dövüşmüş bir asker... 29 Ağustos muharebelerinde, bölüğünün kumandanı ve bölüğün diğer subayları şehit olmuştu. Bölük muharebe meydanında, kaptansız gemi gibi başsız kalmış ve duraklamıştır. İsmail Çavuş birdenbire illeriye atıldı ve tunç sesi ile "Arkadaşlar, analarımız bizi bugün için doğurdu... Haydin kardeşlerim ileri..." diye gürledi ve böylece bölüğünü fırtına gibi, düşmanın üzerine hücuma kaldırdı.

29 Ağustos günü akşama doğru, birçok başarılar elde ettikten sonra, bu kahraman çavuş da, düşmanla göğüs göğüse dövüşürken şehit oldu.

Bunlar gibi daha pek çok misaller sıralanabilir. Fakat her biri, ayrı bir kahraman olan bir milletin her ferdini teker teker anlatmaya imkân yok...

İman ve kahramanlıkla yapılan birçok savaşlardan sonra, nihayet büyük gün geldi. 30 Ağustos

günü, düşmanın artık tutunacak hiçbir yeri ve hiçbir istinatgahı kalmamıştı. Her tarafı çember içine alınmıştı. Güneş batıp karanlık indiği zaman, büyük kısmı ile imha edilmiş bulunuyordu. Böylece birkaç yıldanberi yere düşer gibi olan Al Bayrağımız yeniden şanla ye zaferle göklere yükselmişti ve bir daha inmemek üzere... ebediyen vatan ufuklalnnda dalgalanmak üzere, yükselmişti. Bu şanlı, bu şeref­ li Al Bayrak, o gündenberi başımızın üstünde, yüzyılların tersine bakarak dalgalanmaktadır ve ebediyete kadar da dalgalanacaktır. Çünkü onu 30 Ağustos 1922'de göklere yükselten şehit ve gazi, milyonlarca Türk, kıymetli bir şâirimizin, şu güzel mısralarla ifadelendirdiği şekilde, millî bir and iç­ mişlerdi:

"Düşmez yere hâşa, o bizim bayrağımızdır, Bir fecr olarak doğmadadır her dağımızdan... Ayyıldız, o mazideki bir süstür emin ol. Âtide güneşler doğacak bayrağımızdan... Altında yatarken de bizimdir yerin üstü. Bir kal'a olur toprağımız vecde gelir de... Dağlar, kayalar göğsümüz üstünde tepinse, Düşmanları, biz râmederiz kan kesilir de. Deryaları kan, taşları bitmez kemik olsa... Bin son nefesin aynı olup, bitse nesimi Ölmez bu vatan... Farzımuhal ölse de hâttâ Çekmez kürrenin sırtı, o tabut-ı cesîmi...

Ziyaret -> Toplam : 125,40 M - Bugn : 160702

ulkucudunya@ulkucudunya.com