Türkiye’de basın özgürlüğü
Rıza Türmen 01 Ocak 1970
Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmalarının ortaya çıkardığı bir sorun tutuklamaların hukuka uygunluğu ise, başka bir sorun da basın özgürlüğü.
Basın, AİHM’nin deyimi ile ‘demokrasinin bekçisi”. Bir devletin ne ölçüde demokratik olduğunun en önemli ölçütü özgür bir basının varlığı. Bu nedenle AİHM basın özgürlüğüne en geniş korumayı tanıyor. Basın özgürlüğü gazetecilerin basılmamış eserlerinden, haber kaynağının gizliliğine dek çok geniş bir alanı kapsıyor. Görülmekte olan davalara ilişkin olarak halka bilgi vermek, yorum yapmak da basın özgürlüğü kapsamına giriyor. AİHM, açıkça şiddete teşvik, ırkçı söylem, hakaret gibi istisnalar dışında basın özgürlüğünün sınırlanmasını kabul etmiyor. Bu durumlarda bile gazetecilerin hapis cezasıyla cezalandırılmasını basın özgürlüğünün ihlali olarak görüyor.
Türkiye’yle ilgili olarak açılan pek çok davada AİHM, gazetecilerin, devletin bütünlüğünü bozmayı hedef alan propaganda yapmak, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek, terör örgütü kurmak ya da üye olmak gibi suçlardan mahkûm olmalarını, Sözleşme’nin ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin 10. maddesine aykırı buldu. Bu davalarda AİHM, açıkça şiddete teşvik öğesi yoksa, basın özgürlüğünü koruyan kararlar verdi. Türkiye’yi mahkûm etti. Ceylan, Gerger, Erdoğdu, İnce, Sürek ve Özdemir, Özgür Gündem ve daha birçok karar AİHM’nin bu yaklaşımının örneklerini oluşturuyor.
Şener ve Şık’a atılan suç da terör örgütüne üyelik. Sorgulamada, Ergenekon davasının inanılırlığının ortadan kalkması, tutuklu yargılananların serbest kalması için kamuoyu oluşturmak, iktidarı eleştirmek ya da cemaatle ilgili kitaplar yazmak gibi bir gazeteci için doğal olması gereken etkinliklerin suç eylemi olarak kabul edildiği anlaşılıyor.
Bu eylemler ile terör örgütü arasında şöyle bir mantıksal bağ kuruluyor: Bu tür eylemler, Oda TV’de bulunan isimsiz, nereden geldiği belli olmayan, gerçekliği ispatlanmaya muhtaç bir belgede geçiyor. Bu bir örgüt belgesi olarak kabul ediliyor. Şener ve Şık da bu eylemleri yapıyorlar. Bu eylemler normal gazetecilik etkinliği olsa bile, mademki Oda TV’deki belgede bu etkinliklerden söz ediliyor, o zaman Şener ve Şık da terör örgütü üyesi. Bu mantıktan hareketle Türkiye’deki tüm muhalif gazetecilerin, hatta daha da ileri giderek, Ergenekon ve Balyoz davalarını eleştiren yerli, yabancı herkesin örgüt üyesi oldukları sonucuna varılabilir.
Basın özgürlüğüyle ilgili başka bir sorun da, Şener ve Şık’ın evlerinde yapılan arama ve elkoymalar. Arama ve elkoyma, basın özgürlüğünün ayrılmaz bir öğesi olan haber kaynağının gizliliğiyle yakından ilgili. Roemen ve Schmit/Lüksemburg (2003),Ernst/Belçika (2003),Tillack/Belçika (2007) kararlarında AİHM, gazetecilerin evlerinde ya da işyerlerinde yapılan arama ve elkoymaların, haber kaynaklarının gizliliği ilkesine aykırı olması nedeniyle Sözleşme’nin basın özgürlüğüne ilişkin 10. maddesini ihlal ettiğine karar verdi. Tillack davasında 16 kasa belge, iki kutu arşiv, iki bilgisayar, dört cep telefonu ve bir madeni kutuya el konulduğunu dikkate alan AİHM, bunu orantısız buldu.
Bu kararlardan çıkan sonuç şu: Toplumun ilgi alanına giren bir konuda çalışan, yazı yazan gazetecinin evine girerek arama yapmanın, gazetecilikle ilgili araçlara elkoymanın haklı olabilmesi için, ilgili makamlar, bunun zorunlu olduğunu, arama yapmak ve eşyalara elkoymak dışında başka hiçbir önlemin (örneğin ifadesine başvurmak gibi) suçun ortaya çıkarılmasında etkili olamayacağını ispat etme yükümlülüğü altında.
Avrupa Parlamentosu’nun son kararında, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki uzun tutukluluk süreleri eleştiriliyor, Türkiye’de hükümetin beyanlarının ve savcıların faaliyetlerinin ifade özgürlüğünü sınırladığı belirtiliyor, yasaların AİHM kararlarına uyum sağlayacak şekilde değiştirilmesi isteniyor.
Hükümet bu karara, “Siz istediğinizi söyleyin, biz bildiğimizi okuruz” yolunda tepki gösterdi. Ama bu tepkinin Türkiye’yi, demokrasi, insan hakları, hukuk devletinden oluşan evrensel ortak değerler alanı dışına çıkardığını da bilmek gerekir.