Siyasal İslâm’ın ekonomi-politiği olarak 17/25 Aralık
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
Nahda ile AK Parti mukayesesini, ‘Siyasal İslam’ın lastik gibi her yöne çekilebilen kavramları ve teorileri yerine somut gerçeklikler üzerinden yapmak en doğrusu. Somut gerçeklik deyince ilk akla gelmesi gereken siyasî rekabet ile maddi dünyanın, yani ekonominin ilişkisi olmalı. 17/25 Aralık bu dünyanın içinden çıkan canlı-kanlı bir skandal değil mi?
Rüşvet ve yolsuzluğa şer’î gerekçeler bulunmasından bahsetmiyorum. ‘Humus’tu, Hayrettin Hoca’nın fetvalarıydı, ‘hayır işleri’ bahanesiydi; hepsi hakkında minareyi bir kenara, kılıfı öbür tarafa koyacak kadar fikir sahibi olduk. Asıl üzerinde durulması gereken sorun ‘Siyasal İslâm’ın Türkiye’deki çıplak gerçekliğinin tam olarak 17/25 Aralık soruşturmalarında kendini ele vermesiydi. 17/25 Aralık, ‘Siyasal İslâm’ın kendisini kamu kaynakları üzerinden nasıl finanse ettiğini, bu yolla nasıl kalıcı bir iktidar düzeneği ortaya çıkardığını gösterdi. Mesele burada da bitmiyor. Gölge kamu sektöründen beslenerek aşırı büyüyen devletin ekonomik iktidarı da doğrudan ‘Siyasal İslâm’ projesi olarak gelişti. Reel sektörün gözden düşmesi, inşaat sektörünün bütün tasarrufları yutan dibi delik fıçıya dönüşmesi, doğrudan ‘Siyasal İslâm’ın tercihi idi.
Kavramlar ideolojik-siyasî aidiyetleri temsil ettikleri nisbette, insanı gerçeklere yabancılaştırıyor. ‘Siyasal İslâm’, dine uygun bir siyasî düzen tasavvuruna indirgenince siyasal alanda karınca yuvası gibi kaynayan bu amorf kütleyi tanımakta zorlanırsınız. ‘Siyasal İslâm’, iktidar rekabetinde dinin sadece işlevsel bir referans olarak yer almasını anlatıyor, dinin müteal hakikatleriyle kendisini değil. Seyyid Kutub’un veya Abdullah Azzam’ın radikalizmi de ‘Siyasal İslâm’, “Bize oy vermeyenler patates dinindendir.” popülizmi de öyle. Din hangi düzeyde ve kime karşı olursa olsun siyasî arenaya sokulduğu ve taraflar kendilerini bu kimlik veya aidiyetle tanımlamaya başladığı zaman, dinî referansların rakip siyasî hedefleri tahrip eden cephaneliğe dönüşmesi, yani ‘Siyasal İslâm’ın devreye girmesi kaçınılmaz. Anlamak için farklı ‘Siyasal İslâm’ yorumlarına değil, yine İslâm’ı referans alan onun anti-tezine yani sivil-sosyal İslâm alanına bakmalısınız.
Tekrarlayalım: Siyasî rekabet alanında taraf olarak yer almayı kategorik olarak reddeden, dinin dayanışma, yardımlaşma ve bir bütün olarak toplumsallaşma geleneğini sürdüren sivil-sosyal İslâm ile diğeri arasındaki farklılık ‘İslâmileşme’ sorunu değil, doğrudan en yalın dünyevî (hatta laik) biçimiyle ‘siyasileşme’ sorunudur. AK Parti siyasal alanda sadece İslâm’ı bir enstrümana dönüştürmedi, baksanıza ‘kan testi’ ve milliyetçi söylemlerle eklektik biçimde iktidar üretimine katkıda bulunduğu sürece milliyetçi tezlere de dört elle sarıldı. Demek ki din de, milliyet de siyaset için aynı mantıkla araçsallaşıyor.
AK Parti ‘Siyasal İslâm’ı iktidara gelme stratejisi olarak değil, iktidara yerleşme ve kalıcılaşma aracı olarak kullandı. AK Parti iktidarının ilk yıllarında muhalefetin dilinden düşmeyen ‘takiyye’nin ortalıktan kaybolması, pratiğin bu tartışma düzeyini fersah fersah aşmasının eseri. 17/25 Aralık bu kalıcılaşma serüveninin bir yol kazasından ibaret. AK Parti, İslâm’ın değil siyasetin alanını genişletmek adına devlet İslâm’ına, yani imam hatiplere ve din eğitimine dört elle sarıldı. Sivil toplumun elinden dinî dayanışma ağını çekip almak için devlet iktidarını seferber etti. Siyasallaşmış bir dinî cemaat yaratmak için kamu kaynaklarını ve özellikle devlet ihalelerini kullanmak zorundaydı. Gölge kamu ekonomisi bu finansmanı sağlayabilmek üzere genişledi ve 17/25 Aralık bu zeminde patlak verdi.
Rakibi olan sivil İslâm’ı, Gannuşi Tunus’ta ‘Siyasal İslâm’dan ayırarak emniyete alıyor. Cami yani sivil İslâm ile parti yani ‘Siyasal İslâm’ arasındaki ayrım, serbest teşebbüs ile devlet üzerinden zenginleşenlere tekabül ediyor. Demek ki Tunus’ta bir 17/25 Aralık yaşanmayacak. Şimdi cevap verin: Nahda ile AK Parti’nin ne alâkası var?