Yeniden millîlik; ama nasıl?
Milay KÖKTÜRK 26 Aralık 2006
Bir sosyal çevreye, daha geniş çerçevede bir topluma ait olarak doğarız ve bu fiziksel bir gerçekliktir. Bu çevre sosyolojik olarak ister halk, ister aşiret, millet ya da ümmet diye adlandırsın, onunla aramızda adeta cisimleşmiş bağlar mevcuttur. Fiili durum böyle olduğu halde, onu tanımlayıp kendimizi konumlamada büyük fikir ayrılıkları ortaya çıkmaktadır. Niçin?
Hareket noktaları kültür olan milliyetçiler "Türk Milleti" kavramına vurgu yapmaktadır. Dilden inanca ve yaşama biçimine kadar kendine özgü bir Türk kültürünün mevcudiyetini, bu kültür mensuplarının ortak ve büyük tarihsel geçmişini millet varlığının kanıtı olarak gösteren milliyetçiler, kendi tezleri için, "insanların ayrı topluluklar halinde yaratıldıkları" şeklindeki ilahi bildirimden de destek almaktadır. Ancak onların, asıl hareket noktaları olan Türk kültürünü derinlemesine analiz ederek onun ruhunu ve genel ilkelerini ortaya koyabildikleri söylenemez. Milliyetçiler hem bu yüzden tezlerini temellendirememektedir, hem de ideolojik karşıtlık dolayısıyla sadece soy aidiyetine vurgu yapmakla suçlanmaktadır. Bu suçlamaya itiraz etseler de, muarızların onları dinlemediği bir vakıadır.
Milliyetçilerin karşısında yer alan siyasal İslamcıların ise, zikredilen ilahi bildirimin pek üzerinde durmadıkları ve onu doğal bir çeşitlilik gibi gördükleri; "üstünlüğün sadece takvada olduğu" şeklindeki ilahi belirlemeyi asıl hareket noktası olarak seçtikleri dikkati çekmektedir. Onların millete mensup olma vakıasına ya da kendilerini millet mensubu olarak tanımlamaya uzak durdukları, hatta bundan rahatsızlık duydukları görülmektedir. Onlara göre asıl aitlik çevresi ümmettir.
Sosyal gerçekliğimizi tanımlayan diğer grup da küreselcilerdir. Onlara göre millet modern çağların bir ürünüdür; postmodern çağda ise artık onun ve aynı zamanda ulus-devletin modası geçmiştir. Aslolan, küreselleşen dünyaya ait olmaktır. Bir millete aidiyet adeta bir kusurdur. Son onbeş yılın ürünü, eski enternasyonalci yeni ulusalcılar ise, millet kavramını, maddi varoluşla beraber din dışı manevi unsurlardan, ülke sevgisi ve bir arada yaşama iradesi ile bağımsızlık duygusundan ibaret saymaktadırlar.
Eleştirel bakış
Aslında tüm tanımlamalarda, gerçekliğin bir parçası yakalanmış, tüm tasarımlar sadece bu parça üzerine bina edilmiştir. Milliyetçilerin hareket noktası olan "kendine özgü kültür dünyası", apaçık bir hakikattir. Çünkü insanlık dünyasında birçok kültür çevresi mevcuttur. Diğer yandan bu kültürler arası etkileşim de bir hakikattir. Kültürün kapsamı ve içeriği net olarak ortaya konmayınca, iş sadece politik proje görünümüne bürünmekte; dolayısıyla millet kavramının içeriği belirsiz kalmaktadır. Siyasal İslamcılar ise millet kavramı yerine ısrarla Müslümanlar kavramını kullandıkça, adeta başka ülkelerden bahsediyor, sanki başka ülkelerin vatandaşı olarak konuşuyor gibidir. Müslümanlar ayrı kültür çevrelerinde yaşayan, birbiriyle tıpkı diğer toplumlar gibi ilişki kuran büyük bir kütledir. Onlar arasında, aynı dine mensup olma dolayısıyla sadece doğal bir sempati bağı vardır. Dolayısıyla Müslümanlık, sadece en genel kategori olarak bir din çevresini, bireysel anlamda dinî kimliğini ifade eder. Bu kavram İslam dinine mensup bireylerden veya İslam'ı kabul etmiş olma olgusundan söz edilirken yerli yerine oturmaktadır. Gerçekte ise Müslümanlık, belli bir ülke insanını aşan bir kapsama sahiptir. Bir de kendi dünyamız "Müslümanlar" adıyla tanımlanınca, bu coğrafyada yaşayan, ama Müslüman kimliğiyle ilişkisiz ya da uzaktan ilişkili insanlar dışlanmış olmaktadır. Dolayısıyla bu ülkenin bireylerinden söz edilirken, daha dar kapsamlı bir kavram; millet kavramı kullanılmalıdır. Zira, adına tasarım geliştirebileceğimiz, sorumluluk üstlenebileceğimiz "millet" denilen bir varlık vardır; ama kader birliği etmiş, adına sorumluluk üstlenilebilecek "Müslümanlık" diye bir sosyal grup yoktur.
Küreselciler, gelecekte ne getireceği ve nasıl sonuçlanacağı bilinmeyen küreselleşme olgusunu asıl varoluş kategorisi saymakla en baştan kültürel gerçekliği görmezden gelmektedirler. Kültürler arası sınır ötesi iletişim ve etkileşimin kültür dünyasını tamamen ortadan kaldıracağını kim iddia edebilir? Bugünün dünyasında elbette hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Beklenen yeni, Batı kültür çevresinin egemenliği midir? Eğer böyle olacaksa, o zaman küreselciler başka kültür dünyalarını kendi kültür dünyalarına tercih etmekle, kültürel ihanet içine düşmüş olmaktadır. Beklenen "yeni"nin, saldırı altındaki kültür dünyalarının silkinmesine ve kendini yeniden inşa etmesine neden olmayacağını kim söyleyebilir!
Ulusalcılara gelince; onlar gönlünü Batı kültür çevresine kaptırmamış, ama bu coğrafyanın kültürünün ruhunu da içlerine sindirememiş, arada kalmış insanlar topluluğudur. Ulusalcılar özellikle milletin en önemli yapı taşı olan din kavramını dışlamakta, din karşısında hep mesafeli, bir kısmı ise apaçık karşıt duruş sergilemektedir. "Siyasal İslam" ve irtica söylemleri ise meşru hale getirmeye hizmet etmektedir.
Bir halkın bireyleriyiz; halk ise bir mekânda meskûn insanlar topluluğudur. Halk kavramı daha çok yaşama dünyasının bireylerini ifade eder. Onlar arasında kısa süreli tarihsellikten söz edilebilir. Bu bireylerin yaşama dünyasının gerekleri konusunda uzlaşmış olmaları, halk olmak için yeterlidir. Mevcut beraberliğin tarihsel derinlikten kaynaklanması ve bunun gelecekte de her hal ve şart altında beraber varolma iradesi taşıması, halkın millet sıfatı kazanmasıdır. Bu noktada artık bilfiil soy, soya dayalı aidiyet, mesela aşiret mensubu olma bilinci, yaşama dünyasındaki öncelikli önemini kaybeder. Böylece yaşama dünyasındaki eylem, istek ve sorumluluklarımız yüz yüze ve bilfiil birlikte yaşadığımız çevreden daha geniş bir alana doğru yayılır; yani bireyin sorumluluk halkaları genişler. Diğer taraftan kendi hayatımızda bizzat olmasını istediğimiz "iyi" tasarımının gerçekleşmesi biz birlikte yaşayanların elindedir. Halbuki aynı inanç çevresi mensuplarına ilişkin "iyi" tasarımı düşünsel bir şeydir. Millet olma ve ortak irade sergileme biçimi, birlikte yaşayan, düşünen ve hissedenlerin elindedir. Ümmet kavramında ise, adına tasarım geliştirdiğim "ötekiler"in, yani aynı din çevresinin diğer mensuplarının çaba ve tasarımları öne çıkmaktadır. Biri yaşama dünyasının içine girmiş bir şey olarak, diğeri ise daha genel arzu-istek olarak mevcuttur.
Ümmet kavramının kapsadığı bütünü siyasal bir birlik olarak tek çatı altında toplamak ne zorunlu, ne de mümkündür. Zorunlu değildir, çünkü İslam da tek biçimli birey ve toplum kurmayı öngörmez; mümkün değildir, çünkü siyasal birlik ilk başta pratik gerekliliklere dayanır. İslam'ın toplumsal mesajı, insanlığın huzuru ve kurtuluşu için genel-ahlakî ilkeler ortaya koyar. Bunun dışındaki "kendine özgülükler"e müdahale etmez. Bunun içindir ki, Müslümanlaşan milletler asimile olmamıştır.
Sorunun özü
Kendimizi tanımlama problemi ya kendimizi tanımayışımızdan ya da tanımlama kategorilerini birbirinden koparıp karşıt hale getirmemizden kaynaklanır. Kendi varoluşunun en temel kategorisinde bile anlaşamamak, kendisiyle varoluş kavgası vermek demektir ve bu kavga, kendi mevcudiyetimizi tüketecek anlamsız bir kavgadır. Kendi formumuzu yanlış belirlememiz, ona dayalı tasarımlarımızın çarpık olmasına, dolayısıyla dünyayı yanlış algılamamıza ve yanlış tavır sergilemeye götürür.
Batı etkisini birçok sorunumuzun merkezine yerleştirmek eğilimindeyiz. Bu teşhis bazı toplumsal durumları açıklayabilir. Ya kendimizle kavgamız! Bu da Batı mahfillerinde kurgulanmış olamaz. Bu kavganın sorumlusu biziz. Kavgayı sona erdirip ortak kavrayışlarda buluşabilmek için, kavramların içeriklerini yeniden belirleyip sınırlarını yeniden çizmekten, onları yeniden ilişkilendirmekten başka yol yoktur. Bu yapıldığı takdirde, kavga konusu olan şeylerin aslında olgunun kendisinden değil, bilinç farklılığından kaynaklandığı ortaya çıkar.
Genel olarak bakınca, galiba sorun, aidiyetlerimize bağlı olarak geliştirdiğimiz tasarımlar ve "öteki"ni konumlayış biçimimizdir. Dünya belli bir milletin hizmetinde ve sadece ona ait bir mekân değildir. Kendi milletimizi sevmemizden, ona aidiyetimizden onur duymamızdan daha doğal bir şey olamaz; ama bu tavır, diğerlerini aşağı görme ve düşman konumuna yerleştirme gerekçesi olamaz. Gerçekliğin onaylanması ile gerçeklik karşısındaki tavrımız ayrı şeylerdir. O halde yapılması gereken, gerçekliği kendi kavrayışımıza göre inşa etmek değil, duruş noktalarının net biçimde belirlenmesidir. Asıl sorun bilinç sorunu, bilinçte öncelik ve önemliliklerimizi konumlama sorunudur.
"Millî"nin dönüşü
Gerçeklik mantıksal bir şeydir ve bu sıralamada, mantığa aykırı sıra belirlemenin, aidiyetlerimizi ölçüsüzce her alana taşımanın herhangi bir temeli ya da gerekçesi yoktur. Sorunlarımıza, kendi gerçeğimize dönüp onu keşifte uzlaşmakla çözüm yolu bulabiliriz. Kendi toplumsal gerçeklerimizi bir kenara iterek uzak çevrelerin sorumluluğunu üstlenmek hiç de mantıklı değildir. Kendi halkı sömürülmekte iken Güney Amerika halkları için kavga vermek nasıl uçuk bir tavırsa, henüz kendi trajedisini çözmeden ait olduğu din çevresinin ya da Arabistan çöllerindeki sömürünün kavgasına soyunmak da aynı uçukluğu taşır. Önce kendi varoluş alanımız, daha ileri aşamalarda manevi bağlarla bağlı olduğumuz ortam ve en son aşamada tüm insanlık için mücadele bayrağı açmak gerçeğe uygun bir sıralamadır. Gerçeğe aykırı konumlama, kökeni ve aidiyeti reddetme ya da önceliklilikleri yanlış sıralama, ancak krize düşen akılların yapacağı bir şeydir.
Yaratılanların en şereflisi ya da sefillerin sefili olmak, bireyin özgür seçimlerine bağlıdır. Kelimenin gerçek anlamında "insan olma" kategorisi öncelikli konuma getirilmedikten sonra, millete ya da ümmete aidiyeti yüceltmek bireye yüksek bir ruh kazandırmaz. İnsan olmanın yolu, ahlak ve erdemlerle donanmaktan geçer. Bu donanımların sergileniş üslubu ise kültürü ve dolayısıyla milletleri oluşturur. Millet, kendimiz olarak ait olduğumuz, insanlık denilen bütünün bir parçasıdır ve siyasal formdan öte bir şeydir. İçini bütünleştirici ve kuşatıcı anlamla doldurmak kaydıyla, millet kavramından kaçınmanın ve millete aidiyeti itici bulmanın herhangi bir nedeni ve haklılığı yoktur. Bu bakımdan da herkes kendi kavramlarını yeniden gözden geçirmeli, kavramlarının içeriğini yeniden belirlemelidir.
Aidiyetlerimizin anlam ve değeri, başta kendi toplumumuz ve din çevremiz olmak üzere, insanlık dünyasına katkılarımızla yücelir. Asıl onur duyulması gereken şey, kuru bir aidiyet değil, üretimlerin her yere ulaşması, ulaştığı mekânlarda yeni güzelliklere vesile olmasıdır. Üretimlerimizi zaten kendi toplumsal-kültürel çevremiz adına gerçekleştirmiyor muyuz?
Millet, bireylerin, sırf kendilerine ait ideal ve tasarımların ötesine taşan ilke ve ideallerle var olmasıdır. Başka bir ifadeyle millet, doğal-insanî varoluş sürecinde bilincin kendi kültürel dünyasına dönmesi ve öteki bireylerle bu zeminde bir müştereklik tesis etmesidir. Bu noktada artık fiziksel varoluş ve aidiyet aşılmış, birey kendini salt bilinç varlığı olarak konumlamış olur. Bu bilinçle kendini tanımlayan birey, geçmiş, şimdi ve geleceğe ilişkin tasarımlarla yüklüdür. Bireylerin müşterekliklerini, işte bu tasarım içeriği oluşturur. Kültür ise zihindeki tasarımların yaşama dünyasına aksetmesiyle varlık kazanır. Bu tasarımlar gelecekte de kendine özgü ilke, değer ve inançlarıyla birlikte varolma iradesi taşımadığı takdirde, bugün toplumsal-kültürel dünyaya yönelmiş saldırıların savuşturulması zor gibi görünmektedir. Küresel ölçekli saldırı millî değer dünyasını hedeflemiştir; onun bertaraf edilmesi de ancak değerlerin yeniden temellendirilmesi ve onlara bilinçli bir sahiplikle mümkündür.
Millîlik yeniden geri dönmeli, tamamlanmamış milletleşme süreci tamamlanmalıdır. Bunun yolu, kendi kültürel gerçekliğimizi kavramlara sıkıştırarak onlar etrafında kavga etmek değil, bu gerçekliği ortak dünyamız olarak algılayıp doğal bir varoluş hali olarak içselleştirmemizdir. Bunu başardığımız takdirde, kavramlar etrafında kavga bir yana, kavramlarla tanımlamayı bile gerektirmeyen millet gerçeğini yakalamış oluruz. Keskinleşen kavrayışlar hiçbir zaman ötekiyle uzlaşamaz. Diğer yandan sistemsiz ve doğal aidiyette takılıp kalmak da kendimizi doğru kavramayı ve doğru konumlamayı sağlayamaz.
İç dünyamızdaki fırtınaları millet olmaktan kaçınarak değil, gerçekten millet olmayı başararak dindirebiliriz. Kendini arayan ve kendini konumlamaya çabalayan bilinç, anlam dünyasını dinî ve insanî nitelikli evrensel değerlerle, kendine özgü kültürel değerlerle inşa edince sükûnet bulabilir. Burada egemen olması gereken manevîliğin "öteki"ne düşmanlık duygusuyla yüklü olup olmaması bizim elimizdedir. İnsanı yücelten, yaşama dünyasından aşkın ilkeleri dışlamayan bir dünya ve toplum tasarımında ise düşmanlık duygusu barınamaz.