Diyarbakır ve Yüksekova Saldırıları
Sedat Laçiner 01 Ocak 1970
25 Ekim günü 3 asker mafya tarzıyla infaz edildi. Askerler çarşıda ve sivil haldeydiler. Hiçbiri silahlı değildi… Cinayeti işleyenler ise maskeliydi ve hemen hemen her asker sırtından, neredeyse ense kökünden kurşunlanarak öldürüldü…
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı günü ise bu kez hedefte bir astsubay vardı. Astsubay Necdet Aydoğdu, saldırıya uğradığı sırada silahsızdı, sivildi ve eşiyle alışverişteydi… Tıpkı Yüksekova’daki gibi maskeli saldırganlar arkadan yaklaştılar ve başına ateş ettiler… Genelkurmay'ın deyişiyle, "hunharca, adice ve kalleşçe" bir saldırıydı...
Her iki olayda da saldırganların yüzlerinin maske ile kaplı olması bazılarının aklına “derin devlet” veya “PKK dışı güçler” şüphesini getirdi. Nitekim PKK’nın silahlı kolu HPG, 28 Ekim’de Yüksekova saldırısı ile ilgilerinin olmadığını açıkladı. Gerçi örgüt kesin bir dille “biz yapmadık” demedi. Dediği “böyle bir emiri biz vermedik, araştırıyoruz” şeklindeydi. Ancak bu açıklama dahi belli çevrelerde gözlerin yeniden 'derin devlet' ve çeteleşmelere dönmesine yol açtı. Acaba birileri yeniden PKK-devlet çatışmasını hortlatıyor, tarafları kızıştırıp Çözüm Süreci’ni bitirmeye mi çalışıyordu?
PKK YAPTI
Öncelikle şunu artık kabul etmemiz gerekiyor, Çözüm Süreci sizlere ömür... Uzun süredir zaten işlevsiz olan süreç, eğer bunca cinayet ve tehditleşmeden sonra da hala "sürüyor" diyorsanız bu hayalcilik olur, kendini kandırmak olur…
İkincisi, saldırganların maskeli olması onların PKK’lı olmadığı iddiasını kanıtlamaz... Tam tersine örgüt mensupları, son yıllarda yoğun bir şekilde maske kullanmaktadırlar. En son Cizre’deki sözde özerklik ilanını hatırlayacak olursanız PKK, özellikle şehirlerdeki eylemlerinde maskeyi bir tür üniformaya çevirdi.
Üçüncü olarak Yüksekova saldırısı eğer PKK dışı güçler tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı, örgüt daha ilk dakikadan itibaren saldırıyı kınar ve kesin bir şekilde inkâr ederdi. Örgütün bölgeyi devletten daha iyi tanıdığını ve uçan kuştan haberdar olduğunu hatırlayacak olur isek örgütün 3 askerin ölümünü kimlerin işlediğini bilmemesinin söz konusu olamayacağını kabul etmek gerekir. Tüm bu gerçeklere rağmen örgütten birkaç gün boyunca saldırıyı kınayan veya inkar eden bir tepki gelmedi, tam tersine saldırı PKK’ya yakın sosyal medya ve internet sitelerinde adeta kutsandı, sevinçle karşılandı. HDP dahi açıklamasında Yüksekova’da katledilen askerlerin Kağızman’da öldürülen 3 PKK’lıya karşılık olarak infaz edildiğini, yani ortada bir misilleme olduğunu ima etti.
Diyarbakır’daki son saldırıdan sonra HDP saldırıyı kınayan ve “biz söylemiştik, gördünüz mü yine saldırı oldu” tarzında bir açıklama yaptı. Ancak bu açıklamada da saldırının PKK tarafından gerçekleştirilmediği iddia edilemedi...
Öte yandan Genelkurmay Başkanlığı, 29 Ekim günlü açıklamasında Yüksekova cinayetlerini terör örgütü PKK’nın gerçekleştirdiğini isimler vererek ilan etti. Telsiz konuşmaları da Yüksekova saldırısını PKK'nın bölge yapısının işlediğini açıkça kanıtlıyor...
Aynı günlerde PKK'nın bir korucuyu eziyet ederek, hunharca katletmesi de örgütün bir seri cinayet ile birtakım hedefler peşinde koştuğunun kanıtıdır. Örgüt bu saldırılardan kimini kabul etmektedir, kiminin geç üstlenmekte, bazı eylemleri ise hiçbir zaman üstlenmemektedir. Bu tipik PKK tarzıdır ve geçmişte de benzerleri çokça görülmüştür.
Bu bilgiler ışığında, her iki saldırının da PKK tarafından işlendiği söylenebilir. Örgüte bağlı birimlerin açıklamaları ve sosyal medya hesapları incelendiğinde bu saldırıların ilk olmayacağı, Türkiye’yi bu konuda gerçekten sıkıntılı günlerin beklediği de anlaşılmaktadır… Her iki saldırı da örgütün son günlerde izlediği stratejiye ve söylemine uymaktadır.
DERİN GÜÇ-DERİN PKK İDDİALARI
'Derin güçler' iddiasına gelince, bu tabloda dış istihbarat birimlerine veya içerideki derin yapılanmalara her zaman yer bulunabilir. Çünkü PKK gibi tabanı geniş terör örgütlerine sızmak çok kolaydır. Özellikle profesyonel istihbaratçılar kolayca örgüte girerler ve kısa sürede örgütün gözdesi haline gelebilirler. Aynı şekilde, bu tür örgütleri dolaylı yollarla yönlendirmek de mümkündür. Örgüte bir İranlıdan gelen bir telkinin asıl kaynağı ABD veya İsrail dahi olabilir. Bu tür mekanizmalar El Kaide’den PKK’ya kadar çok kez gözlenmiştir. Yüksekova ve Diyarbakır saldırılarının da bu tür bir girişimin ürünü olduğunu söylerseniz aksini ispat edebilmemiz mümkün değildir. Ancak hal böyle dahi olsa örgütün bu saldırılardaki sorumluluğu yüzde 100’dür, “kullanılıyorum” diye bir mazeret olamaz.
Komplocu açıklamalarda herhalde özellikle İran ve ABD ihtimali ön plana çıkmaktadır. İran şu sıralar bölgede çok aktiftir ve Barzani güçlerinin eğitilmesinden silahlandırılmasına kadar İranlıların faal oldukları bilinmektedir. Askeri yardımların PKK’yı kapsamadığını iddia edebilmek ise zordur. İran’ın Çözüm Süreci’nden mutlu olmadığını dünya alem biliyor. Hatta bazı İranlı yetkililer bunu zamanında itiraf dahi etmişlerdi. Ayrıca Türkiye ile PKK arasında çatışmalar yeniden alevlenirse Türkiye’nin Suriye’de Esad rejimine karşı enerjisinin kalmayacağı da düşünülmüş olabilir.
Benzeri bir teori kurmak isterseniz Amerikalıların da bölgede olası bir Kürt devletine, hatta Kürt devletlerine yeşil ışık yaktığını, bu doğrultuda bazı gizli işler yaptıklarını iddia edebilirisiniz. Ancak dediğimiz gibi bu iddialar da ispata muhtaçtır.
Son olarak, Yüksekova ve Diyarbakır’da askerlere saldıran maskeli kişilerin Ergenekon benzeri bir derin yapılaşmanın işi olduğunu iddia ederseniz bu komplo teoriniz de bu ülkede garip karşılanmaz. Çünkü Türkiye derin devleti bitirmek için yakaladığı büyük fırsatı iyi değerlendirememiştir ve kanaatimce derin çeteler kendilerini yenileyerek sahneye dönmüşlerdir. Ancak bahsettiğimiz 2 saldırıyı derinlerin yapıp yapmadığını elimizdeki verilerle söyleyebilmek zordur.
NEDEN?
Bu noktada karşılaştığımız en can yakıcı sorular "PKK neden bu kadar tepki çekecek bir yöntemle asker öldürüyor" ve "saldırılar devam edecek mi?" sorularıdır.
Örgüt, dışarıda bulduğu özgüven, dış cesaretlendirmeler ve Çözüm Süreci boyunca içeride biriktirdiği enerjisi ve teşkilatlanma gücü sayesinde artık kendisini büyük bir iç savaşa ve ayaklanmaya hazır hissediyor. Bir anlamda Arap Baharı benzeri bir Kürt Baharı'nın Türkiye'ye taşımayı hedefleyen PKK'nın bu hedefinin yeni olmadığını, Süreç'ten hemen önceki hedefi olduğunu hatırlatmamız gerekir. Başka bir deyişle örgüt cephesinde yeni bir gelişme yok. PKK, Çözüm Süreci'nde nerede kaldıysa buna çok daha cüretkar ve hoyrat bir şekilde geri dönüyor...
Saldırıların devam edip etmeyeceği sorusunun cevabı ise maalsef 'evet'. Örgüt bundan sonraki günlerde şiddetin dozunu arttıracak ve yaygınlaştıracaktır...
NE YAPMALI?
Daha önce defalarca söyledik, bir sorunu görmezden gelmek, terör örgütlerini zorla masaya oturtup, sanki barışa iradeleri varmış gibi yapmak felaketler getirir. Sahada olmayan, sahada zoru terör örgütlerine hissettiremeyen bir devletin barışı görüşmesi terörü daha da azgınlaştırır. Türkiye bunu 2009 Demokratik Açılım Süreci'nde de tecrübe etmişti. PKK'da terörü sona erdirme iradesi olmadığı açıkça görüldüğü halde, hatta örgüt 2009'da sürecin karşısında olduğunu ilan ettiği halde devlet Habur girişiminde bulunmuş, KCK üyelerinin her türlü eylemine göz yummuştur. Bunun sonuçları ise Habur felaketi ve sokakların KCK tarafından savaş alanına çevrilmesi olmuştur. Görünen o ki yeterince hazırlanmadan, şartları oluşturulmadan, en önemlisi güvenlik ayağı tamamen boşlukta bırakılarak gerçekleştirilmiş olan bir girişim daha büyük bir hayal kırıklığı ve olumsuz sonuçlarıyla çökmektedir.
Dolayısıyla yapılması gereken öncelikle yapılmaması gerekenleri yapmamaktadır. Durum tespiti ve hataların belirlenmesi yapılması gerekenlerin ilk sırasında yer alır. Bu nedenle devletin ve toplumun bu noktaya odaklanması ve kendisine daha gerçekçi bir yol haritası belirlemesi gerekir.
Eğer sokaklarda maskeli kişilerin gösteri yapmasına müsade edilirse, terör örgütünün sembollerinin her yerde kullanılması sıradanlaşırsa hukukun zorlayıcılığını sokağa taşıyamazsınız. Aynı şekilde eğer teröristler elinde silahla çarşıda dolaşmaya başladıysa ve istihbarat-güvenlik birimlerinin bundan haberi olmuyorsa, kentlere yakın yerlerde örgüt silah depoları ve kendince karakollar oluşturduysa, PKK mahkemeler kuracak, kendi asayiş birimini sokağa indirecek kadar gündelik hayata hakim olmuşsa orada her türlü saldırı olağandır, sıradandır...
Güvenlik güçleri 2012'de yakalanan ivmeye geri dönmelidir. Hukuk sokağa indirilmeli, gündelik hayata örgüt değil, hukuk devleti hakim olmalıdır. Sorun artık şehire inmiştir. PKK, omuzunda-belinde silahıyla artık şehirlerdedir, bunu ise güvenlik politikalarınızı yenilemeden çözmezsiniz. Ancak bunu söylerken daha sert yasalar çıkarın, daha da sertleşin demiyorum. Tam aksine, devlet ifratla tefrit arasında gidip gelmemelidir. Mevcut yasalar zaten çok serttir ve güvenlik zaafiyetinin nedeni yasalar değil, o yasaların uygulanmasını Çözüm Süreci'ne aykırı bulan anlayıştır...
Devletin yeniden sahaya inmesini savaşçı-güvenlikçi bulan anlayışları da doğru bulmadığımızı belirtmeliyim. Güvenliğin tesisi güvenlikçilik değildir. Güvenlik güçlerinin görevlerini yapmalarının engellendiği yerde hiç bir barış veya süreç başarıya ulaşamaz... Güvenlik önlemleri ile güvenlik saplantılı baskıcı yaklaşımları karıştırmamak gerekir...
Son söz olarak, başta sorduğumuz “maskeli infazları kim yaptı” sorusunun cevabı “her ikisi de olabilir, ancak tetiği PKK bilerek ve isteyerek çekti" şeklindedir. PKK'nın bu saldırıların sorumluluğundan kaçması mümkün değildir. HDP de tarafsızmış görüntüsü içinde faydasız açıklamalar yaparak hedef şaşırtmaktadır... Öcalan'a düşen rol ise şiddetin miktarını indirip arttırmak şefliği gibi durmaktadır...