HÂLÂ GALİP AĞABEY’LE KONUŞURUM
İskender Öksüz 01 Ocak 1970
Bazı insanlar hayatımızdan hiç çıkmaz. Birlikte olmasak da, fizikî bakımdan çok uzak olsak da onlar “ordadır”, biliriz ve orda olmaları bize güven verir. Şüphesiz hayatımızdan çıkmayan bu insanların başında anne ve baba gelir. Sonra da çok ama çok sevilen, sayılan birkaç dost.
Onlar öldüklerinde derinden sarsılırız. Fakat bir süre sonra yine “ordalar” diye hissetmeye başlarız ve sohbetlerimiz devam eder. Benim sohbete devam ettiğim dostlarımın, ağabeylerimin başında Galip Erdem, Galip Ağabey geliyor. Bir diğeri Erol Güngör’dür.Ama bu yazı Galip Erdem hakkında.
İnternet yokken arama motoru
1960 darbesinden sonra Türk Milliyetçileri’nin sesini duyuran iki gazete çıkmıştı: Son Havadis ve Yeni İstanbul. İkisi birden değil, önce birincisi, sonra öteki bu görevi yüklendi. İkisinin de yazı işleri müdürü rahmetli Hami Tezkan, başyazarı rahmetli Gökhan Evliyaoğlu idi. Galip Ağabey’i işte bu gazetelerdeki köşesinden tanımıştım. Onuna birlikte rahmetli Kâmil Turan’ı ve Emine Işınsu’yu hatırlıyorum. Galip Erdem’in yazılarındaki pırıl pırıl zekâ, mizah ve muziplik derhal sizi sarardı. Fakat zekâ ve analitik düşünceden de önemlisi verdiği umumî sevgi hissi ve bilhassa ve şiddetle Türklük sevgisiydi. İlk yazısında, “belki inandıklarımın hepsini yazamayacağım ama size söz veriyorum, inanmadığım hiçbir şeyi de yazmayacağım” umdesini ilan etmişti. Sonra nice gazete ve dergiye başlarken ilk yazısında bunu hep tekrarladı. Adetim olmadığı halde Yeni İstanbul’un yıldız fallarını da okumaya başlamıştım. Hiç inanmazdım ve okuduğuma kendim de şaşardım ama çok keyifli fallardı. Yıllar sonra bu garip fal merakımın sebebini eşim Işınsu açıkladı. Onları da Galip Ağabey yazarmış ve fal bahanesiyle bütün dostlarına o sütunlardan lâf atarmış. Her birine burcuna göre… Sonra avukatlık stajı için İzmir’e geldi ve Avukat İhsan Koloğlu Bey’in yazıhanesinde tanışıklığımız vicahiye çevrildi. İşte benim için, henüz İnternet’in bulunmadığı devirde Galip Ağabey’in “Türk Milliyetçiliği’nin arama motoru” işlevi o zaman başladı. İlk tanışmamızda onu sıkı sıkı imtihan etmiş, tam bizden mi diye sorgulamışım. Ben hatırlamıyorum ama yıllar sonra o takdir ve sevgiyle bunu anlatırdı. Gençlerin âdetidir. Şimdikilerin de beni böyle sigaya çektiklerini hissediyor ve ben de onlarla iftihar ediyorum.
İbrahim Metin ve Azrail
Sonra Ankara ve Galip Ağabey’in hemen oracıkta, Hafta Sokak’taki evinde veya Türk Ocağı’nda veya KÜBİTEM’de, Töre’de, Devlet’te olduğu günler. Fikir sistemiyle ilgili her şeyi ona danışırdık. Ben, Sadi, İbrahim, Halil… Dündar Ağabey moral ve tazelenme, Galip Ağabey fikir, analiz ve bilgi ikmal istasyonumuzdu. Benzinimiz bittikçe ona sorar, o gelmemişse biz Hafta Sokağa gider depoyu doldururduk. Bu bilgi hazinesinin “sözlü gelenek” halinden çıkıp yazıya dökülmesinin birinci vasıtası İbrahim Metin’di. Onun kâğıtlarını, açılmış kurşun kalemlerini temin ederdi. Hani “kalemi kuvvetli” derler… Fikirler sanki gerçekten o sipsivri açılmış kurşun kalemlerden çıkardı. Kalem kalkar, iki karış uzaktan kâğıdı gösterir, havada bekler ve sonra yazmaya başlardı. Sonra duraklardı. Kalem tekrar kalkıp kağıdı gösterdiğinde sanki iç konuşmasını duyacak gibi olurdunuz. Kalem epey bir ucu kâğıda dönük bekler ve sonra devam ederdi. Kolay yazmazdı, yazma tembelliği ile dalga geçer, âdeta iftihar ederdi. Mezar taşına şöyle yazılacağını söylerdi: “Abdülgalip Erdem, 1930- 2030, yaşasaydı yazacaktı”. İbrahim’in ısrarına hiçbir şey karşı koyamazdı. Hastalık bile. Hastayım dese, yatağının yanında İbrahim biter, “sen söyle ben yazarım ağabey” derdi. “Azrail geldiğinde” derdi Galip Ağabey, “bir elimden o çekecek, diğer elimden ‘ağabey yazı!’ diyen İbrahim”.
Galibiye tarikatı
Yazması için kâğıt ve kalemden başka bir de “mübarek” çay lazımdı. Çayı çok ama çok severdi. Çayın milliyetçiliğin unsurlarından biri olduğunu bile söylemiştir, şakadan tabi… Çayı belki onun kadar seven bir de rahmetli Hacıeminoğlu’nu tanıdım. Öyle ki, misafir olduğu evde çay tepsi içinde odanın kapısında belirince Galip Ağabey ayağa kalkar ve ceketini iliklerdi. Bütün bu aşka ve saygıya rağmen kendi çayını yapamazdı. Ona çay yapacak bir “yamak” gerekirdi. Hafta Sokak’taki ilk yıllarda o yamaklık görevini rahmetli Budak yüklenmişti. Bir de kedisi vardı: Yumak. Budak- Yamak- Yumak kafiyelerini o günlerde sık işitirdik. Yalnız çayda değil daha birçok konuda kendisine pek bakamazdı. Ben kendi kendimi birinci derecede gözlük camlarının silinmesiyle vazifelendirmiştim. Günler, haftalarca bizde kaldığı olurdu. Fakat ağabey yemek ye, ağabey gözlüğünü ver, ağabey şunu yap sözlerinden bazen bıkardı. Şakadan şeyhliğini ilan etmiş ve yepyeni bir Galibiye tarikatı ihdas etmişti. Galibiye tarikatının, diğer cümle tariklerin aksine, müridlerin şeyhi ıslah etmesi gayesiyle kurulduğunu söylerdi.
Babaların babası
Beyaz sakalı ve o güzel yüz ifadesiyle şeyhe de benzemiyor değildi. Bir anekdotu herkes gülerek anlatırdı… İhtilal günlerinde Mevki Hastanesi’ne —muhtemelen Türkeş Bey’i ziyarete– gitmiş. Bekleyenler arasında meşhur babalardan İnci Baba da varmış. İnci Baba da o sırada hapiste ama hastalık sebebiyle hastanede tutuluyor, daha rahat, daha hoş bir ortamda… Bekleme salonuna Türkçü askerî hekim Dr. Selim Kaptanoğlu girer. İnci Baba yerinde dikkat kesilir. Çünkü gelecek günleri, haftaları Kaptanoğlu’nun iki dudağı arasındadır. O hasta derse hastanede kalacak, iyileşti derse hapse geri dönecektir. Kaptanoğlu Galip Ağabey’i görünce derhal yanına gider, eğilip elini öper. İnci Baba hayretle bu manzarayı seyretmektedir. Onun gözünde devleşen Kaptanoğlu o aksakallı, ufak tefek adamın önünde eğilip elini öpmüştür. Hemen yerinden fırlar, o da Galip Ağabey’in eline yapışır ve öper. Eh biz de durur muyuz! O günden itibaren Galip Ağabey’in ünvanları arasına bir de “Babaların Babası”nı ekleyiverdik!
Turan seferi
Çocukluk hayallerini anlatırdı. 1930 doğumluydu. Demek ki Atatürk’ün vefatında 8 yaşındaymış. O çocuk muhayyilesiyle Atatürk’ün her gece, herkes uyurken kalkıp sınır taşlarımızı usulca birkaç metre öteye taşıyıp yeniden diktiğini düşünürmüş; bundan eminmiş. Onsekiz yaşına geldiğinde lise öğrencisidir ve biraz daha akıllı-uslu olacağını düşünürsünüz, değil mi? Öyledir de fakat gel gör ki Bozkurtların Ölümü yayınlanmıştır. Kitabı bitirip kapağını kapatınca Turan’a gitmeye karar verir. Yine Bozkurtların Ölümü’nü okumuş bir arkadaşıyla birlikte Erzurum’dan yola çıkarlar, Van’a ulaşır, Jandarmaya yakalanır, valilikte misafir edilir ve geri yollanırlar… Zorla yarım bıraktıkları planları İran üzerinden Pakistan’a geçmek, Pakistan sefirimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın himmetleriyle Ötüken’e ulaşmakmış…
Cehd ve takva
Çocukluk ve hayaller böyle ama o kurşun kalemin kâğıda fikirleri dökebilmesi için çektiği sancıyı yakınları bilir. Milliyetçilik mi yazılacak, Turancılık mı, Komünizm mi, Faşizmi mi? Okunmadık kaynak kalmamalı. Her yayındaki farklı fikir veya düşünce de mutlaka okunup kapsama alınmalı. İşte İnternet öncesi arama motoru dememin sebebi de buydu. Derindi. Wilfredo Pareto’yu, rezidüleri, elitlerin deveranını hep ondan öğrendik. Komünist ideolojinin detaylarında tereddüdünüz varsa ona sorardınız. Bilgisi bizim yerli komünistler gibi Manifesto’yla sınırlı değildi. Yalnız onların yazdıklarından değil, meselâ Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Bey’in “Huzuru Akl u Fende Maddiyun Mezhebi Dalaleti”nden de alıntı yapardı. Konu İslamiyet ise İradei Külliye ve Cüziye hakındaki çeşitli tutumları da dinimizin tabiat bilimlerine karşı agnostikliğini de ondan dinlerdiniz. Milliyetçilik çalışması ve Türk Milleti’nin tarifi, Anthony Smith’den önce etno-sembolizmi kapsayan, fakat belki ondan güçlü ve muhakkak ki bizi ta içimizden tarif eden bir şaheserdir. Eh bu imkân bu kadar yakın olunca bir zamanların temel eğitim kitabı olan Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni 1977 boyunca yazar ve bölüm bölüm Töre’de yayınlarken, her problemi, her bölümü mutlaka Hafta Sokağa taşımam tabiîdir. Devamlı kendi kendini sorgulama hâlindeydi. “Haklı mıydım? Kırdım mı? Tutumum doğru muydu? Acaba yanlış mı yaptım? Böyle mi davranmalıydım? Başka türlü olsa daha iyi olmaz mıydı?” Kendi kendini devamlı sigaya çeker, devamlı sorgulardı. Bu kendi kendini sorgulamada—“özeleştiri” çok klişe bir tabir oldu—kendine her zaman tam not vermezdi. İşte murakabe, takva ve İslâmiyet bu olsa gerek. Bu yoksa din de yoktur.
Mamak, Mamak, Mamak!
Sevgi dolu hassas bir yürek, hiçbir Türk Milliyetçisi’nin tenkid edilmesine tahammül edemeyen bir tavır. Türk Milliyetçileri arasındaki çekişmeleri gördükçe ve kendi sorgulamasının baskısına bir de başarısız bir evlilik eklenince bu hassasiyet bayağı depresyona itilmişti. Tek neşesi biricik kızı Bilge iken 12 Eylül 1980 geldi çattı. Ve ne oldu? Galip Ağabey birden canlanıverdi. Şimdi acil bir davası vardı: Mamak! Her şey Mamak’tı. Mamak’a para toplamaktı. Mamak’takilerin dışarıdaki ailelerini ziyaret etmek, eksiklerini tespit etmek, elinden geleni yapmaktı. Para toplamada—kendi tabiriyle “mektup” almada– son derece başarılıydı, çünkü ona verilen her kuruşun doğru Mamak’a gideceğinden kimsenin şüphesi yoktu. Bu güven Türkiye sınırlarını da aşar, Almanya’ya ve Avrupa’da Türk bulunan her yere ulaşırdı. O kadar ki bu güven aynı insanlardan destek arayan başka çevrelerin canını sıkmıştı. Çünkü Galip Ağabey varken başka tarafa el uzatanlar pek azdı. Mamak’la yirmi-otuz yıl gençleşiveren bir Galip Ağabey. O gençleşme gönlünden kaynaklanıyordu ama kalbi gönlüne paralel gençleşememişti. Birkaç defa geçirdiği ani tansiyon düşmeleri ve küçük inmelerin ardından bir gün düşen tansiyon bir daha çıkmadı ve o kalp 12 Mart 1997 günü duruverdi.
* * *
Fakat ben, bir meselem olduğunda yine Galip Ağabey’le konuşurum. Tıpkı sosyal bilimlerde metot hakkında Erol’a danıştığım gibi. Bir başarım olursa babama bildirdiğim, annemin koruyucu ikazlarına hâlâ müracaat ettiğim gibi. Bazı insanlar hayatımızdan hiç çıkmazlar. Anne ve baba bunların başında gelir ve çok yakın birkaç arkadaş. Galip Erdem, Erol Güngör…