Küresel fetret devri, Batısızlık ve Çin
Hüseyin Korkmaz 01 Ocak 1970
Küresel hegemonya rekabetinin ve yeni nesil üretim ilişkilerinin tetiklediği, COVID-19 salgınının derinleştirdiği bir ‘fetret devrine’ doğru yaklaşıyoruz. Çatışma riskinin yükseldiği bu dönem ABD Başkanı Donald Trump gibi popülist liderler sayesinde daha da keskinleşti. Bütün bu şartlar altında Batı menşeli fikri kampının da bir yön kaybı yaşadığını söylemek mümkün. Ama aynı zamanda bu dönem, ‘diğer küresel aktörlere’ alan açan çok kutuplu bir uluslararası sistemin de habercisi.
Batı her ne kadar coğrafi bir terim olarak kullanılsa da zaman içinde ideolojik ve kültürel anlamda yeniden yapılanarak toplumsal, ekonomik ve siyasal bir yönelimi ifade ediyor. Dünya tarihini büyük oranda şekillendiren bu batıcı tahayyül kendine has bir görüş inşa etti. Sahip olduğu büyük ekonomik-askeri güç ile tahakküm edici bir yayılma gösterdi.
Batı ve diğerleri şeklinde oluşan bu tahakküm ilişkisi tarih boyunca hep eleştirilen ve üzerine çok kafa yorulan meselelerden birisi. Birçok tarihçi ve siyaset bilimci Batı Avrupa’nın şahsında kişileşen bu hegemonik yapılaşmanın çökmeye mahkûm olduğunu iddia ediyor. Öte yandan Batı’ya dair umutlarını koruyan ve tarihin başka bir alternatifi olmadığını iddia eden akademisyenlerin sayısı da az değil.
Batı olarak resmedilen bu yapının öne çıkan özelliklerinden birisi, Uygarlıkların Çatışması teziyle akıllarda kalan düşünür Samuel Huntington’un üzerinde hassasiyetle durduğu gibi “örgütlenmiş gücü ve zoru kullanma konusundaki başarısı”.
Batı, daha az Batı olurken
Ancak Batı, ABD öncülüğünde örgütlediği bu “zoru” artık başarılı bir şekilde organize edemiyor. Bir yandan kapasite sorunları yaşıyor, bir yandan da küresel rekabet ortamının yarattığı ‘hegemonsuz bir fetret’ devrinde kendisine tutarlı bir yaklaşım belirlemeye çalışıyor. Davos gibi yerleşik küresel düzenin kilit toplantılarında bile ana tema “kapitalizmin yaşadığı krizler”. Münih Güvenlik Konferansı gibi önemli uluslararası toplantılarda da “dünyanın ve hatta Batı’nın daha az Batılı olma yolunda ilerlediği” anlatılıyor.
Bu alarmist yaklaşımın Batı’ya alternatif aramaktan ziyade onu restore edecek opsiyonların peşinde olduğunu söylemek mümkün. Atlantik ittifakında “Batısızlık endişesi” üzerinden fikrî anlamda başlayan bu yön kaybı küresel düzen açısından sistemik bir yeniden şekillenmenin habercisi olabilir.
Batı’nın artık daha az Batılı olduğu yönünde ortaya çıkan endişelerin kökeni geçen sene NATO ile ilgili yaşanan tartışmalara kadar götürülebilir. Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron “Batı değerlerinin dünyayı ilelebet yönetebileceğini düşündük ancak küresel düzen içerisinde Batı’nın zayıfladığını tespit ediyoruz” derken aslında “hangi Batı” sorusunun cevabını arıyor gibiydi. Aslında Macron’un bu serzenişleri ABD ve Çin’e karşı daha bağımsız bir Avrupa’nın da altını çiziyor. Batısızlık üzerinden kimlik temelli yaşanan bir sorun olduğu ve Pax-Americana ile sağlanan küresel güvenliğin tehlikede olduğu algısı derinleşiyor. En azından Avrupa kanadında böyle bir algının artık yerleştiğini söylemek mümkün.
Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın geçen sene Münih Güvenlik Konferansı’nda dikkat çektiği gibi ABD’nin ortaya çıkardığı “jeostratejik boşlukların” Batılı değerleri paylaşmayan ülkeler tarafından doldurulduğu iddiası aslında ‘Batısızlık’ tartışması adı altında ABD’den şikayetçi olunan bir süreci ifade ediyor.1 Almanya Başbakanı Angela Merkel ise daha itidalli bir tonu tercih ediyor. Merkel “Batı olarak tanımlanan kavram hâlâ var ve bu kavram için savaşmaya değer”2 diyerek sistemin kendisini kanıtlamasının gerekliliğine vurgu yapıyor.
Transatlantik ittifakta baş gösteren bu “manevi uyuşmazlığın” Batı içinde de bir kutuplaşmaya neden olduğunu söyleyebiliriz. Kutbun bir ucunda liberal değerleri revize edip geliştirmeyi önerenler, diğer tarafında da bir dönem Trump’un ‘bilerek ya da bilmeyerek’ başını çektiği daha korumacı ve popülist yaklaşımı savunanlar var. Batı içerisinde ortaya çıkan bu “uyuşmazlık” aynı zamanda aşırı sağın yükselmesi gibi siyasal ve toplumsal bir yönelime de neden oldu. Bununla beraber NATO’nun yıllardır askeri güç alanında önde götürdüğü küresel üstünlük, sistemik rakipler olarak adlandırılan ülkelerin yapay zeka, hipersonik füzeler ve uzay yetenekleri konusunda kaydettikleri ilerlemeler üzerinden yıpranıyor. Dolayısı ile Batı’nın tüm alanlarda topyekûn bir erozyona uğradığını ve bunun önünü alamadığını söylemek mümkün.
ABD “Batı ittifakını” konsolide edebilir mi?
Avrupa’nın Batısızlık hususundaki bütün endişelerine rağmen ABD cenahında muzaffer bir yaklaşım mevcut. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun “Batı kazanıyor, hep beraber kazanıyoruz” şeklindeki iddiaları hâlâ pek çok toplantıda yankılanıyor.
Üstelik, ABD’nin bütün mücadele odağının Çin olması gerektiği konusundaki ısrarı azalmış değil. Pompeo, Çin’in telekom devi Huawei şirketini Pekin’in “truva atı” olarak nitelerken Trump’ın yakın bir dönemde görevden aldığı ABD Savunma Bakanı Mark Esper’in bir adım daha ileri giderek Avrupalı müttefikleri Huawei hususunda pişman olabilecekleri konusunda uyarmasını not etmek gerekiyor.
Esper’e göre Çin’in yeni nesil 5G ağının inşasında lider pozisyona gelmesi sonucunda Avrupa’nın mahrem bilgilerine ulaşması kolaylaşacak. Buna karşılık Çin’in sistemi dönüştürmeye yönelik bir hedefinin olmadığını iddia eden isimler de var. Bu isimlerden birisi yumuşak güç (soft power) kavramı ile bilinen ve ABD akademik dünyasının önemli düşünürlerinden Joseph Nye. Nye’a göre “Batı’nın gerilediğine” dair yorumlar abartılı zira Çin uluslararası sistemi devirmenin aksine söz konusu sistemden ciddi ölçüde yararlanıyor.
Çin’in total bir tehdit olarak sunulduğu bu yeni dönemde ortaya çıkan Batısızlık tartışmalarının arasında ABD, Çin’e yönelik topyekûn kuşatma isteğinden vazgeçmiş değil. Trump’ın kriminalize ettiği ABD-Çin ilişkileri tarihin en dip noktasını görmüş durumda. Tam da böyle bir ortamda ABD’de Demokratların adayı Joe Biden’ın başkanlık seçimlerini kazanması iki ülke ilişkileri açısından yeni bir başlangıç umudu olarak görülebilir. Ancak ABD’de içeride oluşan kutuplaşma ve Trump’ı liderliğe getiren politik ve ekonomik koşulların keskinleşmesi yeni yönetimin de elini kolunu bağlayacak gibi görünüyor.
Her şeye rağmen Biden yönetiminin Çin ile sürdürülen keskin ve nobran retoriği hafifleteceğini söylemek mümkün. Bu retorik değişse de ABD’nin artık kurumsallaşmaya başlamış Çin stratejisinin değişmeyeceğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla küresel rekabetin artan harareti ve jeopolitik zorunlulukların getirdiği yeni bir ‘rasyonel demokratlar’ döneminin zuhur edeceği görünüyor. Obama dönemine göre daha sert ancak Trump dönemine göre daha itidalli bir Biden dönemi sürpriz olmayacaktır.
Avrupa’nın kafa karışıklığı
ABD, Batı ittifakını Çin tehdidi bağlamında tahkim etme arayışlarına hız vermişken Avrupa cenahında ise bir kafa karışıklığı yaşanıyor. Avrupa’nın Batılı değerlerin yozlaştığı ve sistemin yürümediği şeklindeki feveranları yoğunlaşmış durumda. Özellikle Fransa ve Almanya’nın başını çektiği bağımsız ve ortak bir askerî güce yönelik söylemler güncelliğini korumaya devam ediyor. Avrupa belki de “Batısızlık” tartışmaları üzerinden çok kutuplu bir dünyaya hazırlık yapma gayretini böylece göstermiş oluyor. Fakat Trump’un ardından Biden’ın özellikle “demokratik bir ittifak” kurma yönündeki hedefi,3 Avrupa’yı yeniden samimi bir şekilde ABD’nin yanında konumlandırabilir.
Dünya üzerine yayılan karmaşık askerî üs ağı ve yapılan yoğun askerî harcamalar nedeniyle hegemonik bir aşınmaya uğrayan ABD’nin Çin gibi küresel aktörler ile tatminkâr bir mücadele yürütebilmesi için müttefiklerine her zaman olduğundan daha fazla ihtiyacı var. ABD Başkanı Trump’un “gelecek küreselcilerin değil vatanseverlerin olacaktır”4 şeklindeki söylemleri ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in “liberalizmin modası geçti”5 şeklindeki yorumları Batı menşeli düşünceyi erozyona uğratırken yine ve yeniden “ittifak” diyen Biden’ın sözleri ne kadar etkili olacak, göreceğiz.
Sonuç olarak Batısızlık kavramı, Batı’nın üstünlük duygusunu yitirmeye başladığını ve bir çıkarlar topluluğu olmaktan çok bir değerler topluluğu olmayı yeniden denemesini önerirken söz konusu uyuşmazlık ve huzursuzluğun tetikleyebileceği yeni bir dünya düzenine karşı hazırlıklı olunması gerektiği üzerinde duruyor.
Tehlikeli bir virüs salgını ile cebelleşen dünyanın küreselleşmeyi sorgulayan bir yaklaşıma savrulduğu görülürken herhangi bir hegemonun sistemi domine edemediği çok kutuplu bir küresel fetret devrine doğru yaklaşıyoruz. Batısızlığın yoğun şekilde tartışılmasının, kalıcı etkileri olan sancılı bir süreç olacağı artık aşikâr. Fikrî anlamda parçalanma emareleri gösteren Batılı tahayyülün salgın kaynaklı yaşayabileceği küresel ekonomik kriz sonrasında nereye savrulacağı belirsiz. Tüm çabalar sistemin onarılmasına yönelik ancak bunun mümkün olup olmadığını önümüzdeki ‘tuhaf zamanlar’ gösterecek.