İstanbul’un Fethi
Feridun Emecen 01 Ocak 1970
XIV. yüzyıl başlarında küçük bir beylik olarak Bizans sınır boylarında kurulan Osmanlı Devleti’nin İstanbul’a ilgisi kuruluş devrinin ilk yıllarında başladı. Orhan Bey ve I. Murad dönemlerinde Osmanlı askerleri Bizans’ın pâyitahtı önünde göründülerse de bu ciddi bir saldırı veya kuşatma değil daha ziyade karşılıklı ittifaklar dolayısıyla gerçekleşmişti. İlk ciddi muhasara teşebbüsü Yıldırım Bayezid tarafından yapıldı. Bir süredir sıkı bir şekilde abluka altına alınmış olan şehir 1395’te kuşatıldı; fakat bu sırada Haçlı kuvvetlerinin Balkanlar’a girdiği haber alınınca muhasara kaldırıldı. Niğbolu zaferinden sonra İstanbul’un zaptını kolaylaştırmak için Boğaz’da Anadolu yakasında müstahkem bir kale yaptırıldı ve bu havale kalesi sayesinde şehirdeki faaliyetler izlendi. Bayezid, âni ve sıkı bir kuşatma yerine abluka siyaseti takip ederek büyük ihtimalle Bizans’ı bunaltmak ve zayıf bir anını yakalamak istiyordu; bu yolu tercih etmesinde hiç şüphesiz doğuda ve batıda meydana gelmesi muhtemel birtakım olumsuz gelişmelerin etkisi önemli rol oynamıştı. Abluka döneminde zaman zaman askerî faaliyete girişilmişse de çeşitli dış tehditler fethi engellemiş, 1400 yılı baharında başlayan ve giderek şiddetlenen muhasara da Timur’un Anadolu’ya girmesi üzerine sona ermişti. 1402’deki bozgunun ardından baş gösteren karışıklık devresinde (Fetret devri) Bizans İmparatoru Manuel Palaiologos dikkatli bir siyaset izleyerek Bizans’ın bir süre daha dayanmasını sağladı. II. Murad’ın 15 Haziran 1422’deki muhasara teşebbüsü ise bir bakıma amcası Düzmece Mustafa Çelebi isyanıyla ilgiliydi. 1422 kışında Mustafa’yı yenerek bertaraf eden II. Murad İstanbul üzerine yürüdü ve şehri sıkı bir şekilde kuşattı. Bizans kaynaklarına göre kuşatma bütün kara surları boyunca gerçekleşmişti. Ağustos ayındaki genel hücum şehirde büyük bir telâşa yol açmış; ancak bu arada Murad’ın küçük kardeşi olup Karaman, Germiyan ve Candaroğulları tarafından desteklenen Mustafa’nın isyanı, Bursa’ya yürüyerek burayı kuşatması İstanbul muhasarasının sona erdirilmesiyle neticelenmişti.
II. Mehmed ikinci defa ve kati şekilde tahta cülûs ettiğinde tek hedefi artık iyice gücünü kaybetmiş olan Bizans’ın başşehri oldu. Daha şehzadeliğinde ve tahta ilk çıktığı yıllarda etrafındakilerin de telkiniyle kuşatma için gerekli planlamaları yapmıştı; böyle bir fethi, devletin geleceğinin teminatı ve kurmak istediği cihanşümul siyasetin dayanağı olarak görüyordu. Öte yandan jeopolitik olarak Rumeli ve Anadolu topraklarının ortasında irtibatı daima engelleyen bir konumda bulunması sebebiyle buranın zaptı öncelik kazanmaktaydı. Coğrafî ve siyasî gereklilik yanında böyle bir fethin mânevî bakımdan yankı uyandıracağı da hesaplanmıştı. İstanbul’un fetih müjdesini bildiren İslâmî gelenek, Konstantiniye’nin fâtihi olma sıfatı dolayısıyla bunu gerçekleştirecek sultana büyük bir mânevî güç sağlayacaktı. Devletin imparatorluk sürecine girebilmesi de buna bağlıydı; zira düşünülen iç reformları uygulayabilmek için böyle bir mânevî sıfata büyük ihtiyaç duyulmaktaydı.
İstanbul’un kuşatma hazırlıkları oldukça uzun sürdü. Öncelikle böyle bir harekâtı kolaylaştıracak ve Boğaz’ı kontrol altında tutacak olan bir hisar daha yapılması planlandı. 1452 Nisanında Rumeli yakasında Boğaz’ın en dar yerinde yeni bir hisarın inşasına başlandı. Hatta bu inşaat sırasında Osmanlı askerleriyle yerli halk arasında çıkan bir olay savaş ilânının zâhirî bir sebebi sayılacaktı. Boğaz’dan gelip geçen gemilerin kontrol altına alınmasını sağlayan hisarın yapımı Ağustos 1452’de tamamlandı ve hemen ardından bizzat II. Mehmed, 50.000 kişilik bir kuvvetle ansızın şehir surları önüne giderek incelemelerde bulundu. Üç gün süren bu keşiften sonra geri dönüldü. Bu faaliyetler dolayısıyla Bizans İmparatoru Konstantinos Palaiologos şehrin ciddi bir tehdit altında bulunduğunu anlamış, Boğaz’dan geçmeye çalışan iki Venedik gemisinin tutulması ve diğerlerinin engellenmesi de Avrupa’da II. Mehmed’in niyetinin kesin biçimde anlaşılmasına yol açmıştı. Venedikliler Osmanlı limanlarında ticaret yapmaktaydılar, ayrıca Bizans imparatoru da onlarla yaptığı ticarî anlaşmaları yenilemişti. Fakat sayıca az da olsa bazı Venedikliler İstanbul’un Türkler’in eline geçmesinde ticarî menfaat görmekteydiler. Hatta Bizans’ın kendi kaderine terkedilmesi konusu ortaya atıldığında Venedik Senatosu’ndaki oylamada yedi kabul oyu çıkmıştı; diğer yetmiş dört kişi şehrin müdafaasına yardım edilmesini istemişti. Ancak o sırada Venedik savaş hali içinde bulunduğundan yapabileceği pek fazla bir şey yoktu; donanması kendi kolonilerini korumakla uğraşıyordu. Venedik’in çaresizliği Ceneviz için de geçerliydi; Galata’da kolonisi bulunan Cenevizliler’in de önemli problemleri vardı. Papa, 1452’de taç giymek için Roma’ya gelen İmparator III. Frederic’e baskı yaparak Osmanlı padişahına sert bir ultimatom gönderttiyse de Bizans’a yardım konusundaki çabaları netice vermedi. Aynı şekilde Bizans imparatoru da yardım konusunda olumlu bir cevap alamamıştı. Son bir gayretle papaya başvurarak Ortodoks kilisesini Vatikan ile birleştirmeye hazır olduğunu bildirdi. Papanın 1452 Mayısında küçük bir Napoli askerî birliğinin eşliğinde yola çıkan temsilcileri 6 Ekim’de İstanbul’a ulaştıklarında saray ve halk tarafından sevinçle karşılandılar. Fakat birleşme için kurulan komitelerde şiddetli tartışmalar cereyan etti; bu arada Osmanlılar’ın kuşatma hazırlıkları bir an önce yardım teminini gerektirdiği için tartışmalar yatıştırıldı ve kiliselerin birleştirildiği ilân edildi. Halk ve din adamlarıyla bazı önde gelen askerler buna sessiz kalırlarken alınan kararı destekleyen kesimler de şehir tehlikeyi atlattıktan sonra bu konunun tekrar gözden geçirilebileceği ümidini taşıyordu.
Bizans’ta bu gelişmeler olurken II. Mehmed de kuşatma hazırlıklarını hızla sürdürmekteydi. Ancak bu hazırlıklar, mevcut maddî kaynakların sonuna kadar zorlanmış olmasından dolayı geniş çaplı bir sosyal huzursuzluğa yol açmıştı. Dış siyasette verilen tâvizler, içeride yeni vergiler devlet adamlarını endişelendirdiği gibi halkı da etkiliyordu. Bir bakıma bütün her şey masrafları karşılayacağı ümit edilen fethe bağlanmıştı. II. Mehmed’in tahta çıktıktan sonra yerinde bıraktığı, fakat vaktiyle tahttan indirilmesinde oynadığı rolden ötürü iyi hisler beslemediği Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa ise yeniçerilere dayanan iktidarının verdiği güçle Bizans’a karşı dostluk siyaseti izlenmesi gerektiğini savunuyordu. Onun en büyük endişesi Avrupa’da oluşması muhtemel olan yeni ittifaklardı. Zira II. Murad döneminde bu ittifaklar karşısında yaşanan zor anlara yakından şahit olmuştu. Çandarlı’nın bu tavrına rağmen II. Mehmed onu görevde tutarak diplomasideki maharetinden faydalanmak, Balkanlar’daki yeni tehdit ve oluşumları onun vasıtasıyla engellemek istiyordu. Gerçekten de Çandarlı Halil Paşa bu dikkat çekici diplomatik misyonu başarıyla yerine getirdi. İstanbul’un kuşatma hazırlıklarının askerî cephesini II. Mehmed ve yakın adamları olan Şehâbeddin, Sarıca ve Zağanos Mehmed paşalar ekibi yürütmekteydi.
İstanbul surları bazı yerlerde çifte duvarla çevrili olmakla birlikte devrin şartlarına uygun bir şekilde modernleştirilmemişti. Azametli görünüşüyle kuşatmaya gelenler üzerinde yıldırıcı bir etki bırakan ve uzunluğu 22 kilometreye yaklaşan bu surlar, gerek çok uzun olması gerekse Bizans’ın içinde bulunduğu maddî sıkıntılar yüzünden uzun zamandır iyi bir onarım görmemişti. Fakat yine de aşılması zor bir engel durumundaydı. Haliç kıyısındaki surlar 5,5 km. uzunluğunda olup Ayvansaray’dan Sarayburnu bölgesine kadar geliyor ve buradan Marmara kıyısını takip ederek Yedikule’ye (8 km.) uzanıyordu. Bu bölümde surlar tek sıra halindeydi, bazı yerlerde dik olarak doğrudan denize iniyordu. Kara surları boyunca içleri deniz suyu ile dolu hendekler vardı. Haliç girişi ise zincirle kapatılabiliyor, içeride Bizans ve İtalyan gemileri barınıyordu.
II. Mehmed’in bizzat planladığı kuşatma yeni bir teknik anlayış çerçevesinde gerçekleşti. Onun kuşatma taktikleriyle ilgili kitaplar okuduğu ve planlar üzerinde çalıştığı rivayet edilir. Sur boyunun uzun olması, kalabalık bir orduyla yapılacak muhasarada müdafiler bakımından bir dezavantajdı; fakat surların kalınlığı ve yüksekliği daha kolay savunma imkânı verebilmekteydi. Yine de sayıca fazla olmayan Bizans askerlerine çok iş düşecekti. II. Mehmed’in bu durumu tahmin ettiği ve planlarını da ona göre yaptığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen daha önceki tecrübelerin ışığı altında uzun sürecek bir abluka hareketinin faydalı olmayacağı ve Avrupa’dan gelebilecek askerî ve maddî yardımlara gereken zamanı kazandıracağı hesaplanmış, bir an önce şehrin ele geçirilmesi hedeflenmişti. Öte yandan kılıç gücüyle alınan bir şehrin statüsünün İslâmî geleneğe göre farklı olduğu ve padişaha tam tasarruf hakkı doğduğu da düşünülmüştü. Nitekim muhtelif kaynaklarda İstanbul’un fethinin gazâ geleneğinin bir tezahürü olduğu, buranın memleketin ortasında oluşu yüzünden devletin istikbali için mutlaka alınmasının gerektiği fikrinde olan II. Mehmed’in kılıç yoluyla kazanılan başarının bütün İslâm dünyası ve tebaası nazarında kendisine daha fazla şan ve şöhret kazandıracağını hesaba kattığı ima edilmektedir.
Devrin kaynaklarında kuşatmaya katılan Osmanlı kuvvetlerinin görülmemiş derecede kalabalık olduğu yazılıdır. Bu kabil ifadeler bazı Osmanlı kaynaklarında da yer alır. Rakamlar 100.000-300.000 arasında değişmektedir. Fakat kuşatmaya katılan asker sayısının 100.000 civarında veya bundan biraz daha fazla olduğu söylenebilir. Bunun dörtte birini yeniçeri ve kapıkulları teşkil etmekteydi. Osmanlı ordusunda bilhassa toprak altında tünel kazan (lağımcı) grup arasında 300 kadar Sırp madencinin bulunduğu, ayrıca Alman, Bohemyalı, Macar ustaların görev yaptığı belirtilir. Silâh ve teçhizat yönünden çok kuvvetli olan orduda asıl gücü Anadolu ve Rumeli tımarlı askerleri teşkil etmekteydi. Muharebelerde en etkili rolü, piyade askerleri olan kapıkulu ve özellikle ön saflarda çarpışan azebler oynamışlardır. Orduda ayrıca çeşitli yörelerden gelmiş gönüllüler ve başı bozukların yanında içlerinde devrin büyük mutasavvıflarının da bulunduğu tekke şeyhleriyle dervişler de vardı ve bunlar askere mânevî açıdan cesaret veriyorlardı. Padişah üzerinde büyük bir mânevî nüfuza sahip Akşemseddin, Molla Gürânî, Molla Hüsrev gibi tanınmış âlimler hem onu hem de kumandanları mânevî bakımdan destekliyorlardı. Özellikle Akşemseddin’in muhalif kesimlere karşı dinî açıdan böyle bir fethin gerekliliğini savunduğu ve bu yolda II. Mehmed ve yanındakileri kuvvetle desteklediği, bu sebeple de sonradan fethin mânevî mimarlarından biri olarak anıldığı bilinmektedir.
Çağdaş Bizans ve Latin kaynakları şehirde askerî güç olarak 5000 dolayında bir kuvvet bulunduğunu, müdafaaya katılan bazı yardımcı birliklerle bu sayının 8-9000 dolaylarına çıktığını yazar. Ayrıca sivil halk da savunma sırasında surların tamirinde, teçhizat ve malzeme temininde önemli rol oynamıştı. Nitekim Dolfin, şehirde çok sayıda Rum’un bulunmasına rağmen kılıç kullanabilenlerin az olduğunu, bunların da silâh kullanmada usta olmadıklarını, fakat surlar üzerinde ellerinden geleni yaptıklarını belirterek sivil şehir halkının savunmada etkili rol oynadığını ima eder (Fatih ve İstanbul, I/1, s. 35). Müdafiler, askerî güçleri az olmakla beraber savunma üstünlüğü sebebiyle kalabalık Osmanlı ordusuna bir süre karşı koyabilecek durumdaydılar. Şüphesiz dışarıdan yardım almaksızın uzun müddet dayanabilmeleri imkânsızdı. Bu sırada şehirde 30.000 dolayında sivil nüfusun bulunduğu tahmin edilmektedir. Savunmaya Venedikliler, Cenevizliler ve diğer bazı yabancı güçler de katılmıştır. Bizans kuvvetleri bizzat imparator tarafından seçilen savunma mevzilerine yerleşmişlerdi. İmparator, en iyi birliklerini yanına alarak Topkapı ve Edirnekapı arasında karargâh kurdu, Ocak 1453’te yanındaki 400’ü Cenevizli 700 adamıyla gönüllü olarak Bizans’a yardıma gelen ve şehir savunmalarında ün yapmış olan Cenevizli savaşçı Giustiniani sağ cenahında mevzilenmişti. Daha sonra onun kumanda ettiği Cenevizliler imparatoru takviye için merkeze kaydırıldı. Venedik balyosu Minotta ve yardımcıları Tekfur Sarayı savunmasıyla görevlendirilmişlerdi. Bu kesimde daha önce mevcut olup dolmuş olan hendek de savunma tedbirleri alınırken yeniden kazılmıştı. Şehrin belli başlı kapılarından dördünün muhafazası Venedik ve Cenevizliler’in talebi üzerine dört Venedikli kumandana verildi. Eğrikapı ile (Kaligaria) Haliç’teki Xyloporta arasını yaşlı kumandan Teodor Caristino koruyacaktı. Sakızlı piskopos Leonardo ve Langosco kardeşler ise bu bölgedeki hendeğin arkasında mevzilenmişlerdi. İmparatorun sol tarafında Ceneviz birliklerine kumanda eden Cattaneo ile Silivrikapı bölgesinin korunmasıyla görevli Theophilos Palaeologos yer alıyordu. Marmara sahillerinden Yaldızlıkapı’ya (Altınkapı) kadar olan bölümü Venedikli Filippo Contarini korumaktaydı. Cenevizli Manuel de Yaldızlıkapı’yı muhafaza ile görevlendirilmişti. Onun solunda deniz yönünde Demetrios Kantakuzenos bulunuyordu. 2 Nisan günü Venedikli Bartolomeo Soligo Haliç’e zincir gererek girişi kapattı. Sarayburnu’na gelmeden bugünkü Sirkeci civarında Saint Eugenius Kulesi’yle Tophane’de Mumhâne burnunun bulunduğu Galata surları arasına çekilen zincir hattının gerisinde Bizans ve İtalyan gemileri sıralanmıştı.
Marmara sahillerinde surlar daha az askerle korunuyordu. Langa Limanı, Bizans’ta yaşayan Şehzade Orhan ve yanındaki ücretli küçük Türk birliği tarafından savunulmaktaydı. Hipodrom’un altındaki kıyı şeridinde Katalanlar mevzilenmişti. Papanın temsilcisi olarak Bizans’ta bulunan ve dinî birleşme görüşmelerine katılan Kardinal Isidore 200 kişiyle Sarayburnu’na (Acropolis Burnu) yerleşmiş, Haliç kıyılarında Ayvansaray-Fener hattından Sarayburnu’na kadar Gabriel Trevisano, Haliç Limanı sahilleri (Ayakapı’ya kadar olan bölge) Grandük Lukas Notharas kuvvetlerince koruma altına alınmış, kaptan Alvisio Diedo donanma kumandanlığını üstlenmişti. Ayrıca şehir içindeki bazı stratejik bölgelere ihtiyat kuvvetleri yerleştirilmişti. Müdafilerin yeterli sayıda ok, mancınık ve mızrakları yanında birkaç topları da vardı. Zorzi Dolfin, müdafilerin sayıca az olmakla birlikte etkili savunma araçlarının olduğunu, yeteri kadar topun da bulunduğunu belirtirken Kritovulos belde halkının çok kuvvetli olmadığını, hatta şehrin kurtarıcısı olarak görülen deniz cephesinden de nefesinin kesildiğini, İtalya’dan gelmesi beklenen yardımın geciktiğini yazar. Gerçekten de deniz tarafının pek başarılı olmasa da Osmanlı donanmasınca çevrilmiş olması, kuşatmanın kaderinde etkili rol oynamıştır.
Osmanlı ordularının öncüleri 2 Nisan’da surlar önünde göründü ve bunlarla Bizanslılar arasında küçük çaplı bir savaş meydana geldi. Ancak bunları büyük bir Osmanlı ordusunun takip etmekte olduğunu gören Bizans askerleri derhal geri çekilerek şehrin kapılarını kapattılar, hendekler üzerindeki köprüleri yıktılar ve savunma hazırlıklarına son şekli verdiler. Aynı gün surların önüne gelen II. Mehmed, 5 Nisan’da Lycos (Bayrampaşa) vadisinin sol tarafındaki tepenin (Maltepe) üzerinde otağını kurdu, daha sonra birliklerini biraz daha öne alarak cephe oluşturdu. Ayrıca Marmara sahillerinden Haliç’e kadar uzanan sahil surlarını da deniz yönünden teftiş ettirdi, askerî birliklerini önceden hazırladığı plana göre yerleştirdi. Zağanos Mehmed Paşa, Beyoğlu ile Kasımpaşa sırtlarına yerleşen ordunun bir bölümüyle Ceneviz kolonisi durumunda bulunan Galata’dan Kâğıthane’ye kadarki kuzey kıyılarını ve kara surlarının başladığı güney sahillerini baskı altında tutmakla görevliydi. Hasköy ile karadaki surlar arasında bir de köprü kurulması kararlaştırılmıştı. Rumeli Beylerbeyi Karaca Paşa sol tarafta, Haliç’ten itibaren Tekfur Sarayı’nın bulunduğu bölgeyi ve Eğrikapı’ya kadarki kara surlarını kuşatmakla görevlendirildi. Bu cephede büyük toplar da bulunuyordu ve bunların hedefi, saray kesimindeki tek sıra duvar ve burçların Theodosian surlarıyla birleştiği yeri vurmaktı. Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa ile Mahmud Paşa, Topkapı’dan Yaldızlıkapı’ya ve Marmara sahilindeki Mermerkule’ye kadar uzanan kısma yerleşmişti. Merkezde Edirnekapı-Topkapı hattında bizzat padişah ve vezîriâzam bulunuyordu. Burası surların en zayıf olarak düşünüldüğü kesimdi ve ordunun en seçkin askerleri bu cephede mevzilenmiş, ağır toplar ve büyük top bu surların karşısına konulmuştu. Baltaoğlu Süleyman Bey idaresindeki Osmanlı donanması Marmara kıyıları boyunca dolaşıyor ve herhangi bir yabancı geminin geçmesine engel oluyordu. Bir başka hedef de Haliç ağzına gerilen zinciri zorlamak ve buraya girebilmekti. Zağanos Mehmed Paşa’nın kalabalık askerlerinin bulunduğu mevki hesaba katılırsa başlangıçta II. Mehmed’in zayıf ve savunması güç olan Haliç surlarını baskı altında tutmak, buradan şehre girmek düşüncesinde olduğu anlaşılır. Hatta herhangi bir başarısızlık karşısında muhtemelen donanmayı karadan Haliç’e indirme planları ve hazırlıklar da önceden yapılmıştır.
Surların önündeki Osmanlı birliklerinin en etkili silâhı topları olmuştur. Top ateşinin etkili şekilde kullanıldığı bu kuşatma sırasında devrin kaynaklarına göre bataryalar dikkatle yerleştirilmiş, muhasara boyunca ihtiyaç duyuldukça sık sık yerleri değiştirilmiştir. Kritovulos’a göre Osmanlı topları Edirnekapı, Tekfur Sarayı, Bayrampaşa deresi-Topkapı ve Eğrikapı arasındaki surlar önünde üç tabya halinde yerleştirilmişti. Bazı Bizanslı ve İtalyan müellifler de topçu gücünü her birinde dört büyük topun bulunduğu on dört batarya (bazılarına göre dokuz batarya) olarak belirtir. Muhasara hazırlık faaliyetlerinin tamamlandığı 6 Nisan’da II. Mehmed İslâmî geleneklere uygun şekilde imparatordan şehrin teslimini istediyse de bu teklif kabul edilmedi. Aslında bunun bir formaliteden ibaret olduğu her iki tarafça da biliniyordu. Bazı araştırmacılar 6 Nisan’da, bazıları ise 12 Nisan’da büyük topun ateşlenmesiyle fiilî mücadelenin başladığını yazar.
Top atışlarıyla dövülen sur duvarlarında yer yer gedikler açıldıysa da bunlar müdafiler tarafından derhal tamir edildi. Bu arada Baltaoğlu Süleyman Bey idaresindeki Osmanlı donanması Haliç’e doğru hareket etmişti. Müdafaaya şahit olan Venedikli Barbaro’ya göre 11 Nisan’da Türk topları zayıf sayılan surların önüne çekilmiş ve dört ayrı mevkiye yerleştirilmişti. Kadırga, kalyon ve küçük teknelerden müteşekkil 145 parçalık Türk donanması 12 Nisan’da Beşiktaş-Kabataş önlerinde toplanmış bulunuyordu. Mükemmel şekilde teçhiz edilmiş olanlar on iki kadırga ile yetmiş seksen kalyondu. 12-18 Nisan arasında top ateşi dışında herhangi bir ciddi hücum gerçekleştirilmedi. 18 Nisan’da toplarla tahrip edilen Bayrampaşa deresi yönünde dış surlara yönelik olarak girişilen ilk hücum Guistiniani’nin etkili savunmasıyla sonuçsuz kaldı. Barbaro bu ilk hücumda Türk kayıplarını 200 olarak gösterir. 20 Nisan’da ise İstanbul’a iâşe ve yardım getiren üç Ceneviz gemisi, Çanakkale Boğazı girişinde yanlarına katılan bir Bizans nakliye gemisiyle birlikte İstanbul önlerinde gözüktü. Osmanlı donanması bunları durdurmak üzere harekete geçti ve Yenikapı önlerinde karşıladı. Şiddetli lodos kürekli Osmanlı gemilerinin manevra yapmasını önlüyordu. Yüksek bordolu Ceneviz gemileri kolaylıkla kuşatmayı yarıp Haliç’e girmeyi başardı. Bu başarısızlık kuşatmayı sürdüren ordunun da mâneviyatını kırdı. Denizdeki mücadeleyi damlara çıkmış Bizans halkının ve Zeytinburnu kıyılarından bizzat II. Mehmed’in de seyrettiği rivayet edilir. Bu başarısızlık sadece asker üzerinde değil ulemâ ve kumandanlar arasında da huzursuzluğa yol açmıştı. Nitekim Akşemseddin, gönderdiği bir mektubunda padişahı açık bir şekilde “hükmünü yürütmekten âciz” olmakla suçlayarak derhal gereken tedbirlerin alınmasını istemişti. İlk hücumun ve ardından denizdeki başarısızlığının verdiği hislerle Bizans’ın barış teklifi yeniden müzakere edildi, kuşatmanın kaldırılmasına taraftar olanların başında yer alan Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa teklifin kabul edilmesini desteklerken Akşemseddin, Zağanos Mehmed Paşa, Molla Gürânî gibi önde gelen ulemâ ve askerler buna şiddetle karşı çıkarak muhasaranın sürdürülmesi gerektiğini savundular. Akşemseddin’in mektubunun bu hararetli tartışmalar sırasında yazıldığı kabul edilecek olursa bu durumda II. Mehmed’in tereddüt içinde bulunduğu, ancak gerek Akşemseddin’in ikazları gerekse yakını olan paşaların ısrarları sonucu kuşatmayı sürdürme kararı aldığı söylenebilir.
Bu karardan sonra başarısızlığın izlerini silecek ve askerin mâneviyatını yeniden takviye edecek tedbirler alınmaya çalışıldı. Kara surlarının uzun süre dayanacağı hesaplandığından daha zayıf olan Haliç surlarını baskı altına almak için muhtemelen önceden düşünülmüş ve hatta hazırlıkları da önemli ölçüde tamamlamış olan, donanmaya ait bir kısım gemilerin karadan çekilerek Haliç’e indirilmesi planı devreye girdi. Gemileri karadan çekerek denize indirme işinin birden olmadığı, bunun için önceden uzun süren hazırlıkların yapıldığı, hatta gerek insan gücü gerekse makineler (Tursun Bey’de “cerr-i eskal”) vasıtasıyla kızaklar üzerinden çekilen gemilerin birkaç gün süren bu işlemler sonrasında Kasımpaşa sırtlarında birbiri peşi sıra dizildiği ve gece ansızın Haliç’e indirildiği sanılmaktadır. Zira gemilerin bir gecede bu kadar yolu katederek çekilmesi ve Haliç’e indirilmesi pek mümkün görünmemektedir. Bir başka tartışma noktası, sayıları altmış yetmiş olarak verilen bu gemilerin hangi güzergâhtan çekildiği konusudur. Bazı araştırmacılar, Tophane Limanı’ndan Humbaracıbaşı Yokuşu’nu takip ederek Asmalı Mescid’den Tepebaşı yoluyla Kasımpaşa’ya indirildiğini belirtirken bazıları, 2-3 kilometrelik bu arazinin inişli çıkışlı oluşunu hesaba katarak o sıralarda denizin içeri doğru girdiği bir koy durumunda bulunan Dolmabahçe’den veya Beşiktaş’tan itibaren daha düz, inişi ve yokuşu az olan Harbiye yoluyla Kasımpaşa’ya veya daha geride Eyüp tarafının karşısına indirildiği üzerinde dururlar. Ayrıca bu sonuncu hat Zağanos Mehmed Paşa’nın kuvvetlerinin gerisinde kaldığından yapılan işlemlerden Galata Cenevizlileri’nin ve Bizans’ın haberi olmadığı, ilk hat kullanıldıysa bundan Galata’daki koloninin haberdar olmamasının düşünülemeyeceği de ifade edilmektedir. Muasır ve muahhar Osmanlı kaynaklarında ortak olan husus, gemilerin “Galata üstünden, Galata ardından, Galata Kal‘ası’nın üst yanından, Galata ensesinden” çekilerek Kasımpaşa’ya veya Eyüp tarafının karşısına indirilmiş olmasıdır.
21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece muhtemelen önceden çekilerek sıra sıra hazırlanan gemiler birbiri peşi sıra Haliç’e indirildi. İrili ufaklı altmış yetmiş kadar geminin Haliç’te ansızın görülmesi önceki başarısızlıkları örttüğü gibi askerin mâneviyatı üzerinde de etkili oldu, buna karşılık Bizans’ta büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığına yol açtı. Şehrin müdafaasına katılan tarihçiler bu hadiseden duyulan şaşkınlığı açık bir dille belirtirler. Barbaro’ya göre gemiler Haliç’e inince özellikle burada bulunan İtalyan gemiciler büyük bir korkuya kapılmışlar, buradaki donanma ile Marmara’da Haliç ağzındaki donanmanın birlikte hareket ederek kendi gemilerini yakacağından endişe etmeye başlamışlardı. Bu sebeple Haliç’teki Osmanlı donanmasını yakma teşebbüsünde bulunulduysa da bundan bir sonuç alınamadı. Ayrıca Zağanos Mehmed Paşa’nın Kasımpaşa ve Okmeydanı sırtlarındaki topçuları, Bizans ve İtalyan gemilerinin Osmanlı gemilerine saldırısını önleyici atışlar yapıyordu. Hatta Bizans filosundan iki gemi top ateşiyle batırılmıştı. Haliç’teki donanma kuşatmanın gidişinde çok etkili bir rol oynayamadı; bununla beraber surlara yakın yerde kurulan ve karşıdan karşıya geçişi temin eden, dolayısıyla Haliç’in kuzey sırtlarındaki Osmanlı ordusuyla kara surlarını muhasara eden kuvvetler arasındaki irtibatı sağlayan köprünün korunması işini üstlenmiş, ayrıca karşı tarafa geçişlerde gemilerden çok istifade edilmişti.
Kara surları cephesinde ise Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara 6 Mayıs’ta yapılan umumi hücumla muhasara yeniden şiddetlenmişti. 12 Mayıs’ta Tekfur Sarayı ile Edirnekapı arasına hücum edildi. Edirnekapı-Eğrikapı surları yoğun top atışlarıyla iyice çökertildi, buraya yapılan hücum pek şiddetli olduysa da bir netice alınamadı. 16 Mayıs’ta yer altından büyük bir tünel kazıldı, surların altından geçirilerek şehir içine kadar uzatıldı; fakat Bizanslılar’ca keşfedilen bu tünel karşı taraftan kazılan bir başka tünel vasıtasıyla çökertildi. 18 Mayıs’ta ise büyük ebatlarda inşa edilen yürüyen kule ile surlara yapılan hücum da başarısızlıkla sonuçlandı, kule yakılarak imha edildi. Ancak Barbaro’ya göre kuleyle ordugâh arasında üzeri derilerle kaplı bir yol yapılmış ve Osmanlı askerleri hiçbir kayıp vermeksizin surların önüne kadar rahat bir şekilde ilerleyebilmişlerdi. İçeride bulunan askerler de sur önündeki hendeği doldurarak yığdıkları toprağı surlar boyunca yükseltmişler ve bu da şehrin düşüşünde rol oynamıştı (Kostantiniyye Muhâsarası Ruznâmesi, s. 56-57). Ayrıca Haliç’te dubalar üzerindeki köprü icap ettiği takdirde çekilerek sur kapılarına doğru bir yol oluşturacak şekilde yapılmıştı.
Daha sonraki günlerde top atışları bütün şiddetiyle sürdürüldü. Özellikle şehir içine düşen gülleler ve çıkan ses şehirdeki korku ve panik havasını arttırıyordu. Birbiri ardınca kazılan tüneller ise müdafiler tarafından bulunup çökertiliyordu. Fakat gerek halk gerekse askerler dayanma sınırlarının sonuna gelmişlerdi, yedi haftadır süren kuşatma ümitleri yok ediyor, yardım beklentisini giderek zayıflatıyordu. 23 Mayıs’ta II. Mehmed, İsfendiyar oğlu İsmâil Bey’i Bizans’a elçi olarak gönderip şehrin teslim edilmesini, halkın canına ve malına dokunulmayacağını, imparatora da Mora despotluğunun verileceğini, isteyenlerin arzu ettikleri yere gitmelerine müsaade edileceğini bildirmişse de teklif kabul görmedi; yalnız kuşatma kaldırılırsa eskisi gibi tâbiiyetin kabul edilebileceği ve haraç verilebileceği cevabı alındı.
Bundan sonraki iki üç gün boyunca son bir genel hücum için büyük hazırlıklar yapıldı. Son saldırıyı gerçekleştirmek üzere gerekli planlar tamamlandı. Zağanos Mehmed Paşa Haliç surlarına yüklenecek, Karaca Paşa sağ yanında merkez cepheden Haliç surlarına kadar olan bölgeye, İshak ve Mahmud paşalar merkezden Marmara sahillerine uzanan kesime, padişahın bulunduğu merkez kuvvetleri Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara saldıracaktı ve bu son hücumun ağırlık merkezi de Topkapı ile Edirnekapı arası olacaktı. Bu hazırlıklar Bizans’tan haber alınınca Guistiniani, Notaras emrindeki topların Osmanlı merkez kuvvetlerinin bulunduğu kesime kaydırılmasını üstlendi. Fakat Notaras saldırıyı Haliç surlarına beklediğinden buna karşı çıktı; imparatorun emriyle toplar Guistiniani’nin istediği yere gönderildi. Bu arada şehir içinde mâneviyat bozukluğu had safhaya varmakla birlikte aradaki türlü çekişmelere son verilerek toplu bir savunma için çalışmaya başlanmıştı. Rum, İtalyan, Ortodoks ve Katolik ahali bir arada dinî törenler icra ederek beraberliklerini gösteriyor, Ayasofya’da toplananlar ve özellikle din adamları Vatikan’la birleşme sağlanmış gibi bir görüntü içerisinde yanyana dinî törenlere katılıyordu. İmparator ise düzenlediği toplantılarla son hazırlıkları ve müdafaa planını belirlemiş, bunun ardından kumandanlara dış surlardaki yerlerini almalarını emretmiş ve iç surların kapılarını bunların arkasından kapattırmıştı. 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece şenlikler yapan ve etrafı mum donanmasıyla aydınlatan Osmanlı ordusu, gece yarısına doğru surların etrafını gündüz gibi aydınlatan ve Bizans halkına dehşet veren bu ışıkları birden bire söndürerek son hazırlıklarını tamamladı.
Bizans’ın düşüşü ile neticelenen son saldırı 29 Mayıs Salı günü sabaha karşı gerçekleşti. Bu hücum bir yerden değil bütün cephelerden birden başlatılmıştı. Donanma Samatya’ya kadar olan Marmara surlarını abluka altına alıp yer yer azeb askerlerini karaya çıkartarak hücuma kaldırırken Edirnekapı ile Topkapı arasındaki kesimde Bayrampaşa vadisi boyunca yıkılmış ve yer yer tamire çalışılmış surlara büyük bir kuvvetle saldırıldı. Birbiri ardınca yapılan üç hücuma Barbaro’ya göre kalabalık birlikler katılmış, top ateşi ortalığı duman içinde bırakarak mücadeleyi daha zor hale getirmişti. Gün doğmadan bir saat evvel büyük top harekete geçirilerek, tamir edilmeye çalışılmış olan yıkık surlara ateşe başlamış ve bazı sur duvarlarını yerle bir ederek hücumu kolaylaştırmıştır. Nitekim bunun ardından 300 Türk askeri ikinci surları aşarak içeri girmiş, burada cereyan eden savaşta arkadan zamanında destek sağlanmadığı için bunlar geri püskürtülmüşlerdi. Fakat hemen ardından büyük bir kuvvet içeri girerek ikinci surları aşmıştı. Barbaro bunların 70.000 kişi olduğunu yazar (a.g.e., s. 66-67); fakat bu rakamın abartıldığı açıktır. Bu şiddetli savaş sırasında Guistiniani yaralandı ve hemen kendi gemisine taşındı; Bizans halkı arasında şehrin düştüğü ve askerlerin içeri girdiği şâyiası yayıldı. Halk panik halinde gemilere binebilmek için Haliç Limanı’na inmeye başladı. Topkapı gediğine saldıran kuvvetlerle Edirnekapı ile Canbazhânekapı (Kerkoporta) arasındaki yıkıntılara saldıran kuvvetler iki sur arasında bir süre çarpıştıktan sonra birleşerek Edirnekapı’daki müdafileri çevirmişler, aynı anda üç noktada onları dağıtarak şehre girmeyi başarmışlardır.
Guistiniani’den boşalan yeri doldurmak için gelen ve bizzat çarpışmaya katılan İmparator Kostantinos aldığı yaraların tesiriyle burada hayatını kaybetmiştir. İmparatorun yakın adamlarından olup muhasarayı anlatan Francis, Hasan adlı bir yeniçerinin surun bu yıkık bölgesinde cesaretle tepeye çıktığını, Bizans askerlerini kaçırdığını, yanına otuz kadar yeniçerinin ulaştığını, ardından birçoklarının surların üstüne çıktığını, buradaki savaş sırasında Hasan’ın bir taş isabetiyle yıkılıp vücuduna pek çok okun isabet ettiğini ve orada hayatını kaybettiğini, bununla beraber surlara çıkanların müdafaa hattını yardıklarını, adamlarıyla birlikte çarpışan imparatorun ise aldığı yaraların tesiriyle öldüğünü, Türkler’in Agios Romanos Kapısı (Topkapı) civarından içeri girdiklerini yazar (Şehir Düştü, s. 94-97). Aynı şekilde Barbaro da güneş doğarken Türkler’in San Romano Kapısı’ndan şehre girdiklerini, bu arada gün doğmadan bir saat evvel Türk donanmasının zincirin önüne geldiğini, Haliç’te bulunan Zağanos Mehmed Paşa kumandasındaki donanmanın Fener’e asker çıkardığını ve bunların şehre Türk bayrakları çekildikten sonra süratle içeri girdiklerini ifade eder (Kostantıniyye Muhâsarası Ruznâmesi, s. 68-69). Barbaro imparatorun ölüp ölmediği hakkında bir bilgi alınamadığını, ancak Türkler’in San Romano Kapısı’ndan içeri girdikleri sırada kendisini boğarak intihar etmiş olduğu yolunda haberler geldiğini yazar (a.g.e., s. 70). Kritovulos da buna benzer bir ifadeye yer vermiştir.
Muhasara sırasında İstanbul’da bulunmayan Dukas, elli kişilik bir grubun Bizans askerlerince “açık unutulan” bir kapıdan içeri dalıp surlara çıktığını ve müdafileri kaçırdığını, bu arada yalnız kalan imparatorun aldığı bir darbe ile yaralanıp düştüğünü, bu yoldan giren Türk askerlerinin sadece üç kayıp verdiklerini belirtir (Bizans Tarihi, s. 175-177). Ona göre müdafilerin kayıpları 2000 kadardır. Muhasarada bulunan Sakızlı Leonardo’dan ve diğer bazı eserlerden yararlanarak İstanbul’un fethi konusunu ele alan çağdaş Venedikli müelliflerden Zorzi Dolfin, Topkapı karşısına taşınmış olan büyük topun buradaki kuleyi yerle bir edip yıkıntılarının önündeki hendeği doldurduğunu ve buradan içeri girildiğini, bu civarda bulunan imparatorun o karışıklıkta ezilerek hayatını kaybetmiş olduğunu, 800 kadar Rum ve Latin’in de birbiri üstüne yığılarak öldüğünü yazar (Fatih ve İstanbul, I/1, s. 43, 48, 54). Bir Romen kaynağında ise surlara ilk çıkanların uzun boylu, korkunç görünüşlü beş Türk olduğu, ayrıca dev cüsseli çok cesur bir asker olan Mustafa Bey’in emrindeki Anadolu askerleriyle içeri girdiği ve bu beyin imparatorla savaştığı şeklinde efsanevî bir rivayete yer verilir (Iorga, XIII/49 [1949], s. 142-143). Burada imparatorun Yaldızlıkapı tarafına çekilip orada rastladığı Türk askerlerince öldürüldüğünün belirtilmesi, Osmanlılar’ın Topkapı gediğinden şehre girişleri sırasında imparatorun Yedikule’ye doğru çekildiğini belirten Kemalpaşazâde’nin verdiği bilgilere uygun düşmektedir. Kuşatmaya şahit olan Tursun Bey, yeniçerilerin arasına karışan bir grup azebin şehre girdikten sonra yeniçerilerden uzakta olmak için kimsenin bulunmadığı bir tarafa doğru yürüdüklerini, bu sırada gizlice deniz tarafına ulaşmak isteyen imparatora ve yanındakilere rast geldiklerini ve onun yaralı bir azebin üzerine yürümek isterken atının ayağının sürçmesi sonucu devrilip atın altında kaldığını ve yaralı azeb tarafından kim olduğu bilinmeksizin öldürüldüğünü belirtirken (Târîh-i Ebu’l-Feth, s. 58-59) Kemalpaşazâde önce Topkapı gediğinden surların aşıldığını, Yedikule tarafına kaçan imparatoru bir azebin kılıçla yaralayıp öldürdüğünü, ancak bu konuda pek çok rivayetin bulunduğunu yazar (Tevârih-i Âl-i Osmân, VII. Defter, s. 72). Ayrıca Guistiniani’nin yaralanmasından sonra bu kesimde içeri giren askerlerin surlar arasında mücadele ettiklerini, Silivrikapı civarından Anadolu askerlerinin, Edirnekapı civarından Rumeli askerinin surları aştıklarını ve gemilerle köprü kuran deniz askerlerinin de yine içeri girmeye başladıklarını söyler (a.g.e., s. 66 vd.). Bu arada surlara ilk çıkanlar hakkında herhangi bir bilgi vermeyen Osmanlı kaynakları içinde sadece Bihiştî, şehre ilk girenin Rumeli beylerinden olan babası Süleyman Bey olduğunu ifade eder (Tevârîh-i Âl-i Osmân, vr. 158a).
İlgili kaynaklardaki bilgileri eleştiren Selahattin Tansel, şehre ilk defa Haliç tarafındaki daha zayıf surlardan girilmiş olabileceği, bunu duyan imparatorun Türkler’in şehre girdikleri Haliç’e doğru süratle hareket ettiği, bu sırada Zeyrek Yokuşu civarında azeblere rastlayarak hayatını kaybettiği üzerinde durur ve bu konuda Kemalpaşazâde’yi delil olarak gösterirse de (Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, s. 98-99) gerek Tursun Bey’in gerekse Kemalpaşazâde’nin ifadeleri burada öne sürülen bilgilerle uyuşmaz. Yine çeşitli kaynakları değerlendirerek İstanbul’un fethini konu alan bir eser yazan Steven Runciman, imparatorun yalvarmalarına rağmen yaralı haldeki Guistiniani’nin gemisine giderek savaş mevkiini terkettiğini, bu arada Türkler’in Kerkoporta’dan içeri girdikleri haberinin ulaştığını, imparatorun hemen buraya koştuğunu, fakat geç kaldığını, bu kargaşalıkta “açık bırakılan” kapıyı kapamanın mümkün olmadığını, içeri sel gibi akan Türk birliklerinin karşısında burayı müdafaa eden Bocchiardi’nin birliklerinin tutunamadığını, bunun üzerine çaresiz kalarak Bayrampaşa vadisindeki siperlere doğru uzaklaştığını, yanında bulunan yeğeni Theophilos Palaeologos ve yakın arkadaşı Ioannes Dalmata ile birlikte, Guistiniani’nin geçtiği küçük kapı civarında yeniçerilerle mücadele ettiğini savaşanların arasına katıldığını ve kendisinden bir daha haber alınamadığını belirtir (Kostantiniyye Düştü, s. 220-221).
Şehrin kılıç gücüyle fethedilmesi İslâmî teamüle göre yağmaya açık hale gelmesi demekti ve askerlerin üç gün yağma hakkı bulunuyordu. Şehrin içlerine doğru hemen hemen her taraftan akan Osmanlı askerleri birçok esir alarak Aksaray’da birleştiler ve Ayasofya’ya doğru ilerlediler. Bu arada şehirdeki yerli halkın bir kısmı ve İtalyanlar, Haliç’teki gemilere ulaşarak Marmara’ya açılmayı başardılar. Venedik gemileri, birkaç Ceneviz savaş gemisi ve dört beş kadar da Bizans kalyonu, Osmanlı donanmasındaki askerlerin karaya çıkmasını fırsat bilerek zinciri kaldırıp kaçtılar. Osmanlı donanması daha sonra Haliç’e girecek ve ancak öğleye doğru limanı kontrol altına alabilecektir.
Şehre giren Osmanlı kuvvetleri bazı yapıları tahrip ederek yağmaya daldılarsa da akşama doğru her şey yatıştı. Artık Fâtih unvanına hak kazanan II. Mehmed’in şehre girişiyle ordu disiplin altına alındı. Şehirde ölü sayısı 4000 kadardı (a.g.e., s. 232). II. Mehmed, Ayasofya’ya giderek burada toplanmış olan halka ve din adamlarına güvenliklerinin sağlanacağı teminatını verdi; burayı camiye tahvil etti. Ardından imparatorun sarayına gitti. Bu arada çavuşlar şehre dağılarak askerleri topladılar. Binaların tahribi önlendiği gibi yağmaya da artık son verildi. II. Mehmed sükûneti sağladıktan sonra şehri terkedip karargâhına geri döndü. Ertesi gün esirler arasında yer alan önde gelen aileleri, kumandanları, yüksek devlet memurlarını kendi nezâreti altına aldı; birçoğunu fidyelerini bizzat ödeyerek serbest bıraktırdı. Notaras’ı karargâhına getirtti ve ona iltifatta bulundu, imparatorun âkıbetini sordu; ardından cesedi arattı. Bu arada Bizans’ta bulunan ve savaş sırasında hayatını kaybeden Osmanlı şehzadesi Orhan’ın naaşı tesbit edildi. Venedikliler’e ise Bizans’a nisbetle daha sert davranıldı. Bunun sebebi iki devlet arasındaki savaş halinin sürmesiydi. Venedik kolonisinin başında bulunan ve çarpışmalara katılmış olan balyos Minotto ile oğullarından biri ve ileri gelen yedi Venedikli idam edildi. Katalanlar’ın başındaki Pere Julia da beş altı kişiyle birlikte aynı âkıbete uğradı. Daha sonra Lukas Notaras da bazı telkinler sonucu idam edildi. Yaralı Guistiniani gemisiyle Sakız’a ulaştığında aldığı yaraların tesiriyle öldü. Fâtih Sultan Mehmed ise cuma günü yeniden şehre girerek ilk cuma namazını Ayasofya’da kıldı. Artık asayiş sağlanmış ve sıra yeni pâyitahtın imarına ve devlete yakışır bir hale getirilmesine gelmişti.
Runciman’a göre II. Mehmed şehrin harap olmaması için her şeyi yapmıştı. Haliç kıyısındaki ticaret merkezi, Blachernae’daki imparator sarayı ve çevresi, Hipodrom dolayındaki kilise, ev ve saraylarla Acropolis geniş çapta yıkıma uğramakla birlikte pek çok kiliseye dokunulmamıştı. Şehir mahalleleri açık alanlar ve bahçelerle birbirinden ayrılmış olduğundan Osmanlı askerleri şehre girdiğinde, mahalle halkı vakit kaybetmeksizin kapıları açıp teslim olmuş ve padişaha başvurmuş; bunun üzerine evlerine, kiliselerine dokunulmamış ve herhangi bir tecavüze karşı muhafızlar gönderilmişti. Runciman, kendi istekleriyle kapıları açan Petrion (Fener) semtindeki kiliseye bu sebeple dokunulmamış olduğunu, Marmara kıyısında Samatya, İmrahor ile Narlıkapı bölgelerinde de aynı durumun meydana geldiğini belirtir. Yine şehirdeki ikinci büyük ibadethâne olan Hagioi Apostoloi (On İki Havari) Kilisesi’ne dokunulmamış olmasını da II. Mehmed’in özel emrine dayandırır (a.g.e., s. 236-239). Bu durum, anlaşma şartları ile teslim olma veya kapıları açmadan ziyade II. Mehmed’in pâyitaht yapmak istediği şehrin nüfus açısından desteklenmesi ve başşehire yakışır bir sosyal ve ekonomik yapıyı sağlama yolunda yerli ahaliyi yerinde tutma siyasetiyle yakından ilgili olmalıdır.
Fetih Sonrası İstanbul. Fetihten sonra imar hareketleriyle çehresi değişen ve yavaş yavaş bir Türk İslâm şehri hüviyetini kazanan İstanbul, tarihî yarımadanın dışına doğru taşmaya başlayarak zaman içerisinde bir imparatorluk merkezinin kozmopolit ve renkli hayatının hâkim olduğu, Avrupa ile Asya arasında Karadeniz’in kuzeyi ile Akdeniz’e açılan deniz ve karayollarının birleştiği, aynı zamanda farklı kültürlerin kaynaştığı bir büyük metropol haline geldi. Bütün bir imparatorluk zamanla İstanbul merkezli bir kültür ve sosyal yapının etkisi altına girdi. Özellikle XVI. yüzyıldan itibaren taşradaki şehir hayatında pâyitahtın mânevî ve kültürel baskısı sürekli hissedildi. Bu durum İstanbul’u bir cazibe merkezi haline getirdiği gibi ekonomik bakımdan da bütün dikkatler buraya yöneldi. XVI. yüzyıldan itibaren imparatorluğun yayılmış olduğu üç kıtanın bütün özelliklerini taşıyan İstanbul, kalabalık sivil nüfusu yanında saray ve görevlilerinin de sivil hayatı doğrudan etkilediği ve belki de bütünüyle saray ve çevresiyle özleştirilen bir şehir olarak anıldı. Hatta adı bile çok defa sadece bu hususiyeti aksettirecek şekilde değişti ve yaygınlaştı. Sarayda bulunan resmî tarihçilerin eserlerinde imparatorluk ile pâyitahtın bu şekilde birbiriyle bütünleştirildiği dikkati çeker. Onların eserlerinde bütün imparatorluğa şehir ve saray zâviyesinden bakış yaygın şekilde yer alır. Siyasî ve sosyal olaylar hep İstanbul merkezli olarak takdim edilir; hânedanla birleştirilmiş bir İstanbul tarihi verilir. Bu bakımdan fetihten sonra meydana gelen sosyal hadiselerle ilgili olarak kaynaklarda bol malzeme bulunmaktadır. Bu kaynaklardaki bilgilere bakıldığında genellikle hadiselerin devlet idarecileri, kapıkulu ve ulemâ üçgeni içinde anlatıldığı görülür; sivil halkın rolü de bu çerçevede geçer. Padişahların cülûsları, vefatları, haftanın belirli günlerinde çeşitli maksatlarla şehre inmeleri, yapılan teftişler, ileri gelen devlet adamlarının faaliyetleri, imar hareketleri, iâşe meseleleri, piyasa hareketliliği, yabancı elçilerin karşılanışı, ordunun sefere çıkış merasimleri, saray kaynaklı olup bütün halkı ilgilendiren şenlikler, tabii âfetler, kapıkulunun yer yer türlü bahanelerle çıkardığı isyanlar belli başlı konuları ihtiva etmektedir.
Fetihten sonra başşehir olarak özel bir idarî statüye sahip olan ve Galata, Üsküdar, Eyüp ile organik bütünleşme sürecine giren bir kadılık olarak kazâî hususiyeti belirlenen sur içindeki, yani tarihî yarımadadaki İstanbul (nefs-i İstanbul) imparatorluğun dağılışına kadar bir iki hadise dışında ciddi bir dış tehlikeye mâruz kalmadı. Ancak zaman zaman Çanakkale Boğazı’nın tutulması, kuzeyden gelen Kazaklar’ın Boğaz’a kadar girmeleri, Celâlî isyanları dolayısıyla şehrin hinterlandının güvensizlik içinde kalması gibi olaylarla karşı karşıya kaldı. İstanbul en bâdireli devrini XVII. yüzyılın ilk yarısından itibaren yaşadı; II. Osman’ın katli hadiseleri ve IV. Murad dönemindeki karışıklıklar, Sultan İbrâhim ve IV. Mehmed devirlerindeki sosyal çalkantılar şehri sarstı; bu dönemlerde Girit seferi dolayısıyla Venedik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı abluka altına almasının sıkıntılarını da çekti. 1651’deki esnaf ayaklanması şehrin tarihi için önemli bir hadiseydi. Bunun ardından 1656 yılındaki Çınar Vak‘ası ve bunu takip eden olaylar şehirde görülmemiş ölçüde bir karışıklığa sebep oldu. Köprülüler devrinde sağlanan asayiş II. Viyana bozgunu sonrasında yeniden kaybedildi. Özellikle II. Mustafa’nın tahttan indirilmesiyle sonuçlanan Edirne Vak‘ası (1703) İstanbul’u doğrudan etkiledi, asayişsizlik yüzünden şehirde birçok hadise meydana geldi. III. Ahmed’in tahttan indirilmesine yol açan Patrona Halil İsyanı yeni bir çehreye kavuşan, bilhassa Haliç kıyısı boyunca yeni köşkler, bahçelerle donatılan şehir için büyük bir yıkım oldu. Yaşanan büyük karışıklık sırasında sivil halk evlerine kapandı, bir bölümü de şehri terketti. I. Mahmud’un etkili faaliyetleriyle şehir yeniden huzura kavuştu. Uzun bir aradan sonra 1768’de başlayan savaşın olumsuz ortamı, kısa sürede İstanbul’u etkisi altına aldı. 1770’te Rus donanmasının Ege’de görülmesi ve yeni bir abluka siyaseti, donanması yakılmış Osmanlı Devleti’nin pâyitahtını ilk defa doğrudan savunmasız bir hedef haline getirdi. III. Selim’in reformist faaliyetleri şehir için bazı yeni gelişmeleri de beraberinde getirdi ve Avrupa tarzında yeni askerî binaların inşa dönemi başlamış oldu. 20 Şubat 1807’de İstanbul önlerine gelen İngiliz donanması büyük bir heyecana yol açtıysa da gerekli savunma tedbirleri alınması üzerine bu donanma geri çekildi. Bunun hemen ardından ilk defa bir yabancı donanmanın toplarına doğrudan hedef olan şehirdeki büyük şaşkınlık ve saraya karşı duyulan güvensizlik, yeniçerilerin çıkardığı Kabakçı Mustafa İsyanı’na müsait bir zemin hazırladı (1807). Alemdar Mustafa Paşa’nın Rumeli ordusunun İstanbul’a gelişi yeni hadiselerin başlangıcına sebep oldu. Paşanın çıkan bir isyan sonucu hayatını kaybetmesinin ardından uzun bir süre yeniçerilerin tahakkümü sürdü. Özellikle 1821’deki Mora isyanı üzerine doğrudan doğruya İstanbul’daki gayri müslim hıristiyan tebaaya karşı birçok istenmeyen hadise cereyan etti. Bunlar etkili tedbirlerle önlenmeye çalışıldı. II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırması (1826) şehri bir savaş alanı haline çevirdi. Büyük bir yeniçeri kıyımı başlatıldı, uğranılan bütün başarısızlıkların ve felâketlerin faturası bu ocağa çıkartıldı.
II. Mahmud’un şeklî reformları İstanbul’un mistik Doğu havasına, buna uydurulmaya çalışılmış bir Batı tarzının katılmasına yol açtı; İstanbul sokakları yeni kıyafetli memur ve askerlerle tanıştı; klasik sivil müslüman profilinde bu tarihten itibaren bir değişme meydana geldi. Ruslar’ın 1828’de Edirne’yi geçip Kırklareli’ne ulaşmaları İstanbul’u karadan açık bir hedef haline getirdi ve büyük bir paniğe yol açtı. İstanbul’un muhafazası için bazı tedbirler alındıysa da yapılan anlaşma üzerine bu tehdit ortadan kalktı. Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanı, ilk defa bir yabancı devletin askerlerinin İstanbul’a gelişine sebep oldu. Osmanlı Devleti’ne yardım için gelen sekiz Rus gemisi Büyükdere açıklarında demirledi; askerler ise Hünkâr İskelesi civarında karaya çıkıp karargâh kurdular. Bu meselenin halledilmesinin ardından Ruslar İstanbul’dan ayrıldı (1832). II. Mahmud devrinde şehirde birçok beledî yeni uygulama gerçekleştirildi. Tanzimat’ın ilânı ve uygulanışı yine ilk defa İstanbul’da başladı. Böylece şehir XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı şehirlerine benzer bir fizikî yapılanmaya sahne olduğu gibi halkın yaşayış ve âdetlerine yeni yeni unsurlar girdi, Avrupa’ya daha da açık bir Doğu şehri olarak kozmopolit yapısı hayli renklendi. Şehrin klasik sivil yaşantısına yeni bir hayat tarzı eklendi ve bu ikisinin arasındaki farklılaşma, eskisinden daha açık bir şekil aldı. Bir taraftan muazzam saraylar inşa edilirken bir taraftan da bürokrasinin yerleşeceği yeni binaların yapımına ve yeni eğitim kurumlarının inşasına hız verildi. 1876’da çıkan ayaklanmalar Abdülaziz’in hal‘i ile sonuçlandı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın olumsuz etkileri şehri derinden sarstı. Rus ordularının Yeşilköy’e kadar gelmesi, 24 Şubat 1878’de başkumandanlık karargâhının Yeşilköy’de kurulması halk arasında büyük bir telâşa yol açtı. İstanbul tarihinde ilk ciddi tehlike denilebilecek bu karargâhın tesisiyle şehir yabancı işgale açık hale geldi. Ancak yapılan anlaşma ile bu panik havası yatıştırıldı. İstanbul 1895’te de ilk defa geniş katılımlı bir gayri müslim topluluğun nümayişine sahne oldu. Ermeni grupları Bâbıâli’ye yürüdüler; ayrıca Ermeniler’le müslüman halk arasında çatışmalar meydana geldi. Ertesi yıl ikinci defa Ermeniler’in çıkardığı hadiseler şehri sarstı ve karşılıklı kıtal hareketlerine zorlukla engel olunabildi.
Balkan savaşları pâyitahtı yeniden yabancı bir tehditle karşı karşıya bıraktı. Çatalca’ya kadar ilerleyen Bulgarlar İstanbul tarihinde ikinci ciddi tehdittir. Tarafsız devletler, elçiliklerini koruma bahanesiyle İstanbul’a savaş gemileri gönderdikleri gibi bunlar şehrin işgal ihtimaline karşı karaya asker çıkardı. Bu zor durum yapılan mütarekeyle atlatıldı.
İstanbul en sıkıntılı yıllarını Balkan savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında yaşamıştır. Bu yıllarda Balkanlar’dan perişan halde kaçan kalabalık müslüman gruplar İstanbul’a yığıldı ve şehrin zaten bozuk olan sıhhî şartlarını daha da kötüleştirdi. Sivil halk bu yıllarda yiyecek bulamamanın zorluklarını derinden yaşadı; son derece bozuk ekonomik yapı sosyal bünye üzerinde tahripkâr oldu. Öte yandan sadece müslüman halkın değil pek çok yabancı göçmenin geçici veya sürekli ikamet etmek üzere şehre gelmesi, sosyal hayatı daha da kötüleştirdi; farklı âdet ve kültür unsurları bu göçmenler vasıtasıyla şehrin genel yaşantısında yeni alışkanlıkların ve uygulamaların yerleşmesine yol açtı.
Çanakkale müdafaası müttefiklere Boğaz’dan geçiş izni vermedi, böylece İstanbul yeni ve o devre kadarki en büyük tehlikeden kurtulmuş oldu. 1918’de semalarında görülen savaş uçakları şehri bombaladıysa da pek fazla bir zarar veremedi. Bu bombardımanın ardından 13 Ekim 1918’de müttefikler mütareke şartlarına göre elli beş parça savaş gemisiyle İstanbul önlerine gelip karaya asker çıkardı ve böylece işgal devri başlamış oldu. İstanbul 1453’te fetihten sonra ilk defa yabancı devletlerce işgal edilmişti. Bu durum halk üzerinde son derece olumsuz tesir icra etti, büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Ankara hükümetinin Millî Mücadele’de başarılı çıkması üzerine işgal kuvvetlerinin İstanbul’u boşaltması kararlaştırıldı. Son Osmanlı padişahı VI. Mehmed’in 16 Ekim 1923’te İstanbul’u terketmesiyle Osmanlı idaresi fiilen sona erdi ve bu durum pâyitahtın kaderini de belirledi. 2 Ekim 1923’te işgal kuvvetlerinin şehri terketmesinin ardından işgal devri sona erdi; 6 Ekim’de Türk millî ordusu İstanbul’a girdi. 3 Mart’ta halifeliğin ilgası üzerine İstanbul önce bir pâyitaht, sonra da bir hilâfet merkezi olma özelliğini kaybetmekle birlikte Doğu ve Batı medeniyetlerinin kesişme noktasında, iktisadî bakımdan ve kültür müesseseleri yönünden kalabalık nüfusu ile büyük bir metropol olma niteliğini sürdürdü.