« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

06 Haz

2010

HAZRETİ MUHAMMED

01 Ocak 1970

1- Ailesi



Burada Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dedeleri, babası, annesi, bunların aileleri ile yakın akrabasından ve bir bütün olarak kabilesi olan Hâşimoğulları'ndan bahsedilecektir. Eşleri ve çocukları konusu ileride ayrıca ele alınacaktır.



Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke'de oturan Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları koluna mensuptur. Soyu, Fihr (Kureyş) b. Mâlik yoluyla Hz. İbrahim'in torunlarından Adnân'a kadar uzanır. Babası Abdullah b. Abdülmuttalib, dedesi Abdülmuttalib b. Hâşim, büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf, babaannesi Fatıma bint Amr'dır.



Hz. Muhammed (s.a.s.)'in baba tarafından akrabalarını tanıtmaya büyük dedesi Hâşim'den başlamak istiyoruz. Hâşimoğullarının atası ve aynı zamanda Hz. Muhammed (s.a.s.)'in büyük dedesi olan Hâşim'in asıl adı Amr idi. Mekke'de kıtlık olduğu bir yılda Suriye'den somun getirip ufalayarak tirit yaptırdığından dolayı kendisine "ufalayan" manasında "Hâşim" denilmiş ve bundan sonra bu isimle anılır olmuştur. Daha önce de görüldüğü gibi, Kureyş kabilesinin yaz ve kış seyahatlerini ilk defa tertipleyen ve âdet haline getiren odur. Kendi zamanında, rifâde ve sikâye görevlerini yürütüyordu. Bir ticaret seyahati için Suriye'ye giderken uğradığı Medine'de, Adiy b. Neccâroğullarından Selmâ bint Amr ile evlendi. Bu evlilikten, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dedesi Şeybe (Abdülmuttalib) dünyaya geldi. Hâşim bir ticaret seyahati esnasında Gazze'de vefat etti ve oraya defnedildi.[49]



Hâşim'in, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dedesi Abdülmuttalib'in de aralarında bulunduğu beş oğlu ve beş kızı vardı. Abdülmuttalib, sekiz yaşına kadar Medine'de annesinin yanında kaldı. Hâşim'in vefatı üzerine kardeşi Muttalib, Medine'ye gelip Abdülmuttalib'in annesi Selmâ bint Amr'ın iznini alarak yeğenini Mekke'ye götürdü. Şehre girerken Muttalib'in devesinin terkisindeki çocuğu gören Mekkeliler onu kölesi zannederek kendisine Abdülmuttalib dediler ve o günden sonra Abdülmuttalib diye anıldı. Muttalib'in onu kölesi olarak tanıttığı da söylenmektedir. Abdülmuttalib kendi zamanında Hâşimoğullarının başkanıydı. Hacıların su ve yemek ihtiyacını karşılama (sikâye ve rifâde) görevlerini yürütüyordu. Bu görev babasından kendisine miras kalmıştı. Gördüğü bir rüya üzerine Cürhüm kabilesinin Mekke'den giderken kapattığı Zemzem Kuyusu'nun yerini keşfederek yeniden kazdı. Kur'an'da da haber verilen Fil Olayı'nda Ka'be'yi yıkmaya gelen Ebrehe ile görüşmelerde bulundu.[50] Hâşim'in Abdülmuttalib dışındaki oğullarından Ebû Sayfiy, Esed ve Nadle'nin nesilleri İslâm'ın doğduğu yıllara dek devam ettiyse de daha sonra kesilmiştir. Dolayısıyla Benî Hâşim'den sadece Abdülmuttalib'in nesli devam etmiştir.



Hz. Muhammed (s.a.s.)'in babası Abdullah, Abdülmuttalib'in oğullarından biriydi. Abdullah'ın başından geçtiği bilinen en önemli olay, babasının onu kurban etmek istemesidir. Şöyle ki; Zemzem kuyusunu kazdığı esnada Abdülmuttalib'in Hâris'ten başka oğlu bulunmuyordu. O nedenle Kureyş kabilesinin önde gelen kişileri tarafından rahatsız edildi. Savunmasız kalması üzerine, kendisini destekleyecek on oğlu olduğu takdirde birisini kurban edeceğine dair adakta bulundu. On oğlu dünyaya gelince bunlardan birini kurban etmeye karar verdi. Kurban adayını belirlemek için çekilen kur'a, başlangıçta Hz. Muhammed (s.a.s.)'in babası Abdullah'a çıktı. Fakat deve sayısı artırılarak çekilen kur'a sonucunda Abdullah'ın yerine yüz deve kurban edildi. Abdullah, kurban edilmek istendiği sırada hayatta olan kardeşlerinin en küçüğü idi.[51]



Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcaları ve halalarına gelince, amcaları arasında Hâris, Zübeyr, Ebû Talib, Ebû Leheb, Hamza ve Abbas meşhurdurlar. Bunlardan Hâris ve Zübeyr, İslâm'dan önce vefat etmiş, diğerleri ise İslâm dönemine yetişmişlerdir. İslâm dönemine yetişenlerden Ebû Leheb ve Ebû Tâlib İslâm'ı kabul etmezken, Hamza ve Abbas Müslüman olmuşlardır. Hâşimoğulları, Abdülmuttalib'in dört oğluna, yani Abbas, Hâris, Ebû Tâlib ve Ebû Leheb'e nisbetle sırasıyla Abbâsîler, Tâlibîler, Hârisîler ve Lehebîlerden oluşmuştur. Abdülmuttalib'in diğer oğlu ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in babası Abdullah'ın nesli Hz. Peygamber'in kızı Fâtıma yoluyla devam etmiştir. Hz. Hamza'nın üç oğlu bir kızı olmuşsa da daha sonraki dönemlerde nesli devam etmemiştir.[52] Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Âtike, Beyzâ, Ervâ, Berre, Safiye ve Ümeyme adlarında halaları vardır.



Hz. Peygamber'in Soy Kütüğü



Hz. Muhammed (s.a.s.)'in annesi Kureyş kabilesinin Zühreoğulları koluna mensup Âmine bint Vehb'dir. Âmine'nin babası Vehb b. Abdümenâf, kabilesi Zühreoğulları içinde hatırı sayılır bir kimseydi. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in anneannesi ise Kureyş'in Abdüddâroğulları kolundan Berre bint Abdüluzzâ'dır. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.s.)'in hem annesi hem babası Kureyş'in seçkin ailelerine mensuptur. Her ikisinin nesebi de Kilâb b. Mürre'de birleşmektedir.[53]



Hz. Peygamber'in annesi Âmine'nin Ailesi



Abdullah evlilik çağına geldiğinde babasının girişimi üzerine Âmine bint Vehb ile evlendi. Geleneğe göre evliliğin üç günü Âmine'nin evinde geçti. Abdullah evlendikten birkaç ay sonra yaz ticareti için Suriye'ye gitti. Oradan dönerken uğradığı Yesrib'de babasının dayılarının yanında hastalandı. Bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etti ve orada defnedildi. Babası öldüğünde Hz. Muhammed (s.a.s.) henüz dünyaya gelmemişti. Abdullah geride miras olarak beş deve, bir koyun sürüsü ve Ümmü Eymen (Bereke) adlı bir cariye bırakmıştı.[54]



2- Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği



Hz. Muhammed (s.a.s.) 20 Nisan 571 tarihinde Mekke'de Benî Hâşim mahallesinde, babası Abdullah'tan kalan evde dünyaya geldi. Kaynaklarda onun Fil Olayı'nın meydana geldiği yılda, bu olaydan 55 gün sonra ve kamerî aylardan Rebîülevvel'in 12. gecesinde doğduğu kaydedilir.[55]



Âmine, doğumdan sonra hemen kayın babası Abdülmuttalib'e haber göndererek torununun dünyaya geldiğini bildirdi. Abdülmuttalib geldiğinde Âmine, hamile iken gördüğü bir rüyada çocuğa "Ahmed" veya "Muhammed" adının verilmesinin söylendiğini hatırlattı. Abdülmuttalib çocuğu kucağına alarak Kâbe'ye götürdü, Allah'a şükretti ve ona Muhammed adını verdi. Doğumunun yedinci gününde Mekkelilere ziyafet verdi. Hz. Peygamber'in sünnetli olarak dünyaya geldiği rivayet edildiği gibi,[56] dedesi tarafından doğumunun yedinci gününde sünnet ettirildiği söylenir.[57] Abdülmuttalib'e, ataları arasında Muhammed adıyla anılan bir kimseye rastlanmadığı hatırlatılıp torununa bu ismi vermesinin sebebi sorulduğunda "Onun gökte ve yerde övülmesini istedim" cevabını vermiştir.[58] Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bir diğer meşhur ismi de Ahmed'dir. Araplar arasında Muhammed ve Ahmed isminde bazı şahıslar bulunuyordu. Kaynaklarda bu adı taşıyan bazı kişilerin adları kayıtlıdır. Meselâ ensardan Muhammed b. Mesleme meşhurdur.[59] Şu kadar var ki bu isimler yaygın olarak kullanılmıyordu.



Doğumdan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)'i üç veya dokuz gün annesi Âmine, daha sonra kısa bir müddet, amcası Ebû Leheb'in câriyesi Süveybe emzirdi. Süveybe ondan önce Hz. Hamza'yı ve daha sonra da Ebû Seleme'yi de emzirdiği için Hz. Muhammed (s.a.s.)'le bu ikisi sütkardeşi olurlar.[60] Mekke'nin sıcak havası bebeklerin sağlıklı büyümelerine elverişli olmadığından, şehrin ileri gelen aileleri yeni doğan bebekleri göçebe kabilelere mensup sütannelere verirlerdi. Bununla çocuklarının çölün sağlıklı havasında büyümelerini ve aynı zamanda fasîh Arapçayı öğrenmelerini sağlamış olurlardı. Çocuklar genellikle sekiz-on yaşlarına kadar sütanne yanında yaşarlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğumunu takip eden günlerde Taif yakınlarında çölde göçebe hayatı yaşayan Hevâzin kabilesinin Sa'd b. Bekir kolundan, içlerinde Halîme bint Ebû Züeyb'in de bulunduğu on kadın, emzirmek için çocuk almak üzere Mekke'ye gelmişlerdi. Halîme'nin yanında kocası Hâris b. Abdüluzzâ da vardı. Bu kadınlar sütanneliğini gelir kaynağı olarak düşündüklerinden, zengin ailelerin çocuklarını tercih ediyorlardı. Diğer kadınlar yetim olduğu için "Onun annesi ve dedesi bize fazla bir yardımda bulunamaz" diyerek Hz. Muhammed (s.a.s.)'i almak istememişlerdi. Halime de başlangıçta, onu almakta tereddüt etti. Kabilesine eli boş olarak dönmemek için, kocasının da fikrini alarak ona sütannelik yapmayı kabul etti ve çocuğu beraberinde götürdü. Hz. Muhammed (s.a.s.) sütannesinin ailesi içinde çok sevildi; onlar için uğurlu oldu ve bereket getirdi, aile bolluğa kavuştu. İki yaşını doldurduğunda Halîme onu ailesine göstermek üzere Mekke'ye getirdi. Âmine, o sıralarda Mekke'de veba salgını bulunduğundan ve çöl havasının da çocuğa iyi geldiğini gördüğünden, onun sütannede kalmasını istedi. Halîme de Hz. Muhammed (s.a.s.)'i beraberinde geri götürdü. Beş (dört olduğu da söylenir) yaşında Mekke'ye getirip annesine teslim etti. Bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşına kadar Mekke'de annesinin yanında kaldı. Hz. Peygamber'in Abdullah, Üneyse ve Şeymâ adlı sütkardeşleri vardır. Sütannesi, sütbabası ve sütkardeşlerinin İslâmiyeti kabul ettikleri bilinmektedir.[61] Sa'd b. Bekir kabilesi fasîh Arapçasıyla ünlüydü. Hz. Peygamber düzgün bir lisana sahip oluşunun, çocukluğunu bu kabile arasında geçirmesine bağlı olduğunu söylemiştir.[62]



Kaynaklarda Hz. Muhammed (s.a.s.)'in sütannesinin evine giderken ve onun yanında kaldığı süre zarfında başından geçen birtakım olağanüstü durumlardan bahsedilir. Bunlar arasında göğsün yarılması hadisesi (şakkı sadır) önemli yer tutar. Bu konuda kaynaklarda yer alan rivayetlerden birisi özet olarak şöyledir: Halîme'nin anlattığına göre, çocuğu Mekke'den getirdikten bir kaç ay sonra, Muhammed sütkardeşi ile evlerinin arkasında kuzu güderken, sütkardeşi koşarak annesinin ve babasının yanına gelir. Beyaz elbiseli iki adamın Muhammed'i tutup yere yatırdıklarını, karnını yardıklarını ve karıştırdıklarını bildirir. Halîme ile kocası derhal koşarlar; çocuğu benzi sararmış bir şekilde ve ayakta bulurlar. Ne olup bittiğini sorduklarında Muhammed, "Beyaz elbiseli iki adamın kendisini yere yatırıp karnını yardıklarını ve bir şeyler aradıklarını" söyler. Bunun üzerine sütannesi ile sütbabası çocuğu alıp çadıra dönerler.[63] Bu mealde başka rivayetler de vardır. Meselâ bir rivayette, olayın yukarıdakine benzer şekilde, bir soru üzerine Hz. Peygamber'in anlattığı kaydedilir.[64] Ayrıca, on yaşlarında iken; Hira Mağarası'nda Cebrail'le ilk karşılaştığında; Mi'rac olayı öncesinde gibi farklı zaman ve mekanlarda bu tür muameleye tâbi tutulduğuna dair rivayetler de kaynaklarda yer almaktadır. Olayla ilgili anlatımlar, yaş, yer, zaman ve kaç defa meydana geldiği hususunda birbiriyle farklılık ve çelişki arzetmektedir. Çeşitli araştırmacılar tarafından konuyla ilgili rivayetler ravi ve metin açısından eleştirilmiştir. Şurası gerçektir ki, bu işin Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.s.)'i peygamberliğe hazırlamak amacıyla yapıldığı iddia ediliyorsa, manevî bir temizlik veya hazırlığın yine manevî tarzda olması gerekir. Halbuki rivayetlerde bu işin maddi bir operasyonla yapıldığı anlatılmaktadır. Ayrıca göğsün yarılması olayı İnşirâh Sûresi ile irtibatlandırılmıştır.[65] Fakat İnşirâh Sûresi'nde "Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?" derken, "şakkı sadır"dan, göğsün yarılmasından değil, "şerhi sadır"dan, yani göğsün açılmasından bahsedilmektedir. Göğsün açılmasından maksat da arayış içinde olan Hz. Peygamber'e hak dinin gösterilmesi, peygamberlik görevini nasıl yerine getireceğine dair endişelerinin, korkularının, Allah tarafından genişlik verilerek giderilmesi, gönlünün arıtılması ve ferahlatılmasıdır. Yani olay maddi değil, manevîdir. Nitekim aynı sûrenin ikinci ve üçüncü âyetlerinde "Biz senin belini büken yükünü senden alıp atmadık mı?" derken Hz. Peygamber'in sırtındaki maddi bir yükün Cenâb-ı Hak tarafından yere indirilmesinden değil, Peygamber'i üzen ve tahammülü ağır gelen zorlukların kendisinden kaldırılmasından bahsedilmektedir.[66] Bu, sûrenin birinci âyetinin de maddî bir operasyon olarak değil, manevî bir iş olduğu şeklinde izah edilmesi gerektiğini göstermektedir. Bunun için de cerrâhî müdaheleye gerek olmadığı açıktır. Ancak ne var ki, manevi bir olayın sembolik anlatımı, daha sonraki raviler tarafından gerçekmiş gibi mütâlaa edilmiştir. Ortaya çıkışıyla ilgili olarak şu hususlar düşünülebilir: Olağanüstü olayların Peygamber'in çocukluğundan beri onun hayatında mevcut olduğunu ispat için böyle bir olay anlatılmış olabilir. Bir de göğüs yarılması, doğu kültüründe mevcut olan, Araplarda da bilinen ve hatta Zerdüşt ve Ümeyye b. Ebü's-Salt gibi şahıslar hakkında da anlatılan mitolojik bir hikayedir. Bu tür mitolojik bir hikaye Hz. Peygamber hakkında da uyarlanmış olabilir.[67]



Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında iken annesi Âmine, yanına çocuğunu ve cariyesi Ümmü Eymen'i de alarak Medine'ye gitti. Gayesi, doğumdan önce vefat eden kocası Abdullah'ın kabrini ve ailenin dayıları sayılan Adiy b. Neccâroğullarını ziyaret etmekti. Medine'de en-Nâbiğa'nın evinde misafir edildiler. Abdullah'ın mezarı da bu evin avlusunda idi. Burada bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke'ye dönerken Âmine, Medine'ye yaklaşık 190 km. uzaklıkta bulunan Ebvâ'da hastalanarak vefat etti ve orada defnedildi. Ümmü Eymen çocuğu Mekke'ye getirerek dedesine teslim etti. Bu yolculukta Abdülmuttalib'in, gelini ve torunu ile birlikte gittiği de söylenmektedir.[68] Hz. Muhammed (s.a.s.) daha sonraları Medine'de bu seyahatle ilgili hatıralarını anlatmıştır.[69]



Peygamberimiz annesinin vefatından sonra, sekiz yaşına kadar, iki yıl dedesinin himayesinde kaldı. Bakımını da dadısı Ümmü Eymen yürüttü. Dedesi, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i çok severdi; onsuz sofraya oturup yemek yemezdi. Kâbe duvarının gölgesine Abdülmuttalib için bir minder serilir, hiç kimse ona saygısından dolayı bu mindere oturmazdı. Hz. Muhammed (s.a.s.) gelip oturduğunda amcaları onu minderden indirmek isterler, Abdülmuttalib ise "Oğlumu bırakın. Allah'a yemin ederim ki ileride bunun şanı büyük olacaktır" der, onu minderin üstüne yanına oturtur, eliyle sırtını okşar ve böyle hareket etmesinden hoşlanırdı. O sekiz yaşında iken dedesi vefat etti.[70] Hz. Muhammed (s.a.s.) dedesinin vefatına çok üzüldü. Ümmü Eymen, dedesinin vefat ettiği gün Hz. Muhammed (s.a.s.)'i ağlarken gördüğünü söylemiştir.[71]



Abdülmuttalib vefat etmeden önce torununu Ebû Tâlib'e emanet etti. Zübeyr ile Ebû Tâlib'in kur'a çektikleri söylendiği gibi, Hz. Peygamber'in Ebû Tâlib'i tercih ettiği de kaynaklarda kaydedilir. Burada Zübeyr, Ebû Tâlib ve Abdullah'ın ana-baba bir kardeş olduklarını da belirtmek gerekir. Ebû Tâlib, yeğeni Muhammed'i kendi öz çocuğu gibi severdi. Bir yere gittiği zaman onu da beraberinde götürürdü. O, ölümüne dek, kırk yıldan fazla Hz. Muhammed (s.a.s.)'e öz babası gibi davranmış, onun üzerine titremiş, sevmiş, korumuş ve yetişmesi için elinden geleni yapmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.) de Ebû Tâlib'e işlerinde yardımcı olmuştur. Çünkü Ebû Tâlib'in ailesi kalabalıktı; buna karşılık dar gelirliydi; maddî durumu pek iyi değildi. Ebû Tâlib'in hanımı Fâtıma bint Esed de sekiz yaşından itibaren Hz. Muhammed (s.a.s.)'e öz annesi gibi bakmıştır. Aynı zamanda Hz. Ali'nin annesi olan bu hanım, kendi çocuklarından önce onu doyurur ve gözetirdi. Hz. Muhammed (s.a.s.), Ebû Tâlib'in ölümünden sonra iman eden ve Medine'ye hicret eden Fatıma bint Esed'i sık sık ziyaret ederdi.[72]



Hz. Muhammed (s.a.s.) on iki (dokuz olduğu da söylenir) yaşında iken Ebû Tâlib ticaret maksadıyla Suriye'ye gitmeye karar verdi. Hz. Muhammed (s.a.s.) seyahate kendisini de götürmesini ısrarla rica etti. Onun ısrarına dayanamayan Ebû Tâlib de yeğenini beraberinde götürdü. İslâm Tarihi kaynaklarının verdikleri bilgiye göre ticaret kervanı Suriye topraklarında bulunan Busrâ'da konakladığı esnada, bir bulutun kervanın içinden birine devamlı gölge yaptığını gören Bahîrâ adındaki rahip, kervan mensuplarını yemeğe davet eder. Bahîrâ çocuğu dikkatle inceler ve bazı sorular sorar. Ebû Tâlib'e, yeğeninin İncil'de gönderileceği vadedilen peygamber olduğunu söyler; çocuğu iyi korumasını tembih eder. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Şam'a gitmekten vazgeçerek Mekke'ye döner.[73]



Bu rivayet daha sonraları Hristiyan tarihçiler ve Müslüman tarihçiler tarafından tartışılmıştır. Olay, Hristiyan yazarlar tarafından istismar edilmiş ve yanlış değerlendirilmiştir. Onlardan bazıları bunu inkar etmişler; Ehl-i Kitab'ın Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamber olacağını daha önce kendi kitaplarından öğrenmiş oldukları yolundaki rivayetlerin Hristiyanlıktan dönen Müslümanlar tarafından uydurulduğunu ve bunun bir efsaneden ibaret olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, İslâm dininin esaslarına ait bir kısım bilgileri Bahîrâ'dan öğrendiğini iddia etmişlerdir. Hatta "Kur'ân'ın yazarı Bahîrâ" diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Batılı bilim adamlarının bu tür iddialarından rahatsız olan bazı Müslüman alimler de, Bahîrâ olayına ait rivayetlerin doğru olmadığını, olayı nakleden râvîler içinde hadiseyi gören kimse bulunmadığını söylemişlerdir. Ayrıca o sıralarda çocuk yaşta olan Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Bahîrâ ile görüşmesinden İslâm dininin esaslarına ait bazı şeyler öğrenmesinin akıl ve mantığa ters düştüğünü belirterek, ya bu olayı tamamen reddetmişler veya üzerinde durmaya gerek görmemişlerdir. Bahîrâ olayı şayet doğru bile olsa, gerçekten dokuz veya on iki yaşındaki bir çocuğun bir kaç saat zarfında Kur'ân'ı ezberlemesi, yeni bir din fikrini öğrenebilmesi ve bir nesil sonra etrafındaki insanlara ilâhî bir tebliğ olarak nakletmesi imkansızdır. Üstelik rivayetlerde, Bahîrâ'nın Hz. Muhammed (s.a.s.)'e bir şey okuduğuna ve öğrettiğine dair kayıt da yoktur. Şayet böyle bir şey meydana gelseydi, peygamber olarak görevlendirildikten sonra kervanın diğer mensupları bunu ortaya koymaktan geri durmazlardı. Bütün bunlara ek olarak şunu da söylemek gerekir: İslâm'ın tevhid akidesi ile Hristiyanlığın teslis inancı arasında benzerlik mevcut değildir. Kur'ân'da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in gençliğinde hristiyanlarla ilişkisi olduğunu ve onlardan bir şeyler öğrendiğini gösteren hiçbir delil de yoktur.[74]



Hz. Muhammed (s.a.s.)'in gençliğinde başından geçen önemli olaylardan birisi de Dördüncü Ficâr Savaşı'na katılmasıdır. İslâm'dan önce Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşlar meydana gelirdi. Bunlardan dördü, kötülük yapmanın ve kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda yapıldığı için, "Ficâr Savaşları" denilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu savaşlara iştirak ettiği sırada yirmi yaşında idi. Onun katıldığı bu savaşta Kureyş ve Kinâne kabileleri, Kays Aylân ve müttefikleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu savaş Kinane kabilesinden Berrâd b. Kays'ın, Hevâzin kabilesinden Urve b. Utbe'yi bir ticarî rekabet üzerine öldürmesi sonucu, Hevâzin kabilesinin Kureyş ve müttefiklerine saldırıp Harem bölgesine kadar kovalaması üzerine çıkmıştır. Savaşta Kureyş ve Kinâne'nin genel komutanı Harb b. Ümeyye idi. Ayrıca Kureyş kabileleri ayrı ayrı birlikler halinde savaşmışlardır. Benî Haşim'in komutanlığını Zübeyr b. Abdülmuttalib yapmıştır. Kays Aylân, başlangıçta üstünlük elde ettiyse de savaş akşama doğru Kureyş ve Kinâne'nin galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Sonunda Kureyş'ten o sıralarda otuz yaşlarında bir genç olan Utbe b. Rebîa'nın gayretiyle taraflar arasında anlaşma sağlanmıştır. Kureyş saflarında ve kendi kabilesi Hâşimoğullarının yanında amcalarıyla birlikte bulunan Hz. Muhammed (s.a.s.)'in savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, atılan okları kalkanlarla karşılayıp toplayarak onlara vermekle yetindiği söylendiği gibi; ok attığı ve bundan dolayı pişman olmadığını ifade ettiği de kaynaklarda kayıtlıdır. Yine kaynaklarda, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bulunduğu safın karşısında savaşan her düşman grubunun hezimete uğradığı, bundan dolayı onun, Kureyş ordusunun komutanı Harb b. Ümeyye'nin dikkatini çektiği kaydedilir. Kureyş açısından bu savaşın önemi Haram aylarda yaşanan barışçı ortamın ihlâlini, ticarî hayata vurulan darbeyi önlemek, Harem bölgesinin mukaddesliğine leke sürülmesine engel olmaktı.[75]



Araplar arasında savunma, himaye veya zulme uğrayanın hakkını zalimden alma gibi amaçlarla ittifak kurulurdu. Bu, anılan maksatlarla iki veya daha fazla kabile, bir kabile ile başka bir kabileye mensup bir şahıs veya iki şahıs arasında yardımlaşmayı ve dayanışmayı temin için gerçekleşebilirdi. "Hilf" (ç. ahlâf) adı verilen bu ittifak ve antlaşmalar, kuruluş amacına veya kuruculara verilen sıfatlara göre Hilfü'l-Fudûl, Hilfü'l-Mutayyebûn, Hilfü'l-Ahlâf gibi adlarla anılırdı. Hz. Muhammed (s.a.s.), Ficâr Savaşlarından kısa süre sonra Hâşim, Muttalib, Esed, Zühre ve Teymoğullarının ittifakı ile kurulan Hilfü'l-Fudûl Antlaşması'na katılmıştır. Bu antlaşmanın gerçekleşmesine Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcası Zübeyr teşebbüs etmiştir. Teym kabilesi ileri gelenlerinden Abdullah b. Cüd'ân'ın evinde toplanan kurucu üyeler; zulme uğrayanların haklarını zalimlerden alıncaya kadar mücadele edeceklerine, Mekke halkından ve Mekke'ye dışarıdan gelen kimselerden haksızlığa uğrayanların yanında yer alacaklarına ve zalimden hakkını alıncaya kadar mazlumu destekleyeceklerine dair karar aldılar. Bu antlaşmanın akdine şu olayın vesile olduğu söylenir: Zübeyd kabilesinden bir şahıs Mekke'ye gelir ve Âs b. Vâil'e ticaret için getirdiği malını satar. Ancak Âs, malın ücretini vermez. Zübeydli, Ahlâf kabileleri olan Abdüddâr, Mahzum, Cumah, Sehm ve Adiy'e başvurur. Ancak onlar Âs b. Vâil'e karşı adama yardım etmezler. Bunun üzerine alacaklı Kureyş kabilesini yardıma çağırır. Zübeyr b. Abdülmuttalib ve Abdullah b. Cüd'ân'ın önderliğinde Hilfülfudûl Antlaşması akdedildikten sonra cemiyet üyeleri Âs b. Vâil'e giderler ve malın parasını tahsil edip Zübeydliye verirler.[76] Yirmi yaşında iken bu antlaşmanın imzalanmasına iştirak eden Hz. Muhammed (s.a.s.), sonraları bu olaydan övgüyle bahsetmiş ve şunları söylemiştir: "Ben, Abdullah b. Cüd'an'ın evinde bir antlaşma yapılırken bulundum ki, bu antlaşmayı güzel ve kızıl develere değişmem. İslâm'da böyle bir antlaşmaya çağrılsam derhal kabul ederim".[77]



3- Hz. Hatice İle Evliliği



Bu iki olaydan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yirmi beş yaşında iken Hatice ile evlendiği yıla kadar başından geçen olaylar hakkında kaynaklarda detaylı bilgi mevcut değildir. Onun bu süre zarfında amcası Ebû Tâlib'e işlerinde yardımcı olduğu anlaşılmaktadır. Hatice ile evlenmeden önce onun kervanını Suriye'ye götürüp getirdiği bilinmektedir. Burada, önce Hatice'nin ailesi ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'le evlenmeden önceki hayatı hakkında kısa bilgi vermek istiyoruz.



Hatice, Kureyş'in Esedoğulları kolundan Huveylid b. Esed'in kızıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'le evlenmeden önce başından iki evlilik geçmişti. Önce Ebû Hâle ile, onun ölümü üzerine Atîk b. Âbid ile evlenmişti. Hz. Hatice'nin her iki evlilikten de çocukları dünyaya gelmişti. İkinci kocasının da ölmesi üzerine kendini çocuklarına ve işine vermişti. Diğer zengin Kureyşliler gibi kendi adına Suriye ve Yemen'e ticaret kervanları gönderiyordu. Akıllı, zeki, namuslu, zengin ve güzel olduğu için Kureyş'in ileri gelenleri kendisiyle evlenmek istiyorlar, fakat o, bütün teklifleri reddediyordu.



Her ikisi de Mekkeli olduğu için Hatice ile Hz. Muhammed (s.a.s.)'in birbirlerini tanıdıkları muhakkaktır. Ancak evlenmeden kısa bir müddet önce, birbirlerini daha yakından tanımaya vesile olan önemli bir fırsat doğdu. Bu da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Hatice'nin ticaret kervanını ücret karşılığında Suriye'ye götürmesidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Suriye seyahatinden önce de Hatice adına Meysere'nin eşliğinde Hicaz-Yemen kervan yolu üzerinde kurulan Hubâşe Panayırı'na ticaret maksadıyla gittiği kaynaklarımızda nakledilmektedir.[78]



Hz. Muhammed (s.a.s.) 25 yaşında iken Hatice'nin, kervanını Suriye'ye götürmek üzere adam aradığını öğrenen Ebû Tâlib, yeğenine durumu anlattı ve Hatice'den iş istemesini söyledi. Esasen Hz. Muhammed (s.a.s.) amcası Ebû Tâlib'in yanında ticarî alanda tecrübe sahibi olmuştu. Konu kendisine iletilince, Hatice hemşehrileri arasında güvenilir ve doğru sözlü bir şahsiyet olarak şöhret bulan Hz. Muhammed (s.a.s.)'e kervanını memnuniyetle teslim etti. Kaynaklarda onun Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğruluğunu, güvenilirliğini ve ahlakını öğrenmesi üzerine kendisine iş teklif ettiği de nakledilmektedir.[79] Hz. Hatice, kölesi Meysere'yi de onun yanına verdi. Aynı tür hizmet için diğer şahıslara iki genç deve verdiği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e bunun iki mislini, yani dört deve vermeyi kabul etti. Hz. Muhammed (s.a.s.), Suriye'de bulunan Busrâ'ya kadar giderek Mekke'den götürdüğü malları sattı ve istediği malları da satın alarak Meysere ile birlikte Mekke'ye döndü. Getirdiği malları Hatice'ye teslim etti. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yönettiği bu kervan, daha önceki seferlerin iki misli kârla dönmüştü. Meysere, Hatice'ye Hz. Muhammed (s.a.s.)'den övgüyle bahsetti. Sonuçtan son derece memnun olan Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vadettiği ücretin iki katını verdi.[80]



Hatice bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)'e evlilik teklifinde bulundu. Bu evliliğe Hz. Hatice'nin arkadaşlarından Nefîse bint Ümeyye'nin aracılık ettiği de söylenmektedir.[81] Muhammed de kendisine yapılan bu teklifi amcalarıyla istişâre etti. Sonunda kabul etti; nikah ve düğün için bir gün kararlaştırıldı. Hz. Muhammed (s.a.s.), amcası Ebû Tâlib ve Hamza ile birlikte Hatice'nin evine gitti. Kureyş'in ileri gelenleri de merasimde hazır bulundular. Hatice, babası Huveylid Ficâr savaşlarından önce öldüğü için, amcası Amr b. Esed'e haber gönderdi. Amcasının oğlu Varaka b. Nevfel de orada hazır bulundu. Arap örf ve âdetlerine göre törende Ebû Tâlib ve Varaka b. Nevfel birer konuşma yaptılar. Ebû Tâlib konuşmasında Hz. Muhammed (s.a.s.)'in üstün ahlakından bahsederek Hatice'yi amcasından istedi ve mehrini zikretti. Mehir yirmi deve veya beş yüz dirhem gümüş idi. Varaka b. Nevfel de yaptığı konuşmada bu evliliğin kendileri için bir şeref olduğunu söyledi. Ebû Tâlib develer keserek düğün yemeği verdi.[82]



Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz. Muhammed (s.a.s.), eşinin evinde ikamet etmek üzere Ebû Tâlib'in evinden ayrıldı. İkisi arasında mutlu bir aile hayatı geçti. Sevgi, saygı, bağlılık ve iyi geçim üzerine kurulan bu evlilik İslâm Tarihi boyunca, günümüze dek, örnek aile yuvası olarak gösterilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.), Hatice ile evlendikten sonra geçim sıkıntısından kurtuldu ve müreffeh bir hayat sürmeye başladı. Evliliklerinin ilk yıllarında Hatice'nin malı ile ticarete devam etti. Bu maksatla Hubâşe Panayırı'na gitti. Bu arada gençliğini yanında geçirdiği amcası Ebû Tâlib'i de unutmadı. Otuz altı yaşında iken, amcasının yükünü hafifletmek amacıyla, o sıralarda beş yaşında olan Ali'yi yanına alarak bakımını üstlendi. Ali bundan sonra hicrete kadar Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yanında kaldı. Hz. Muhammed (s.a.s.) aynı zamanda Ali'nin kardeşi Câfer'i de öteki amcası Abbas'ın yanına vermeyi sağladı.[83]



Hz. Muhammed (s.a.s.) Hatice ile evlendiği sırada yirmi beş yaşında bulunuyordu. Hatice'nin ise kırk, kırk altı ve yirmi sekiz yaşında olduğuna dair rivayetler de mevcuttur.[84] Genellikle kırk yaşında olduğu kabul edilmektedir. Bununla birlikte, yirmi sekiz yaşında olduğunu ileri sürenlerin görüşü, biyolojik gerçekler çerçevesinde kuvvet kazanmaktadır. Çünkü Hz. Hatice'nin Hz. Muhammed (s.a.s.)'den altı çocuğu olmuştur. Bu, kırk yaşından sonra imkansız olmamakla birlikte, evlendiklerinde yirmi sekiz yaşında olması gerçekle bağdaşmakta ve daha makul görülmektedir. Nitekim bunu kabul eden yazarlar da vardır. Mesela Ahmed et-Tâcî, "Şayet Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'le evlendiğinde kırk yaşında idiyse, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vahiy geldiğinde elli beş yaşında olması gerekir. Bu yaşta bir kadın nasıl doğum yapar? Halbuki Abdullah adlı çocuğunu peygamberlikten sonra doğurduğu kesindir" değerlendirmesini yaparak, evlendiğinde yirmi sekiz yaşında olduğuna dair rivayeti diğerine tercih ettiğini belirtmektedir.[85]



Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu dünyaya geldi. Erkek çocuklarının adları Kâsım ve Abdullah, kızlarının adları ise Zeyneb, Rukıye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma'dır. Erkek çocukları daha bebek iken vefat etmişlerdir. İslâm tarihçilerinden, onun erkek çocuklarının sayısının üç veya dört olduğunu kaydedenler, Tayyib ve Tahir adlı çocuklarından bahsedenler de vardır. Ancak tercih edilen görüşe göre Tayyib ve Tâhir, ayrı çocukların adları değil, Abdullah'ın lakabıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in kızlarından Rukıye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm, babalarının sağlığında çeşitli aralıklarla, Fâtıma ise babasından altı ay sonra vefat etmiştir. Araplarda ilk doğan çocuğa nispetle künye alma ve bu künye ile anılma adet olduğundan, Hz. Muhammed (s.a.s.) de Hatice'den olma ilk oğlu Kâsım'a nisbetle Ebü'l-Kâsım künyesini almıştır.



4- Kâbe Hakemliği



Hz. Muhammed (s.a.s.), otuz beş yaşında iken, yenilenen Kâbe'nin duvarına Hacerülesved'i yerine yerleştirme işinde Kureyş kabilelerine hakemlik yaptı. Mekke'de sık sık su baskınları oluyor ve seller meydana geliyordu. Yıllardan beri bu sellerden Kâbe hasar görmüş, duvarlarında çatlaklar meydana gelmiş ve hatta bina yıkılmaya yüz tutmuştu. Binanın tavanı da bulunmadığından içindeki kıymetli eşyalar, hırsızlar tarafından çalınma tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyordu. Bu sebepten Kureyş kabileleri toplanarak binayı yenilemeye karar verdiler. Tam bu sırada Kızıldeniz'de fırtınaya tutulan bir Bizans gemisi Cidde yakınlarındaki Şuaybe'de karaya oturmuş ve parçalanmıştı. İçlerinde Velîd b. Muğîre'nin de bulunduğu bir grup Kureyşli, kazânın meydana geldiği yere giderek geminin enkazını Kâbe'nin inşaatında kullanmak üzere satın aldılar. Gemide bulunan Bizanslı inşaat ustası Bâkûm'u da yanlarına alarak Mekke'ye getirdiler.



Kâbe'nin duvarları Hz. İbrahim tarafından yapıldığı söylenen temele kadar söküldü. Kureyş kabilesinin her bir kolunun inşâ edeceği kısımlar kur'a ile belirlendi. Her kabile kendi payına düşen kısmı örmeye başladı. Bu arada, halkın helal kazancından yapacağı bağışların kabul edildiği de ilan edildi. Hz. Muhammed (s.a.s.) de inşaat işinde çalıştı. Amcası Abbas ile birlikte taş taşıdı. Hz. İbrahim tarafından Kâbe'nin inşası sırasında tavafın başlangıç noktasını belirlemek amacıyla yerleştirilmiş olan Hacerülesved'in yerine konulmasına sıra gelince, her kabile bu şerefin kendisine ait olmasını istedi. Abdüddâroğulları ve Adiyoğulları, bu şerefi başkasına bırakmayacaklarına dair yemin ettiler. Ortaya çıkan anlaşmazlık neredeyse savaşa dönüşecekti. İnşaata dört beş gün ara verildi. Bu arada Kureyşlilerin en yaşlısı Ebû Ümeyye b. Muğîre'nin teklifi üzerine Harem-i Şerif'in Benî Şeybe kapısından ilk giren şahsın hakem tayin edilmesine karar verildi. Tam o sırada beklenen yerden Hz. Muhammed (s.a.s.) çıkageldi. Kureyşliler hep bir ağızdan "Bu, güvenilir (emîn) bir kimsedir. Onun vereceği karara razıyız" dediler. Mesele Hz. Muhammed (s.a.s.)'e anlatıldığında, hemen sırtından abasını (ridâ) çıkararak yere serdi. Hacerülesved'i üzerine koydu. Her kabileden birer kişiyi abanın kenarlarından tutturarak konulacağı yere getirtti. Burada taşı kendi eliyle yerine yerleştirdi. Kureyşliler, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in problemi çözümünden son derece memnun oldular. Çünkü savaşa yol açabilecek bir ihtilaf büyümeden ve hiç bir kabilenin gücenmesine fırsat verilmeden halledilmiş oldu. Duvarları örme işi bittikten sonra Kâbe'ye bir de ahşap tavan yapıldı.[86] Hz. Muhammed (s.a.s.)'in otuz beş yaşında başından geçen bu olaydan sonra, kendisine vahyin geldiği kırk yaşına kadar her yıl ramazan ayında Hirâ Mağarası'nda inzivaya çekildiği görülmektedir.



5- Hz. Muhammed'in Peygamberlikten Önceki Hayatının ve Kişiliğinin Temel Özellikleri



Buraya kadar Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğinden önceki hayatını ve başından geçen önemli olayları ana hatlarıyla ortaya koymuş bulunuyoruz. Onun peygamberlik dönemine geçmeden önce, bu döneme kadarki hayatının temel özellikleri hakkında bilgi vermenin gerekli olduğu kanaatindeyiz. Bu, onun vahiy gelmeden önce nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu başlık altında yetim ve fakir olarak büyümesi, yetimliğin ve fakirliğin kendisi için önemi, ümmî oluşu, ticaretle meşgul oluşu, çevresi, ahlakı ve dinî hayatı üzerinde durulacaktır.



a- Yetim ve Fakir Olarak Büyümesi



Hz. Muhammed (s.a.s.) yetim olarak büyüdü. Daha önce de belirtildiği gibi, doğmadan önce babası, altı yaşında iken annesi, sekiz yaşında iken de dedesi ölmüştü. Bundan sonra, amcasının yanında hayatını sürdürmüştü. Belki de Cenâb-ı Hak, ileride peygamber olarak görevlendireceği Hz. Muhammed (s.a.s.) için bu tür yetişme tarzını uygun görmüştü. O, anne-baba ve dedesinin yönlendirmesinden uzak olarak yetişti. Çünkü anne ve baba, yetişme dönemindeki çocuğun kişiliğinin oluşmasında ve yönlendirilmesinde büyük paya sahiptir. Sonuç olarak, onun terbiyesini bizzat Cenâb-ı Hak üstlenmiştir, diyebiliriz. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadisinde "Beni Rabbim terbiye etti ve en güzel şekilde terbiye etti"[87] buyurmuştur.



Hz. Muhammed (s.a.s.) fakir olarak büyüdü. Sekiz yaşına kadar dedesinin himayesinde, yirmi beş yaşına kadar da amcasının yanında kaldı. Gerçi babası Abdullah, beş deve, birkaç koyun ve Ümmü Eymen adlı cariyeyi miras bırakmıştı. Ama, babası, henüz dedesi sağ iken öldüğü için, Arap miras hukukuna göre babası sağ iken ölen kişinin mirası çocuğuna düşmezdi. Esasen mirası, aileden büyük erkekler alırdı. Bununla beraber, babasının bıraktığı miras kendisine tahsis edilse bile bu mal onu zengin edecek miktarda değildi. Yirmi beş yaşında iken bile, Hatice'nin kervanını dört deve karşılığında Suriye'ye götürüp getirmeye razı olmuştu. Fakat başkasının yediğinde, giydiğinde gözü kalacak ölçüde yoksul da değildi. O her ne kadar bir yetim olsa da kendi derdi ile başbaşa, içine kapalı ve yalnız kalmış biri olarak görmemek gerekir. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla ailesi arasında akrabalık bağları güçlüydü. Zengin bir kadın olan Hatice ile evlenmesiyle birlikte de, her ne kadar Mekke'nin önde gelen tacirlerinden ve zenginlerinden biri olamadıysa da rahat bir hayat sürecek seviyeye ulaşmıştı. Aynı şekilde yetimlik gibi fakirlik de insan hayatında doğal bir durum olmakla birlikte, bir peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) için fakir büyümenin önemi şu şekilde yorumlanabilir: Zengin birisi olsaydı, İslâm'a davet ettiği zaman, insanların ona malından istifade etmek için inandıkları sanılabilirdi. Halbuki, insanları cezbedecek, halkı etrafında toplayacak, dediğini tasdik ve davet ettiği esasları kabul ettirecek ve bu iş için önemli bir araç olarak kullanabilecek paraya sahip değildi. İleriki yıllarda insanlar onun etrafında mal için değil, inanç uğruna toplanacaklardır.[88]



b- Ümmî Oluşu



Güvenilir kaynaklar Hz. Muhammed (s.a.s.)'in okuma yazma bilmediği, yani "ümmî" olduğu konusunda ittifak ederler. Onun yetiştiği dönemde Mekke'de okul yoktu. Az sayıda kimse, buraya dışarıdan gelen okur-yazar kişilerden ve bu kişilerin okuttuğu kimselerden kendi gayretleriyle okuma-yazma öğrenmişlerse de Hz. Muhammed (s.a.s.) okuma-yazma öğrenmedi. Şüphesiz ileride kendisine verilecek peygamberlik görevi de ilahî hikmet gereği onun okur-yazar olmamasını gerekli kılıyordu. Hirâ mağarasında kendisine ilk vahiy getiren melek ona "oku" dediğinde "Ben okuma bilmem" demiştir. Halbuki onun, peygamberlik yıllarında okumaya-yazmaya son derece önem verdiği ve sahâbeyi buna teşvik ettiği bilinmektedir. Ona ilk gelen vahiy "oku" idi. Kendisine gelen vahiyleri ezberlediği gibi aynı zamanda katiplerine yazdırıyordu. O, belki yetim ve fakir birisi olduğu için okuyamamış olabilir. Şayet peygamberlikten önce okur-yazar olsaydı, kitap okusaydı ve bir şeyler yazmış olsaydı, peygamberlikten sonra karşıtlar, onun, kutsal kitapları, geçmişte yaşamış milletlerin tarihini okuyarak elde ettiği bilgileri tebliğ diye sunduğunu iddia edebilirlerdi. Nitekim Hz. Peygamber'in ümmî olmasının başlıca hikmeti Kur'ân-ı Kerim'de şöyle belirtilmektedir: "Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı".[89]



Onun okur-yazar olmayışı, kendisine indirilen vahiyle, diğer fikirlerin birbirine karışması ihtimalini de ortadan kaldırmıştır. Bunun dışında Hz. Muhammed (s.a.s.), devrinin meşhur rahip, şair, kahin ve bilge kişileri önüne diz çöküp ders almamış ve ilim öğrenmemiştir. Kahinlerin mahareti olan sihir, büyü gibi gizli ilimler konusunda da hiçbir bilgisi ve iddiası yoktu. Hatta bunlardan nefret ederdi. Bazı alimler, onun ümmîliğini peygamberlik alâmetleri arasında gösterirler. Çünkü o, okur-yazar olmadığı halde, bir sûresinin benzeri bile ortaya konulamayan bir kitap getirmiştir. Peygamberliği döneminde kendisine indirilen bu kitabı okuyor, tekrarlıyor ve bir tek harfinde bile tereddüde düşmüyordu. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmî olmakla birlikte ticaret için gerekli olan hesabı bildiği ve paraların üzerindeki yazıları tanıdığı muhakkaktır. "Ancak her hangi bir kutsal kitap okuyamadığı kesindir".[90] Hz. Muhammed (s.a.s.), o günün yaygın olan bilgi ve fikirleriyle de beslenmemiştir. Ayrıca o, toplum hayatının içinde yetişmiş, insanları tanımış, örf ve adetleri öğrenmiş, topluma hâkim olan kuralları bilen, ileri görüşlü, becerikli, işbilir, çevresine karşı duyarlı bir cemiyet adamı olarak yetişmiştir.[91]



Hâşimoğulları içinde hemen herkes, hatta kadınlar bile şiir okuduğu halde Hz. Muhammed (s.a.s.) şiir inşâd etmemiş, kaside yazmamış veya bu konuda bir çabada da bulunmamıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Biz Muhammed'e şiir öğretmedik. Zaten ona gerekmezdi"[92] buyrularak şairlikle peygamberliğin bir arada bulunmayacağı bildirilir. Câhiliye'de şiirin başlıca konuları olan övgü, övünme, yergi ve kahramanlık gibi duygularla kırk yaşına kadar hemhal olan bir insanın o yaştan sonra mütevazi bir kimse olarak bütün insanlığı kuşatıcı düşünce ve duygularla ortaya çıkması düşünülemezdi. Kabilenin kâhini, hâkimi, lideri durumunda olan ve el üstünde tutulan bir şâir olsaydı, ki ondan önce ve onun döneminde şâirin kabilesi içindeki durumu böyleydi, hayatında asla yer vermediği şan ve şöhrete düşkün bir kimse haline gelebilirdi.[93]



Hz. Muhammed (s.a.s.) kâhin, arrâf, büyücü, gâibden haber veren birisi asla değildi ve bu tür kimselerden nefret ederdi. Kendisine peygamberlikten önce vahiy konusunda bilgisi yoktu ve kesinlikle peygamber olacağını bilmiyordu. Kur'an'ın ifadesiyle kitap ve imanın ne olduğunu bilmiyordu.[94] O, diğer insanlar gibi bir beşerdi. Ancak gerek dış görünüşüyle ve gerekse ahlakıyla her insanda bulunan özelliklere en üst düzeyde sahipti. Bu bakımdan Hz. Muhammed (s.a.s.)'e insanüstü birtakım özellikler ve olaylar atfetmek yanlış olduğu gibi, onu alelâde bir insan konumuna indirmek de doğru değildir.



c. Ticaretle Meşgul Oluşu



Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisine peygamberlik gelmeden önce ticaretle meşgul oluyordu. Bu meslek ona pek çok vasıf kazandırmıştır. Cesaret, kendisini aldatmak isteyenlere, yağmacı ve soygunculara karşı uyanıklık, bu vasıflardan birkaçıdır. Ayrıca ticaret sayesinde alış-veriş usullerini, insanlarla iletişim kurma yollarını öğrenmiştir. Sosyal yönü gelişmiştir; değişik ülkelerin ve değişik yörelerin insanlarını ve kültürlerini tanımıştır, örf ve âdetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. O sadece Hicaz bölgesinde ve Arap Yarımadası dahilinde ticaret yapmakla yetinmemiş, uluslararası ticaretle, yani ithalat ve ihracat işleriyle meşgul olmuştur.



Ticaretle uğraşması onun bir başka özelliğini de ortaya koymaktadır. O da başkasına yük olmaması ve kendi alın teriyle kazancını temin etmesidir. Nitekim o, "insan için en hayırlı kazancın el emeği ile elde edilen kazanç olduğunu"[95] söylemiştir. Ticarî faaliyetleri onun doğruluk ve güvenilirlik özelliğini de ortaya koymaktadır.



d- Çobanlık Yapması



Hz. Muhammed (s.a.s.) çocukluğunda ve gençliğinde çobanlık da yapmıştır. Bunu gerek sütannesi Halime'nin yanında bulunduğu sırada ve gerekse daha sonraki dönemde Mekke ve çevresinde yaptığı bilinmektedir. Kendi ailesine ait sürünün yanında Mekkelilere ait olanları da güttüğü rivayet edilmektedir. Bu, Mekke'de çocukluğunu ve gençliğini geçiren bir kimsenin meşgul olacağı normal bir iştir. Nitekim Hz. Ömer ve Abdullah b. Mes'ud da çocukluklarında çobanlık yapmışlardır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun konumundaki bir çocuğun veya gencin o günkü ortamda en başta yapabileceği iş, ya ailesine ticarî işlerde yardım etmek, ya da etinden, sütünden, derisinden ve satıp da parasından istifade edebilecekleri hayvanların bakımını üstlenmekti. Üstelik ticarî faaliyetler için büyük öneme sahip olan develerin de beslenmesi gerekiyordu. Kureyş her ne kadar yerleşik hayat yaşasa da, kervanlar için gerekli olan develere bakmak zorunda idi. Hz. Muhammed (s.a.s.), ileriki yıllarda, çobanlıkla ilgili hatıralarını zevkle hatırlar ve arkadaşlarına anlatırdı. Ecyâd mevkiinde çobanlık yaptığını bildirmiştir. Söylediğine göre peygamberler içinde çobanlık yapmayan yoktur.[96] Mesela Hz. Musa da, Hz. Davud da çobanlık ettikleri sırada peygamber olmuşlardır.[97] Ancak buradan, çobanlığın peygamberliğin bir şartı olduğu da anlaşılmamalıdır. Yukarıda da işaret edildiği gibi Hz. Peygamber ve muhtemelen diğer peygamberler de, kendi devirlerinin ekonomik koşulları çerçevesinde bu mesleği icra etmişlerdir. O'nun, ticarî faaliyetlerinde amcasına yardım ettiği gibi, hayvanların bakımında da yardım etmesi gayet doğaldı. Aksi takdirde tembel tembel oturmuş veya avâre bir şekilde gezip dolaşmış olurdu. Aynı zamanda çobanlığın kişiyi sabra ve tahammüle alıştırdığını, himayesi altındakileri koruma alışkanlığı kazandırdığını ve sorumluluk duygusu aşıladığını da belirtmek gerekir.



e- Toplum İçindeki Yeri ve Çevresi



Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke ve Taif'in bilhassa zenginlikleriyle ünlü ileri gelenlerinden birisi değildi. Bu, kendisine vahiy geldikten sonra, Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesiyle, muhaliflerinin onun hakkında söyledikleri sözlerden anlaşılmaktadır: "Bu Kur'an, iki şehrin (Mekke ve Taif) birinden büyük bir adama indirilmeli değil miydi? dediler"[98] Onlara göre peygamberlik Mekke zenginlerinden Velîd b. Muğîre veya Taifli Urve b. Mes'ud'a gelmeliydi.



Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberlikten önceki arkadaşları ve dostları ahlâkı düzgün, hatırı sayılır kimselerdi. Bunların en tanınmışı Ebû Bekir'dir. Onun dışında Kureyş'in saygıdeğer şahsiyetlerinden ve Hatice'nin yeğeni olan Hakîm b. Hizâm onun samimi dostlarındandı. Ayrıca Ezd kabilesine mensup tabip ve şair Dımâd b. Sa'lebe ve Mahzûm kabilesinden Kays b. Sâib de onun dostlarındandı. Kays daima Hz. Muhammed (s.a.s.)'in güvenilir ve dürüst olduğunu anlatırdı. Hz. Muhammed (s.a.s.) kendi emsalinden pek çok gencin mübtelâ olduğu içki, kumar, zina, hırsızlık gibi kötü alışkanlıklara bulaşmamış ve bu alışkanlıklara sahip olanlarla arkadaşlık yapmamış, onlardan uzak durmuş ve etkilenmemiştir.



f- Güvenilir Oluşu



Hz. Muhammed (s.a.s.), insana esas değeri kazandıran ahlakî meziyetleriyle ünlüydü. Bu meziyetlerinin başında güvenilir (emîn) olması gelmektedir. Güvenilirlik (emanet), esasında bütün peygamberlerin ortak vasfıdır. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) de tüm hayatında bu vasfı taşımıştır. Vefâlı, sözünde duran, mert, doğru sözlü ve güvenilir olduğu için halk arasında "Muhammedüni'l-Emîn" lakabıyla şöhret bulmuştur. Hatta O yirmi beş yaşlarındayken Mekke'de sadece "el-Emîn" diye anılıyordu.[99] Nitekim Hatice onun güvenilir olduğunu bildiğinden ticaret malını kendisine rahatlıkla teslim etmiştir. O dönemde nakit ve menkul eşyaların muhafazası için herhangi bir kurum mevcut olmadığından, Kureyş'ten bazı kimselerin ona kıymetli eşyalarını emanet olarak bıraktıkları bilinmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu emanetlere asla ihanet etmez ve sağlam bir şekilde sahiplerine iade ederdi. En zor anlarında ve güç durumda kaldığı zamanlarda bile bu emanetlere hıyanet etmemiştir. O kendisine emanet edilen şey hususunda güvenilir olduğu gibi sözünde ve işinde de güvenilir idi. Asla vefasızlık yapmazdı.



g- Ahlâkı



Hz. Muhammed (s.a.s.), zeki, sakin, kendinden emin, ölçülü ve dengeli tutuma sahip, sözü dinlenir, herkes tarafından sevilen ve takdir edilen, doğruluğundan ve samimiyetinden şüphe edilmeyen bir karaktere sahipti. Meslektaşlarının saygısını kazanmış bir tacirdi. Hakbilir idi. Onunla peygamberlik öncesinde ticarî ilişkilerde bulunanlar, çok iyi bir arkadaş olduğunu, hak hususunda hatır-gönül tanımadığını, zerre kadar riyakarlık yapmadığını söylemişlerdir.[100] Yalan söylemezdi. Dost-düşman herkes onun yalan söylemediğini itiraf ederdi. Akrabalarının hakkını gözetir, ailesiyle ilgilenir, geçimini helal yoldan kazanır, yetimleri korur, muhtaçlara, zayıf ve güçsüzlere yardımda bulunur, misafire ikram eder, herkesle iyi geçinirdi.



h- Dinî Hayatı



Hz. Muhammed (s.a.s.), kendisine vahiy gelmeden önce Arap Yarımadası'nda ve buranın sınırlarında yaygın olan Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusilik gibi dinlerden hiç birine girmedi. Bu dinlerin mensuplarının söylediklerine de yakınlık duymadı. Putlara tapan Mekkeli müşrikler arasında büyümesine ve yaşamasına rağmen putperestliğe de ilgi duymadı; putlara inanmadı, tapmadı, secde etmedi. Müşrik âdetlerinden hiçbirine meyletmedi. Arapların takip ettiği yolun yanlış, taptıkları putların ve bu putların gözüne girmek için yaptıkları işlerin boş olduğunu anlamıştı. Çünkü o putlar hiçbir işe yaramayan, faydası ve zararı olmayan, yaratmayan, bir belayı savmaya gücü yetmeyen şeylerdi.



Hz. Muhammed (s.a.s.) toplumdaki sosyal bozuklukların da farkındaydı. Kabilelerin önde gelen kişileri olan zengin tüccarlar, akrabaları arasında bulunan muhtaçlara karşı bile geleneksel görevlerini yerine getirmekte ihmalkar davranıyorlardı. Sahip oldukları servetler, Mekkeli zenginleri gururlu, kibirli ve küstah hale getirmiş, çeşitli sebeplerle güçsüz kalmış kimselere karşı üstünlük taslamalarına yol açmıştı. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise kıt imkanlarıyla fakir, muhtaç ve kimsesizleri kolluyordu. O, Mekke'deki sosyal bozuklukların farkına varmış olmalıdır. Bunlar onun sâlim fıtratıyla, vahiyden önce de kendi kendine gözlemleyebileceği şeylerdi.



Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah'ın varlığına, birliğine ve ahiret hayatına inanıyordu. Halkın dalalet içinde bulunduğunu görüyordu. Ancak bu konuda ne yapılacağını, toplumun şirkten nasıl kurtulacağını bilmiyor, hiçbir şey yapamıyor, elinden de bir şey gelmiyordu. Otuz beş yaşında iken Kâbe'nin tamir ve yeniden inşası sırasında Tek Allah'a adanmış bu evin sayısız putlarla doldurulmuş olması, onu sarsmış ve derin düşüncelere sevk etmiş olmalıdır. Nitekim otuz beş yaşından, kırk yaşında kendisine vahiy gelinceye kadar, her yıl Ramazan ayında, Mekke'nin kuzeydoğusunda ve Kâbe'ye yaklaşık 5 km. uzaklıkta bulunan Nur dağındaki Hirâ Mağarası'nda inzivaya çekilmeye başlamıştı. Burada düşünceye dalıyor, Allah'ı ve O'nun yaratıcı gücünü düşünerek ibadet (tahannüs) ediyordu. Azığı bitince evine geliyor, yiyeceğini aldıktan sonra tekrar mağaraya dönüyordu. Mağarada inzivâ hayatı sona erince Kâbe'yi tavaf ediyor ve sonra evine geliyordu. Daha önce Hanîflerden Zeyd b. Amr b. Nüfeyl ile Abdülmuttalib b. Hâşim'in de aynı mağarada uzlete çekildikleri bilinmektedir.





_________________________



49. İbnü'l-Kelbî, Cemheretü'n-Neseb, tah. Abdüssettâr Ahmed Ferrâc, Kahire 1983, I, 91-93; İbn Hişâm, I, 136-137; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1985; I, 75-81; Belâzürî, Ensâbü'l-Eşrâf, tah. Muhammed Hamidullah, Kahire 1959, I, 60-61, 63-64; İbrahim Sarıçam, "Hâşim", DİA, XVI, 405-406.



50. İbn Hişâm, I, 137 vd. ; İbn Sa'd, I, 81-94; Taberî, Târîhu'l-Ümem ve'l-Mülûk, tah. Muhammed Ebü'l-Fazl İbrahim, Beyrut ts. II, 246-251; H. Ahmet Sezikli, "Abdülmuttalib", DİA, I, 272-273.



51. İbn Hişâm, I, 108-109, İbn Sa'd, I, 88 vd.; 151-158; Bekir Topaloğlu, "Abdullah", DİA, I, 75-76.



52. Hâşimoğulları hakkında geniş bilgi için bkz. İbnü'l-Kelbî, Cemhere, I, 96-147; Zübeyrî, Kitâbü Nesebi Kureyş, tah. E. Levi Provençal, Kahire 1951, s. 14-91; İbn Hazm, Cemheretü Ensâbi'l-Arab, tah. Abdüsselâm M. Harun, Kahire 1962, s. 14-72; İbrahim Sarıçam-Mustafa Öz "Hâşim" (Benî Hâşim), DİA, XVI, 403-405).



53. İbn İshak, es-Sîre, tah. Muhammed Hamidullah, Konya, 1981, s. 19-28; Ziriklî, A'lâmü'n-Nisâ', Beyrut, ts. I, 18; Bekir Topaloğlu, "Amine", DİA, II, 63-64.



54. İbn Sa'd, I, 100; Belâzürî, I, 96.



55. İbn Sa'd, I, 100-101; İbn Seyyidinnâs, Uyûnü'l-Eser fî Fünûni'l-Meğâzî ve's-Siyer, tah. Muhammed el-İd el-Hatrâvî ve arkadaşı, Beyrut 1992, I, 81.



56. İbn Sa'd, I, 103.



57. İbnü'l-Esîr, Üsd, I, 21.



58. Şâmî, Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Raşâd, tah. Mustafa Abdülvâhid, Kahire 1993, I, 506.



59. İbn Sa'd, I, 169; İbn Düreyd, el-İştikâk, tah. Abdüsselâm M. Harun, Bağdad 1979, s. 8 vd.; İbn Seyyidinnâs, I, 88-89; Şâmî, I, 503 vd.



60. Hz. Peygamber Mekke'de bulunduğu süre zarfında sütannesi Süveybe ile ilgilenir, ona yardımda bulunurdu. Keza Hz. Hatice de ona ikramda bulunurdu. Hz. Hatice, Ebû Leheb'e, Süveybe'yi kendisine satmayı teklif etmiş, ancak Ebû Leheb kabul etmemiştir. Ancak Ebû Leheb hicretten sonra onu azat etmiştir. Hz. Peygamber, Süveybe'ye hicretin yedinci yılındaki vefatına dek hediye göndermeye devam etmiştir. Süveybe'nin İslâmiyet'i kabul edip etmediği konusunda farklı görüşler mevcuttur (bk. İbnü'l-Esîr,Üsdü'-Ğâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe, Kahire 1970, VII, 21; İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, Beyrut 1940, IV,250).



61. İbn İshâk, 25-28; İbn Hişâm, I, 162-167; İbn Sa'd, I, 108-117; İbn Seyyidinnâs, I, 90-97; Makrîzî, İmtâü'l-Esmâ', tah. Mahmûd Muhammed Şâkir, Kahire ts. s. 5-7; Hüseyin Algül, "Hâris b. Abdüluzzâ", DİA, 16-194-195; Asrî Çubukçu, "Halîme", DİA, 15-338.



62. İbn Hişâm, I, 167; İbn Sa'd, I, 113.



63. İbn Hişâm, I, 164 vd.



64. İbn Hişâm, I, 166-167.



65. Tirmizî, V, 442-443.



66. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul ts. VIII, 5919.



67. Geniş bilgi için bk. Bünyamin Erul, "Hz. Peygamber'in Risalet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım", Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (Özel Sayı), Ankara 2001, s. 360 vd.



68. Belâzürî, I, 94.



69. İbn Sa'd, I, 116.



70. İbn Hişâm, I, 168-169; İbn Sa'd, I, 119.



71. İbn Sa'd, I, 119.



72. İbn Sa'd, I, 119-120; VIII, 222.



73. İbn İshak, s. 53-55; İbn Hişâm, I, 180-183; İbn Sa'd, I, 153-155; Belâzürî, I, 96-97; Tirmizî, Sünen, İstanbul 1981, V, 590; İbn Seyyidinnâs, I, 105-108.



74. İbn Seyyidinnâs, I, 108; Mustafa Fayda, "Bahîrâ", DİA, IV, 486.



75. İbn Hişâm, I, 184-187; İbn Sa'd, I, 126-127; İbn Seyyidinnâs, I, 113; Hüseyin Algül, "Ficâr", DİA, XIII, 52-53.



76. İbn Sa'd, I, 128-129; İbn Seyyidinnâs, I, 114.



77. İbn Hişâm, I, 134; ayrıca bk. İbn Hanbel, I, 190. Hilf konusunda detaylı bilgi için bk. Nadir Özkuyumcu, "Hilf", DİA, XVIII, 29-30. Hz. Peygamber'in gerek İslâm'dan önce adaleti sağlamak için kurulan birlikleri tasdik etmesi (İbn Hanbel, I, 190, 317) ve gerekse bu tür antlaşmalar için tereddütsüz bir şekilde metinde kaydettiğimiz değerlendirmeyi yapması, müslümanların başka din mensuplarıyla savunma, iyiliği hakim kılma ve kötülüğü önleme gibi konularda işbirliği yapmasında veya bu amaçlarla kurulan teşkilatlara katılmasında İslâmî açıdan herhangi bir sakınca bulunmadığını ortaya koymaktadır.



78. Makrîzî, s. 8.



79. İbn İshak, s. 59; Taberî, II, 280.



80. İbn Sa'd, I, 131; İbn Seyyidinnâs, I, 117.



81. İbn Sa'd, I, 131.



82. İbn Hişâm, I, 182-187; İbn Sa'd, I, 129-134.



83. İbn Hişâm, I, 236; Taberî, II, 313.



84. İbn Sa'd, VIII, 17; Belâzürî, I, 98-99; M. Yaşar Kandemir, "Hatice", DİA, XVI, 465-466.



85. Ahmed et-Tâcî, Sîretü'n-Nebiyyi'l-Arabî, Kahire 1978, I, 17.



86. İbn Hişâm, I, 192-197; İbn Sa'd, I, 145-147; Ayrıca bk. Taberî, II, 277-290; İbn Seyyidinnâs, I, 121-122.



87. Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, I-II, Beyrut 1990, I, 25; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, Beyrut 1352, I, 70. Hz. Peygamber'in bu sözü, çeşitli kabilelerin lehçelerini nasıl anlayabildiğine dair kendisine sorulan bir soruya cevap olarak söylediği nakledilmiştir. Bu sözde te'dîb (terbiye etme, eğitme), Allah'ın kendisini eğitmesi ve bilgilendirmesi, kabiliyet bahşetmesi anlamında kullanılmıştır. Bir rivayette Hz. Peygamber yukarıdaki sözünden sonra Allah'ın kendisine güzel ahlakı emrettiğini belirtmiştir. Dolayısıyla hadisin, onun yüce ahlakının yanında, fesâhatı, kültürü, dili, kısaca edebî özellikleriyle ilgili yönü de vardır. (Bk. Aclûnî, I, 70-71).



88. İbn Hanbel, Müsned, İstanbul 1982, IV, 197.



89. Ankebût Sûresi 48.



90. W. Montgomery Watt, Hz. Muhammed'in Mekke'si, çev. Mehmet Akif Ersin, Ankara 1995, s. 96. Ülkemizde en fazla tanınan müsteşrikler arasında yer alan Watt, araştırmalarında İslâmî değerlere saygılı bir üslupla yaklaşmakta, tarafsız davranmaya gayret etmekte ve özellikle son çalışmalarında olumsuz yargılardan kaçınmaya çalışmaktadır.



91. Hz. Peygamber'in ümmîliği hakkında geniş bilgi için bk. Ahmet Önkal, "Hz. Peygamber'in Ümmîliği", SÜİF Dergisi, 1986, sy. 2, s. 249-260.



92. Yâsin Sûresi 69.



93. Meşhur Alman edîbi ve şairi Goethe, şâir ile nebî arasındaki ayırımı şu özet ifadeleriyle dile getirir: "Peygamberle şâir arasındaki farkı yakînen, kinâye yoluyla anlatmak istiyoruz: Her ikisi de, bir olan Allah'tan rikkate gelerek coşmuşlardır. Fakat şâir kendisine bahşedilen ihsanı zevkü sefâ içinde harcar ve çalışıp kazanması da şan, şeref ve müreffeh bir hayat içindir. Şâir, düşüncelerinde ve tasavvurlarında sınırsız olduğunu göstermek bâbından gayesinden bile uzaklaşır. Buna karşılık Peygamber'in belirli bir gayesi vardır. O, gayesine ulaşmak için en basit vasıtayı dahi kullanır. İlâhî nizamı umuma bildirmek için bir alâmet, bir işaretle dahi milletleri bir araya toplar" (Bayram Yılmaz, Goethe ve İslamiyet, Konya 1991, s. 95).



94. 42. Şûrâ Sûresi 52.



95. İbn Hanbel, II, 334, 357; III, 466; IV, 141; Suyûtî, I, 245.



96. İbn Hişâm, I, 167.



97. İbn Sa'd, I, 125-126; İbn Hanbel, III, 96; Buhârî, III, 48; İbn Seyyidinnâs, I, 112; Şâmî, II, 211.



98. Zuhruf Sûresi 31.



99. İbn Sa'd, I, 156; İbn Seyyidinnâs, I, 116.



100. İbnü'l-Esîr, Üsd , II, 317; İbn Hacer, el-İsâbe , III, 213.





1- Hz. Muhammed'in Peygamber Olarak Görevlendirilişi



Yukarıda da açıklandığı gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) özellikle otuz beş yaşından sonra, tefekkür ve ibadetle meşgul oluyordu. Bu amaçla, Mekke'nin kuzeydoğusunda yer alan ve Kâbe'ye yaklaşık 5 km. uzaklıkta bulunan Nur dağındaki Hira mağarasına[101] kapanıyordu. Devamlı düşünmeyi, insanlardan uzak durmayı, dedikodulardan kaçınmayı ve nefis murakabesi yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Uykudayken gördüğü rüyalar gün ışığı kadar parlak ve aydınlık oluyor, rüyada gördükleri daha sonra aynen gerçekleşiyordu. Bu durum devam ederken, inzivâ hayatını daha çok sevmeye ve ramazan ayını mağarada geçirmeye başladı. Bazen hanımı Hatice'nin de onunla birlikte gittiği oluyordu. Mağaraya gelen yoksullara da yanındaki yiyecekten ikram ediyordu. Yiyeceği tükenince evine gelip yenisini aldıktan sonra tekrar Hira'ya dönüyordu. İnziva süresi sona erince, Mekke'ye inerek Kâbe'yi tavaf ettikten sonra evine gitmeyi alışkanlık hâline getirmişti.



Kur'an-ı Kerim'de peygamberliğin (bi'set) nasıl başladığı konusunda ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Hadislerde ve tarih kitaplarında vahyin doğru rüyalarla (er-ru'yâ es-sâdıka) başladığı bildirilmektedir. Peygamberliğin ilk müjdeleri kabul edilen ve altı ay süren bu rüyaları gördüğü süre zarfında Hz. Muhammed (s.a.s.), biraz önce söylediğimiz gibi yalnız kalmayı tercih ediyor ve Hira'da tefekküre dalıyordu. O sırada kırk yaşındaydı. 610 yılı Ramazan ayının 27. gecesinde[102] sabaha karşı ibadetle meşgul olduğu sırada vahiy meleği Cebrail kendisine "Oku" emrini verdi. O zamana kadar hiç karşılaşmadığı ve görmediği meleğin heybetli görünüşü ve hitâbı karşısında heyecanlanan ve korkuya kapılan Hz. Muhammed (s.a.s.), şaşkınlık ve endişe içerisinde "Ben okuma bilmem" cevabını verdi. Onu dayanamayacağı ölçüde sıkıp sonra bırakan Cebrâil "Oku" emrini tekrarladıysa da yine "Ben okuma bilmem" karşılığını aldı. Bu konuşma aynı şekilde ikisi arasında üç defa tekrarlandı. Cebrail üçüncü defa aynı cevabı aldıktan ve onu tahammülü çok zor bir şekilde sıkıp bıraktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş ayetini okudu. Hz. Muhammed (s.a.s.) de tekrarladı:



"Oku! Yaratan Rabbının adıyla. O insanı bir "alaka"dan yarattı. Oku! Rabbın sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini de öğretti"[103]



Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur'ân'ın bu ilk ayetlerini Cebrail'in öğretmesiyle okudu, kalbine iyice yerleştirdi ve ezberledi; ancak heyecanı ve korkusu sürüyordu. Aldığı vahyin etkisiyle titreyerek hızla evine geldi. Yatağına girdi ve eşi Hatice'ye "Beni örtünüz, beni örtünüz" dedi. Derin bir uykuya daldı. Uyanınca başından geçenleri eşine anlattı ve "Kendimden korktum" dedi. Hatice onu sakinleştirici şu sözleri söyledi: "Korkma, Allah'a yemin ederim ki, O hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen akraba hakkına riayet edersin, doğru konuşursun; âciz olanların işini yüklenirsin. Fakiri doyurur, misafiri ağırlar, halka yardım edersin".



Hz. Muhammed (s.a.s.)'in endişe ve korkusu mahiyetini bilmediği bir durumla karşılaşmasından kaynaklanıyordu. O nedenle bunun bir cinnet alameti, bir kehanet başlangıcı olabileceği kaygısını taşıdığını belirtiyordu.[104] Eşi Hatice onu teselli etmeye çalıştıktan sonra amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e götürdü. Kaynaklarda Hz. Muhammed (s.a.s.)'i götürmeyip bizzat kendisinin giderek durumu Varaka'ya anlattığı da kaydedilmektedir.[105] Gerçekten Hz. Hatice, bu nâzik durumda izlenebilecek en güzel yolu seçmiştir. Her şeyden evvel olayı gizlememiş; kendisini ve kocasını şaşkınlık ve korku içinde ve sürüncemede bırakmamıştır. Danışacağı kimseyi de çok iyi seçmiştir. Varaka b. Nevfel yerine bir başkasına gidebilirdi. Fakat o böyle yapmamıştır. Danışmak için kendilerini rahatlatacak ve samîmî bir şekilde yardımcı olabilecek kişiyi seçmiştir. Çünkü Varaka, Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında bilgisi olan, Tevrat ve İncil gibi kitapları okuyan, bunları bilen kimselerin sözlerini dinlemiş olan bir bilgindi. Putlara tapmaktan nefret ettiği için hak dini aramak amacıyla Zeyd b. Amr ile birlikte Suriye'ye gitmişti. Onun Hristiyanlığı kabul ettiği de söylenmektedir. Okuma-yazma biliyordu. Kitâb-ı Mukaddesi çok incelemiş, onu İbrânîce harflerle Arapçaya çevirmişti. Gözleri görmeyen Varaka, Hz. Muhammed (s.a.s.)'den başından geçenleri dinleyince şunları söyledi: "Bu gördüğün, Allah'ın Mûsâ'ya indirdiği Cebrâîl (Nâmûs)'dir. Keşke davet günlerinde genç olsaydım! Keşke kabilenin seni yurdundan çıkaracağı günler hayatta bulunsaydım." Varaka'nın bu sözlerini işiten Hz. Muhammed (s.a.s.) "Onlar beni buradan çıkaracaklar mı?" diye sordu. O da "Evet, çünkü senin getirdiğin şeyi getiren herkes, bu düşmanlığa uğramıştır. Eğer o günlere yetişirsem sana mutlaka yardım ederim" şeklinde cevap verdi.[106]



Varaka'nın sözleri Hz. Muhammed (s.a.s.)'in içini rahatlatmıştı. Bu defa aynı tecrübenin tekrarlanmasını ve kendisine gelen meleğin yeniden görünmesini istiyordu. Bu ümitle sık sık Cebrâil'le karşılaştığı Hira Mağarası'na gidiyor ve onu gözlüyordu. Fakat günler, haftalar geçtiği halde melek gelmiyordu. Bu şekilde aradan uzun zaman geçti. Buna "Fetretü'l-Vahiy" denir. Kaynaklar, bu bekleyiş için birkaç günden üç yıla kadar çeşitli süreler kaydederler. Fakat bu durumun çok uzun müddet devam etmediği muhakkaktır. Hz. Muhammed (s.a.s.) bundan rahatsız olmuş ve endişelenmiş; hatta Rabbi tarafından terkedildiği zannına kapılmıştır. Bir gün Hira dağından evine gelirken Cebrâil'i ilk gördüğü heybetli haliyle tekrar gördü. Daha önceki gibi korku ve heyecana kapılarak derhal evine koştu ve yatağına girdi. Fakat melek evde bir kez daha karşısına çıktı ve ona şöyle hitap etti: "Ey örtünen adam, kalk ve (insanları) uyar. Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeylerden uzak dur".[107] Bu ayet-i kerîmeler Hz. Muhammed (s.a.s.)'e peygamberlik görevinin verildiğini; bundan böyle Allah'ın kendisine vahyettiklerini insanlara tebliğ edip öğreteceğini; onları Allah'ın yoluna davet edeceğini; itaat edenleri dünya ve âhiret mutluluğu ile müjdeleyip, yüz çevirenleri cehennem azabıyla korkutacağını gösteriyordu.



2- İslâm'a Davet ve İlk Müslümanlar



Hz. Peygamber Müddessir Sûresinin nâzil olması üzerine insanları İslâm'a davet etmeye başladı. Kaynaklar onun kendisine peygamberlik görevi verilmesinden itibaren üç (veya dört) yıl boyunca İslâm'ı gizlice yaymaya çalıştığını ve açıkça davet yapılması emredilene kadar gizli davetin devam ettiğini kaydederler.[108] Bu süre zarfında Hz. Peygamber tebliğini önce ailesine, sonra da dostlarına ve güvendiği kişilere yapmıştır.



Hz. Peygamber ilk davetini hanımı Hz. Hatice'ye yaptı. Nâzil olan ayetleri ona okudu. "Şimdi bana kim inanır?" deyince Hatice "Kimse inanmazsa ben inanırım" cevabını vererek Hz. Peygamber'in peygamberliğini ilk olarak tasdik etme şerefine nail oldu. Hz. Peygamber daha önce Cebrâil aleyhisselamın kendisine öğretmiş olduğu abdest ve namazı Hz. Hatice'ye öğretti. Hz. Peygamber'in kızları Zeyneb, Rukıye ve Ümmü Gülsüm de anneleri ile aynı zamanda İslâm'a girdiler. Fatıma ise o sırada henüz 4-5 yaşlarında bir çocuktu. Hz. Hatice ve kızlarından sonra, Hz. Peygamber'in evinde oturan ve o sıralarda henüz on veya on bir yaşında bulunan Ali b. Ebû Tâlib ile Hz. Peygamber'in azatlısı Zeyd b. Hârise de iman ettiler.



Hz. Peygamber'i Hz. Hatice ile birlikte namaz kılarken gören Hz. Ali bunun mahiyetini öğrenmek isteyince, Hz. Peygamber Allah'ın seçmiş olduğu dinin bu olduğunu bildirdi. Onu tevhid dini İslâm'ı kabule, faydası ve zararı olmayan putlara tapmayı terketmeye davet etti. Hz. Ali önce babasıyla istişare etmek istediğini söyledi. Ancak Hz. Peygamber, davetin açıklanmasından önce bunun yayılmasını hoş görmediği için, gizli tutmasını istedi. Ertesi gün Hz. Ali babasına danışmaya gerek duymadan iman etti. Bir gün Ebû Tâlib, Hz. Peygamber'i Hz. Hatice ve Hz. Ali ile birlikte namaz kılarlarken gördü ve bu din hakkında bilgi istedi. Hz. Peygamber bu dinin Allah'ın, meleklerin ve babası İbrahim'in dini olduğunu ve Allah'ın kendisini elçi olarak gönderdiğini bildirdi. Ebû Tâlib'i iman etmeye davet etti. Ebû Tâlib ise, dedelerinin dininden ve inandığı şeylerden vazgeçmeyeceğini ifade etti. Ancak olumsuz tepki göstermediği gibi, hayatta olduğu sürece onu koruyacağına dair söz de verdi.[109]



Aile bireylerinden sonra tebliğ sırası yakın arkadaşlarına gelmişti. Hz. Peygamber'in güvenilir ve sadık dostu Ebû Bekir onun davetine olumlu cevap vererek hiç tereddüt etmeksizin iman etti. Üstelik sadece kendisi iman etmekle de kalmadı; yakın dostlarına, sözü geçecek kimselere Müslüman olduğunu anlatarak onları da İslâm dinine girmeye, Allah'a ve O'nun elçisine iman etmeye çağırdı. İlk siyer yazarlarından İbn Hişâm, eserinde Ebû Bekir'in daveti ile Müslüman olan sahâbîler için özel bir bölüm ayırmıştır. Buna göre Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebû Vakkâs ve Talha b. Ubeydullah, Ebû Bekir'in daveti üzerine Müslüman olmuşlardır. Ebû Bekir bu şahısları Hz. Peygamber'in huzuruna götürmüş, onlar da İslâm'ı kabul edip namaz kılmışlardır.[110] Bunlardan sonra iman eden şahıslardan bazıları şunlardır: Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Ebû Seleme, Erkam b. Ebü'l-Erkam, Osman b. Maz'un, Ubeyde b. Hâris, Saîd b. Zeyd ve hanımı Fâtıma bint Hattâb, Umeyr b. Ebû Vakkas, Âmir b. Ebû Vakkas, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Abdullah b. Mes'ud, Habbâb b. Eret, Abdullah b. Cahş, Ebû Ahmed b. Cahş, Hâlid b. Saîd, Âmir b. Füheyre, Ammâr b. Yâsir, Suheyb b. Sinan, Bilâl-i Habeşî, Ebû Zer el-Gıfârî...



Hz. Peygamber, tebliğe ilk başladığı andan itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ve mevlâ ayırımı yapmaksızın tüm insanları İslâm'a davet etti. Nitekim ilk Müslümanlar incelendiğinde içlerinde toplumun her kesiminden fertlerin bulunduğu görülmektedir. Bunun yanısıra ilk Müslümanların genellikle gençlerden oluşan bir topluluk olduğu dikkati çekmektedir. Müslüman olduklarında birkaç kişi elli yaş civarında, birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise otu

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 46670

ulkucudunya@ulkucudunya.com