Karar kararabildiğin kadar
Ahmet Kurucan 01 Ocak 1970
Ali İmran Sûresi’nin 173. ayetidir: “Hasbünallahu ve ni’mel vekil, ni’mel mevlâ ve ni’mennasîr, ğufrâneke Rabbena ve ileyke’l masîr.” Manası; “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, ne güzel yardımcı ve ne güzel dosttur. Bizi bağışlamanı diliyoruz, Ey Rabb’imiz! Dönüş yalnız Sana’dır.”
Böyle başladı Fethullah Gülen Hocaefendi ikindi namazı sonrası söze. Rivayetlere göre Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı zaman söylediği, tevkil ve tevekkülü de aşan, Peygamber’e yaraşır tarzda sika limanlarında gemisini eyleyen bir insanın sözü bu. Sadece o mu? Onların arkasında onların vârisi olarak hizmet etmiş nice büyükler tarih boyunca hep aynı şeyi soluklamışlar. Karşılaştıkları zulümlere mukabele ederken tıpkı Hz. İbrahim gibi “Hasbünallah” demişler. Efendimiz (sas) gibi “Tasalanma dostum, Allah bizimle beraberdir” hısn-ı hasininin gölgesinde ferah-fahûr hayat sürmüşler. Bediüzzaman aklıma geldi bu satırları yazarken; Üstad, Afyon cezaevinde kışın dondurucu soğukluğunun hissedildiği ortamda camı kırık, sobası-yatağı yok, tek başına hücrede kalırken donmamak için sürekli hareket eder ve dilinden şunlar dökülür: “Hasbî Rabbî cellallah, Mâ fî kalbî gayrullah, nur-u Muhammed sallallah, Lâ ilâhe illallah.” Her neyse…
“Özgür basına darbe” diye nitelendirilen hukuksuz ve keyfi uygulamaların yapıldığı günlerdi o günler. Hidayet ve Ekrem Beyler tutuklanacak mı, serbest mi bırakılacak sorularına cevap arandığı, “Tahşiye” diye tutturulmaya çalışılan davanın ne olduğunu herkesin anlamaya çalıştığı bir dönem. Oturduğum yerden “Hasbünallah” diye söze başlayan Hocaefendi’yi dikkatle süzdüm. Eskilerin ifadesiyle “âbusu’l vech, kerîhü’l manzar” değildi. Böyle mi bekliyordun diyebilirsiniz? Hayır beklemiyordum ama zulmü bile kendinden utandıracak bu son hadiselerin etkisini Hocaefendi’nin simasında daha farklı bir şekilde tezahür edeceğini düşünmüş olabilirim. Yoksa hayatı boyunca hüzünle oturup hüzünle kalkan, kendi koymuş olduğu sınırların dışında kalan gülmeler ve tebessümler için bile kalkıp sadaka veren ve tövbe-istiğfara duran bir insandan başka bir şey beklemek zaten kelimenin en hafifi ile ayıp olur.
İnsan nerede durduğunu bilmezse...
“İnsana yeni ufuklar açmayan, düşüncede derinleştirmeyen, kalp ve ruhun ufkuna yükseltmeyen ilimlere ilim denmez”, “Hasbünallah”tan sonra ikinci cümlesiydi. Size garip gelebilir ama ben bu ikisi arasında illiyet bağı göremeyince bugünkü sohbetin tedailerin şevkiyle çok farklı konularda olacağını tahmin ettim ve tahminim doğru çıktı. Yukarıda intikal ettirdiğim cümlenin açılımı sayılacak birkaç cümleden sonra Hocaefendi, bu defa “İnsan nerede durduğunu bilmezse nerede durması gerektiğini de bilemez.” diyerek, bir başka şey söyledi. Sonra buradan devam etti ve söz gündemi de içine alan bir yere doğru kaydı. Bu çerçevede en net beyanı sebepler planında hayatın tabii seyrine işaret eden İmam-ı Sühreverdi’ye ait şu beyitti: “Ey şeb-i leylâ! Karar kararabildiğin kadar... Zira, karanlığın son noktası aydınlığın başladığı yerdir!..”
İtirazı olan var mı buna? Olamaz, zira dünyamızda her gün yaşanan fiziki bir hadiseye teşbihle söylenen bu kelam, insanlık tarihindeki yüzlerce, binlerce olayla sabittir. Zulüm ile’l-ebed âbâd olmamıştır, şimdi de olamayacak, sonra da olmayacaktır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Allah’ın adalet ve rahmetine, tarihin seyrine aykırı. İşte o gün geldiğinde Şeyhu’l İslam Yahya Efendi’nin sözleri ile, “Dünyadan nasibin sitem u cevr ise ey dil; ahbabın eder ânı da a’daya ne hacet?” beytinin ilk mısrasında yerini alanlar alnı açık, başı dik reftâre halk içinde gezerken ikinci mısrada kendine yer bulanlar bırakın toplum içine çıkmayı, bırakın insanlarla yüzleşmeyi, kendileri ile dahi yüzleşemeyecek ve aynaya dahi bakamayacaktır.
Allah’a, O’nun muradına râm olan insanlar olarak biz inanıyoruz; sebeplerin bi’l-külliye sükût ve sukût ettiği yerde adl-i İlahi devreye girecek ve icraatı sübhaniyesini perdeli veya perdesiz bizatihi dest-i kudretiyle Kendisi yapacaktır. Hz. Yusuf (as) gibi kıskançlıkla, hasetle, kinle, iğbirarla, zulümle kuyunun dibine atılanlar o kuyunun dibinden Allah izni ve inayetiyle çıkacaktır. Velev ki ona kuyudan çıkartmak için ip uzatanlar olmasa bile. Nitekim Hocaefendi, sözün akışı içinde bunu da söyledi. Benim sözü Hz. Yusuf’a getirmemin nedeni de zaten bu. Dedi ki: “Hz. Yusuf gibi kuyudan çıkacağımıza inanıyoruz. Biz kuyunun dibinde kuyuya mahkûm insanlar değiliz.”
Şeytanları sevindirmek ayıp olur
Daldan dala, başta da yazdığım gibi tedailerin sürüklediği yerlerde dolaşıyor Hocaefendi bugün. “Kendimizi israf etmeyelim” dediğini duydum bir ara. “Ey nefislerini israf eden kullarım” ayeti aklıma geldi. Daha detaylı manaları da var bu ayetin: “Ey nefislerine uyup haddi ve sınırı aşarak hareket eden, nefisleri aleyhine günah işlemekle ömürlerini israf eden, nefislerinin hakkını vermede israf eden, günah işleyerek kendilerine kötülük eden kullarım!” Şimdi yazacağım cümleyi bu mealler eşliğinde düşünün. “Melekleri halimize imrendirmek varken şeytanları sevindirmek bize çok ayıp olur. Aksi halde kendimizi israf etmiş oluruz.”
“Allah’a, O’nun lütuf, ihsan ve inayetine çok sağlam inanmak lazım. Bugüne kadar lütfettikleri bundan sonra lütfedeceklerinin delilidir.” Doğru söylüyor Hocaefendi. Baştan sona insana insanı anlatan Kur’an ayetleri ve özellikle Peygamber kıssaları doğruluyor bunu. Efendimiz’in (sas) hayatı bile tek başına yeterli örnek bu konuda. Burada bize düşen, sebeplere riayetle yapılması gerekli olan şeyleri yapmak. Gerisi onun bileceği iş. Ne güzel der Ziya Paşa: “Ârif-i billâh olan bir hâlete dil bağlamaz; İnkılâb eyler zamân ikbâl olur idbâr olur.”
“Hapsi anladık, ya ölüm” diyor bazıları. Güler geçeriz Allah’ın inayetiyle. Çünkü bizler Üstâd’ının “Ben elimde iki can taşıyorum, tek can taşıyanlar karşıma çıkmasın!” dediği bir ocağın talebeleriyiz. Ölüme Mevlânâ gibi şeb-i arûs olarak görmeyen, aklı kalbinin ve ruhunun derûnundaki sesi duymayan insanlar anlamaz, anlayamaz bunu.
Üzülüyoruz; üzülmemek elde değil. Bir zamanlar Şinasi’ye “Bu memlekette vali olacağıma gider Avrupa’da ayakkabı boyacısı olurum” diyecek kadar bunalan insanlar var ülkemizde şu an. Paranoyanın hakim olduğu bir erkin gücünü insafsızca kayıtsız şartsız kendine biat etmeyen her kesime karşı kullandığı, adı daha sonra konulacak ciddiyetten yoksun bir süreç var. Gel de Sakallı Celal’i hatırlama. O der ki: “Birader; Tanzimat ilan ettik olmadı, Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet ilan ettik, o da olmadı. Yahu biraz da ciddiyet ilan etsek ne olur?”
Kurdun koyunla aynı yaylada otlatma vaatleri ile gelip “Gülden terazi yaptılar; Gülü gülnen darttılar; Gül aldılar gül sattılar; Çarşı pazar güldür gül” ortamına çevireceği ümidini beslediklerimizin ülkemizi getirdiği hali görünce siz söyleyin, Allah aşkına üzülmemek elde mi?
Hocaefendi, “benden bu kadar” deyip kalktı ve şu dua ayetini okuya okuya odasına yürüdü. “Rabbenâ! Lâ tuziğ kulûbena… Ey bizim Kerîm Rabb’imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhab Sensin Sen!” Amin…