MOLLA CÂMÎ (ABDURRAHMAN)
01 Ocak 1970
Nûrüddîn Abdurrahman b. Nizâmiddîn Ahmed b. Muhammed el-Câmî (ö. 898/1492) Nakşibendî tarikatına mensup İranlı âlim ve şair.
23 Şaban 817'de[42] Ho¬rasan'ın Câm şehrinin Harcird kasaba¬sında doğdu. Daha çok Molla Câmî un¬vanıyla tanınır. Birinci divanının mukaddimesinde (s. 290) Cam şehrine nisbetle ve Ahmed-i Nâmekl-yi Câmî'nin (o. 536/ 1141) hâtırasına saygısının bir ifadesi ola¬rak Câmî mahlasını aldığını söyler.
İsfahan'dan Horasan'a göç eden dede¬si Şemseddin Muhammed, burada İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî (ö. 189/ 805) neslinden gelen birinin kızıyla evlen¬miş, bu evlilikten babası Nizâmeddin Ah¬med dünyaya gelmiştir. Câmî ilk tahsili¬ne babasının yanında başladı. Babası He-rat'a gidip Nizamiye Medresesi'ne mü¬derris olunca (823/ 1420) öğrenimini ora¬da sürdürdü. Devrinin meşhur âlimlerin¬den Mevlânâ Cüneyd-i Usûlîden Arap dili ve edebiyatının temel eserlerini oku¬du. Ardından Seyyid Şerîf el-Cürcânî"nin öğrencisi Ali es-Semerkandî ile Teftâzâ-nFnin öğrencisi Şehâbeddin Muhammed el-Câcermi gibi ünlü bilginlerin dersleri¬ne devam etti. Daha sonra Uluğ Bey za¬manında büyük bir ilim merkezi haline gelen Semerkant'a giderek orada dokuz yıl kaldı. Uluğ Bey Medresesi'nde Bur¬salı Kadızâde-i Rûmî'den (ö. 841/1437) riyâziyyat dersleri aldı. Bu arada Mevlâ¬nâ Fethullah-ı Tebrîzfnin derslerinden de faydalandı. Keskin zekâsı, yeteneği. ilmî meseleleri anlatma gücü ve görü¬şünü çok açık olarak ortaya koyabilme kabiliyeti sayesinde herkesin hayranlı¬ğını kazandı. Kâşifi Reşahât'ta Câmfnin tahsiliyle ilgili hayret verici hâtıralar nak¬leder. Ünlü astronomi ve matematik âli¬mi Ali Kuşçu Herat'a gittiğinde Câmî'ye astronomiyle ilgili 2or sorular sormuş, cevabını hemen alınca hayranlığını giz-leyememiş. onunla riyâzî meseleler üze¬rinde çalışmalar yapmış ve kendisini tak¬dir etmişti.
Genç yaşta döneminin bütün ilimleri¬ne vâkıf olmasına rağmen bu ilimler Câ-mî'yi tatmin etmedi. Semerkant dönü¬şünde Nakşibendî şeyhlerinden Sa'ded-dîn-i Kâşgarî'ye intisap etti. Onun ve¬fatından sonra (860/1456) halefi Hâce Ubeydullah Ahrâr'a bağlandı. Ubeydul-lah ile birkaç defa görüştü. Ayrıca mek¬tuplaşmak suretiyle kendisiyle devamlı temasta bulundu. Manzum ve mensur eserlerinin çeşitli yerlerinde onu her fır¬satta öven Câmî ölümünde de (895/1490) uzunca bir mersiye kaleme aldı. Ubey¬dullah Ahrâr'ın Câmî üzerindeki tesirinin diğer Nakşî şeyhlerinden daha fazla ol¬duğunda şüphe yoktur.
Câmî 877'de (1472) hacca gitmek için Herat'tan ayrıldı. Bu yolculuk sırasında Bağdat'ta iken bazı Şiîler Silsiletü'z-ze-heb mesnevisinin Ehl-i beyt sevgisiyle ilgili bölümünü tahrif ederek Câmrnin aleyhinde kullanmak istedilerse de Câ-mîEhl-i beyt'i sevmenin Kur'an'ın emri olduğunu söyledi ve SilsUetü'z-zeheb'm[43] Ehl-i beyt'le ilgili bölümlerini okuyarak muarızlarını susturdu, orada bulunan âlimlerin tak¬dirini kazandı. Hac dönüşünde Tebriz'e gitti. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Ha-san'ın Tebriz'de kalmasını istemesine rağmen oradan ayrıldı. 18 Şaban 878[44] tarihinde Herat'a döndü. Burada Sultan Hüseyin Baykara'nın ken¬disi için yaptırdığı medresede Arap di¬li ve edebiyatı, hadis ve tefsir dersleri okuttu. 18 Muharrem 898[45] cuma günü Herat'ta vefat etti. Cenaze¬si, başta Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Ne-vâî olmak üzere devrin bütün ileri ge¬lenlerinin iştirakiyle kaldırıldı, şeyhi Sa-deddîn-i Kâşgarfnin kabrinin yanına def¬nedildi.
Ali Şîr Nevâî, Câmfnin vefatından son¬ra terkibibend tarzında uzun bir mersi¬ye yazmış[46], ay-nca hayatına dair Hamsetü'I-mütehay-yirin adlı bir eser kaleme almıştır. Mü-ridlerinden Süheylî de uzun bir mersiye yazarak onun kaybından duyduğu üzün¬tüyü ifade etmiştir.[47]
Câmrnin ilk evliliği hakkında bilgi yok¬tur. Bir manzumesinden[48] onun aile fertlerinin hepsi¬ni kaybettiği, bu olaydan sonra bir sü¬re yalnız yaşadığı anlaşılmaktadır. Daha sonra mürşidi Sa'deddîn-i Kâşgarî'nin büyük oğlu Hâce Kelân'ın iki kızından bi¬riyle kendisi, diğeriyle de Reşahât'in mü¬ellifi Fahreddin Ali Safı evlenmiştir. Kay¬naklarda Mevlânâ Muhammed adlı şair, âlim ve fâzıl bir kardeşinin bulunduğu, tarih ve mûsiki dalında üstat olduğu zikredilmekte, Câmî de onun genç yaş¬ta ölümü üzerine yazdığı mersiyede[49] bu bilgiyi doğ¬rulamaktadır.
öğrenim hayatı Mirza Şâhruh'un sal¬tanat döneminde (1404-1446) geçen Câ¬mrnin Timurlu sarayı ile temas kurması Mirza Ebü'l-Kâsım Bâbür devrine (1448-1457) rastlar. Bâbür'e muamma ile ilgili bir eserini ithaf eden Câmî, daha sonra Sultan Ebû Said döneminde (1451-1468) ilk divanını tertip edip bazı tasavvufî ri¬saleler kaleme aldı. Onun sanat hayatı¬nın, ilmî ve manevî otoritesinin zirvede olduğu yıllar Hüseyin Baykara dönemi¬dir (1470-1505). Bütün sultanların ve saray ileri gelenlerinin kendisine sonsuz hürmeti olmasına rağmen hiçbir zaman hükümdarlara hoş görünmeye çalışma¬mıştır. Câmî, ilim ve sanat hâmisi Hüse¬yin Baykara gibi hükümdarları Övmek¬le birlikte asla aşırılığa kaçmamış, met¬hettiği kişileri hayra teşvik edici ve eği¬tici bir üslûp kullanmıştır. Sultan Hüse¬yin Baykara da kendi devrinin âlim ve şairlerini anlattığı risalesinde Câmî'den büyük bir övgüyle bahseder.
Câmî sadece Mâverâünnehir ve Hora¬san'da tanınmakla kalmamış, Hindis¬tan'dan Balkanlar'a kadar uzanan ge¬niş bir alanda sultanların, âlimlerin ve şairlerin saygısını kazanmıştır. Fâtih Sul-tan Mehmed. Câmî'yi hacdan dönerken İstanbul'a davet etmek için Hoca Atâul-lah Kİrmânî'yi 5000 altın hediye ile Ha-lep'e gönderdiyse de Kirmânî varmadan az önce Câmî oradan ayrılmış olduğun¬dan bu davet gerçekleşmemiştir. Fâtih ikinci defa yine değerli hediyelerle Câ-mî'ye bir elçi gönderip ondan kelâmcı-lar, felsefeciler ve mutasavvıfların gö¬rüşlerini mukayese eden bir eser yazma¬sını istemiş, bunun üzerine Câmî ed-Dür-retul-fâhire adlı eserini kaleme almış, ancak eser kendisine sunulmak üzere gönderildiğinde Fâtih vefat etmişti. Câ¬mrnin divanında Fâtih Sultan Mehmed'in fetihlerini anlatan mesnevi tarzında bir şiiri yer almaktadır (s. 777-778).
Fâtih'in oğlu II. Bayezid ile Câmî ara¬sında karşılıklı yazılmış mektuplar[50], Sultanın ona karşı beslediği saygı ve sevgiyi açık¬ça göstermektedir. Câmî II. Bayezid'in bir mektubuna bir kaside ile[51] cevap vermiş, başka bir kasidesinde de[52] onu övmüştür. Silsiletü'z-zeheb'if] üçüncü kısmını yine II. Bayezid adına telif etmiş¬tir. Eserlerinden, onun Karakoyunlu Ci¬han Şah İle Akkoyunlu Uzun Hasan ve Yâ-kub Bey gibi hükümdarlarla da dostane münasebetleri olduğu anlaşılmaktadır.
Câmrnin, Baykara devrinin emîrlerin-den Ali Şîr Nevâî ve Süheylî gibi şairler¬le de yakın dostluğu vardı. Nevâî ve Sü¬heylî onun müridleri arasında bulunu¬yordu. Câmî Nevâryi sevip takdir ettiği¬ni her vesile İle açıklamış, Hırednûme-i İskenderi adlı mesnevisinin hatimesin-de[53] onu övmüş, Nevâî de mesnevilerinde Câmî'yi say¬gıyla anmıştır. Müridlerinin en meşhuru olan Abdülgafûr-i Lârî, mürşidinin Ne-fehât'ma yazdığı haşiyeye Tekmile-İ Ne-iehâtü'1-üns adını vermiştir. Bu eser Câ¬mrnin hayatı ve şahsiyeti hakkında önem¬li bir kaynaktır.
Gençlik yıllarından hayatının sonuna kadar daima öğrenmek ve öğretmek¬ten zevk alan Câmî, bu asil meşgaleden bir an bile geri kalmamıştır. Onun, ve¬fatından birkaç ay önce oğlu için hazırla¬dığı el-Fevö'idü'z-Ziyâ'iyye adlı Arap¬ça gramer kitabı bunun bir delilidir. Bir rubaisinde[54] dünyada kitaptan daha güzel arkadaş ve dert ortağı bulunmadığını ifade et-mektedir.
Divanında (s. 61, 72, 789, 797, 800} ve mesnevilerinde[55] nazmın nesirden daha üstün olduğunu, iyi ve kö¬tü şiirin niteliklerini, şiirin nasıl olması gerektiğini açıklamış, günümüz anlayı¬şına uygun "şiir tenkidi" metodunu kul¬lanarak isabetli değerlendirmeler yap¬mıştır. Bir mesnevisinde ilgi duyduğu şiir türlerinden söz ederek sonunda mes¬nevide karar kıldığını belirten ve mes¬nevi türündeki üstatlarının adlarını say¬gıyla anan Câmî, nesrin ve şiirin şeriata uygunlukları nisbetinde gerçeklerin or¬taya konulmasında çok etkili vasıtalar olduklarını, aksi halde de bütün kötülük¬lerin kaynağı olacaklarını söyler. Ona gö¬re şiir insanlara doğru yolu göstermek için kullanılmalı, şahsî menfaatlere alet edilmemelidir.[56]
Fars şiirinin en büyük üstatlarının so¬nuncusu sayılan Câmî, üstün şairlik ka¬biliyeti yanında dinî, edebî ve aklî ilim¬lerle tasavvuftaki derin vukufundan bü¬tün şiirlerinde, mesnevilerinde ve özel-likle tasavvufî mesnevilerinde geniş bir şekilde faydalanmış, ele aldığı konuları çok rahat ve sade bir dille anlatma gü¬cünü göstermiştir. Onun "Hint üslûbu" (sebk-i Hindî) diye anılan şiir akımının ilk öncülerinden biri olduğu ileri sürülmek¬tedir.[57]
Câmî'nin başlıca edebî eserleri Fars¬ça'dır. Ayrıca Arapça eserler de yazmış, bu dile olan hâkimiyetini Arap şairlerin¬den Ferezdak'ın bir kasidesini manzum olarak Farsça'ya çevirerek de göstermiş¬tir.[58]
Mensup olduğu Türk muhiti dolayı¬sıyla Türkler'le çok sıkı münasebeti bu¬lunan Câmî'nin eserleri daha sağlığında bütün Türk âlemine yayılmış, o devrin âlim ve şairlerinin ilgisini çekmiştir. Önemii eserlerinin Türkçe'ye çevrilmiş olması onun Türk edebiyatı üzerindeki tesirini göstermektedir.
Tahsilini Semerkant ve Herat gibi ilim merkezlerinde Eş'ari mezhebi keiâmcı-larıyla Şafiî fıkhı esaslarına göre tamam¬layan Câmî, İ'tikâdnâme[59] adlı mesnevi¬sinde İslâm esaslarını Ehl-i sünnet inanç¬larına göre açıklayarak kendisinin de bu görüşte olduğunu göstermiştir. Samimi bir mutasavvıf olan ve bunu yaşadığı ör¬nek hayatla gösteren Câmî, şeyhi Sa-deddîn-i Kâşgarrden irşad izni aldığı hal¬de bir tekkede şeyhlik yapmak yerine medresede ders verip talebe yetiştirme¬yi tercih etmiştir. "Kendisinden ancak işe yarar iki söz işittim" diyerek hafife aldığı üstatlarından Câcermî onun ta¬savvufa intisap etmesini esefle karşıla¬dığını ifade eder. Câmî'nin tarikat sil¬silesi Sa'deddîn-i Kâşgarî, Nizâmeddin Hâmüş, Alâeddin Attâr vasıtasıyla Nak-şibendiyye tarikatının kurucusu Bahâ-eddin Nakşibend'e ulaşır. Şeyhi Kâşgarfnin yanı sıra Muhammed Pârsâ, Ubey-dullah Ahrâr, Mevlânâ Fahreddin Lûris-tânî, Bahâeddin Ömer Bâğıstânî gibi dev¬rinin Önde gelen Nakşî şeyhleriyle yakın ilişkiler kurmuş, bunlardan Muhammed Pârsâ ve Ubeydullah Ahrâr'a özel bir il¬gi duymuştur. Câmrnin Nakşibendî tari-katına mensup oluşu diğer tarikat men¬suplarından faydalanmasına engel olma¬mış, vahdet-i vücûd'cu mutasavvıfla¬ra âdeta hayran olarak onların eserleri¬ni şerh ve telhis etmiştir.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî ile İbnü'l-Fâ-rız tarafından işlenen ve vahdet-i vücû¬du esas alan tasavvuf anlayışı. XV. yüz¬yılda Doğu İslâm dünyasında bir hayli yayılmış olan ve Timurlular tarafından da himaye edilen Nakşibendiyye tarika¬tının tasavvuf anlayışı ile Câmî vasıtasıy¬la kaynaştınlmıştır. İbnü'l-Arabrnin Fu-şûşü-hikem" şerheden, daha sonra Nakşü'l-Fuşûş adıyla özetleyen, İbnü'l-Fârızın kasidesine şerh yazan, Mevlânâ'-nın Mesnevi"sindeki ilk iki beyti açıkla¬mak için bir risale kaleme alan, Fahred-dîn-i Irâkî'nin Lema'ât'mı Eşiccatü'l-Lema cât adıyla şerheden Câmî, öte yan¬dan Sühânân-ı Hâce Pârsâ gibi Nakşî şeyhleriyle ilgili bir eser yazmak sure¬tiyle Doğu ve Batı tasavvuflarının sen¬tezini yapmıştır. Câmî gibi cesur, ham¬leci, coşkun ve atak ruhlu kişiler saye¬sinde Nakşibendiyye tasavvuf tarihinin en değerli ürünlerini vermeye uygun bir ortam oluşturmuştur. Bu tarikattan söz edildiğinde akla hemen İmâm-ı Rabba¬ni geldiği halde onun kadar, belki de on¬dan daha ehemmiyetli bir şahsiyet olan Câmfnin unutulması, üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Zira bu¬gün Câmî. eskiden medreselerde oku¬tulan bir gramer kitabı {Molla Câmî) sa¬yesinde tanınmaktadır.
Câmî tasavvuf ve irfanın zor mesele¬lerini bir âlime yaraşır tarzda sade bir anlatımla açıklamış, bu mesleği en yük¬sek seviyede temsil etmiştir. Hâce Ubey¬dullah Ahrâr'ı anlattığı bölümün sonun¬da, "Hâcegân tarikatına mensup büyük şahsiyetlerin, bilhassa Bahâeddin Nak-şibend ve arkadaşlarının söz ve davra¬nışları ile tarikattaki metotları incelen¬diğinde bunların Ehl-i sünnet mezhebi akîdesine tamamıyla bağlı oldukları, şe¬riat ve sünnete uygun bir yol tuttukları açıkça anlaşılmaktadır"[60] diyerek bu konuda kendi görüşünü de ortaya koymuştur. Tasavvufun filozof ve kelâmcıların mesleklerinden daha üstün olduğunu söyleyen[61] Câmrye göre insanı ebedî saadete ulaştıracak şey ancak gerçek aşktır. Var¬lık alemindeki bütün oluş ve tezahürler¬de cilveleşen "aşk sultanfdır. Seven de sevilen de her mertebede Hakk'ın ken¬disidir. Mutlak aşk bütün mazhar*lar-dan parlamakta, her idrak ve şuurda be¬lirmekte ve kâinattaki her bir varlıkta Allah'ın birliğinin delilleri müşahede edil¬mektedir. Câmî, saf zihinleri bulandır¬mak isteyen sûfî kılığındaki cahillerden ateşten kaçar gibi kaçmak gerektiğine dikkat çeker[62] ve bunların tuzağına düşmemek için gerçek tasavvufun ve hakiki sûfînin özelliklerini anlatır.[63]
Eserleri:
Kaynaklarda Câmînin Farsça ve Arapça kırk beşin üzerinde eseri bulunduğu zikredilmektedir. Ancak bunla¬rın bir kısmı günümüze ulaşmamıştır. Eserlerinin konusunu tasavvuf, edebi¬yat, edebî ve dinî ilimler teşkil eder. Câ-mî, tasavvufa dair yazdığı müstakil risa¬le ve kitapları yanında tasavvufî görüş¬lerini bütün manzum ve mensur eserle¬rine serpiştirmiştir. Bu bakımdan eser¬lerinin konu itibariyle tasnife tâbi tutul¬ması oldukça güçtür.
A- Manzum Eserleri.
1- Divanları. Cârrrî, müstakil mesnevileri dışındaki kaside, terciibend. terkibibend, gazel, kısa mes¬nevi, kıta. rubâî ve muammalardan iba¬ret olan şiirlerini üç divanda toplamış¬tır. Ali Şîr Nevâî'nin arzusu üzerine bu divanların her birini yazıldıkları dönem¬leri belirtecek şekilde adlandırmış, bi¬rincisine oldukça uzun olmak üzere her üç divana birer mukaddime yazmıştır. Bu mukaddimelerde nesir ve şiir halin¬de ifade edilen sözün öneminden bah¬sederek nesir yazarlığı gibi şairliğin de asla vazgeçilmesi mümkün olmayan iş¬lerden biri olduğunu söylemiş, şiir ve edebiyatın değerini âyet ve hadislerden deliller getirmek suretiyle ispata çalış¬mıştır. Fâtihatü'ş-şeböb adını verdiği ilk divanı 884 (1479) yılında tertip edilmiş olup gençlik yıllarına ait şiirlerini, ertesi yıl düzenlediği Vâsıtatü'l-Cıkd adlı di¬vanı orta yaş şiirlerini ihtiva eder. Hâti-metü'l-hayât adıyla 896 (1491) yılında düzenlediği üçüncü divanı ise yaşlılık dö¬nemi manzumelerinden oluşmaktadır. Câmî, divanlarında çoğunlukla âşıkane gazeller olmak üzere şuur ve irfan kay¬nağından süzülmüş hikmetli öğütlerin yer aldığını, insanın dünya ve âhiretini telef edecek alçakların övgüsüne dair bir şey bulunmadığını, sultanlarla ilgili met¬hiyelerin gönül almak ve kendini beğen¬dirmek maksadıyla değil birer zaruret sonucu kaleme alındığını söyler[64] Câmî'nin divanları İran dışında İstanbul (1284 118671), Lek-nev (1876), Kanpûr (1890) ve Lahor'da (1933) basılmıştır. Divanların İran'da Hü¬seyin Pejman'ın önsözüyle yapılan bas¬kısında (Tahran 1317 hş.i Câmî'nin bütün şiirleri mevcut değildir. Hâşim Râzî'nin 302 sayfalık mukaddimesiyle birlikte Dî-vân-ı Kâmil-i Cami adıyla yapılan bas¬kı ise[65] Câmî'nin üç di¬vanını da kapsamaktadır. Divanların ol¬dukça eksik olarak Almanca'ya yapılan tercümeleri Leipzig (1855) ve VVien'de lisesi yayımlanmıştır.
2- Heft Evreng". Câmî'nin Silsiletü'z-zeheb, Selâmân ü Ebsâl, Tuhietü'l-ahrâr, Subhatü'1-ebrâr, Yûsuf a Züleyhâ, Leylâ vü Mec¬nûn, fjırednâme-i İskenderî adlı yedi mesnevisinden oluşan bir eserdir. Çeşit¬li yazma nüshaları bulunan eser Murta-zâ Müderris-i Gîlânî tarafından neşre-dilmiştir.[66]
3- Hadîs-i Er-ba'in. Çihl Hadîs diye de anılan bu ri-sâie, kırk hadisin Farsça manzum tercü-melerinden ibarettir. Eser Erba'în adıy¬la Tahran'da il295) taş basması olarak neşredilmiştir.[67]
4- Risâle-i Terceme-i Kelimât'i Kudsiyye. Hz. Ali'nin bazı söz¬lerinin manzum tercümeleridir.[68]
5- Risâle-i Şa-ğir der Mu'ammâ. 890 (1475) yılında yazılan eserin[69] Bihiştî Ramazan Efen¬di tarafından Şerh-i Manzume-i Mu¬amma adıyla yapılan Türkçe şerhi 977'-de (1569-70) tamamlanmıştı.[70]
B- Mensur Eserleri.
1- Nefehâtü'I-üns'.
Câmfnin, erkek ve kadın büyük sûfîle-rin hal tercümeleriyle tasavvufî terimle¬rin açıklamalarını ihtiva eden en Önemli eseridir. Birçok yazma nüshası bulunan eser. Lâmiî Celebi tarafından çeşitli ilâ¬velerle Türkçe'ye tercüme edilmiştir.[71]
2- Nak-dü'n-nusûs fi şerhi Nakşi'l-Fıışûs. Câ¬mî, Muhyiddin İbnü'I-Arabî'nin meşhur eseri Fusûsü'1- hikem' Nakşü'l-Fuşûş adıyla ihtisar etmiş, daha sonra Farsça olarak Nakdü'n-nuşûş adıyla şerhetmiştir. Önce Fusûşül-hikem'deki terimler¬le prensipler anlatılmış, daha sonra ese¬rin bölümleri belli bir tertibe göre şerhedilmiştir. Telifi 863 (1459) yılında ta¬mamlanan ve çeşitli baskıları olan eser[72] son ola¬rak W. C. Chittikk tarafından yayımlan¬mıştır.[73]
3- Şerhu Fuşûşü'l-hikem. Fusûsül-hikem'\n Arapça şer¬hi olup 896 (1491) yılında kaleme alın-mıştır. Eser, Abdülganî en-Nablûsî'nİn Şerhu Cevâhiri'n-Nusûş fi halli keli-mâti'l-Fuşûş adlı eserinin[74] kenarında basılmış¬tır.
4- Eşiccatü'l-Lemacâl. Şerh-i Le-macât olarak da anılan bu kitap. Fahred-dîn-i İrâkî'nin Lema'd adlı eserinin şerhidir. Câmî'nin Ali Şîr Nevâî'nin isteği üze¬rine yaptığı bu şerh 886 (1481) yılında tamamlanmıştır. Çok sayıda yazma nüs¬hası bulunan eser ayrıca Tahran'da ba¬sılmıştır (1353 hş)
5- Leva1 ih. Farsça seçili nesirle kısa makaleler halinde ya¬zılmış olup tasavvufî konulan ihtiva eden eserin 870 (1465) yılında telif edildiği sanılmaktadır. Birçok yazma nüshası bu¬lunan eser İstanbul (1312). Leknev (1880, 1936) ve Tahran'da (1312 hş.) neşredil¬miştir. Levaih, E. H. VVhinfield ile Mir¬za Muhammed Kazvînî tarafından Le-vâih Treatise oi Sufism adıyla İngiliz-ce'ye[75] ve sadece ilk bölü¬mü Türkçe'ye çevrilmiştir.[76]
6- Risâle-i Tehlîliyye. Kelime-i tevhid hakkında kaleme alınan bir risaledir.[77]
7- Sühânân-ı Hâce Pârsâ. Nakşibendî Şey¬hi Muhammed Pârsâ'nın eserlerindeki bazı sözlerden derlenmiş bir risaledir.[78]
8- Risale fi'1-vücûd. Varlığın mahiyeti ve Allah'ın varlığının ispatına dair bir eser olup[79] N. L. Heer tarafından Arap¬ça metni ve İngilizce tercümesiyle bir¬likte neşredilmiştir.[80]
9- Serrişte-i Ta-rîk-İ Hâcegân. Risale iî zikr adıyla da anılan eser, Nakşibendî esaslarına göre zikirden ve kulun bununla Allah'a yönel¬mesinden bahseder.[81]
10- Tefsîrü'I-Kurbân. Fâtİha'dan İtibaren Bakara sûresinin 23. âyetine kadar olan kısmın tefsiridir. Önsözünden anlaşıldı¬ğına göre Câmî Kur'ân-ı Kerîm'in tama¬mını tefsir etmeyi düşünmüş, ancak ese¬rini tamamlayamamıştır. 883 (1478) yı¬lından sonra telif edilen eserin bir nüs¬hası Süleymaniye Kütüphanesi'nde bu¬lunmaktadır.[82]
11- Risâ¬le-i Şerh-i Hadîs. Ebû Zer el-Ukaylî'nin rivayet ettiği bir hadisin şerhidir.[83]
12- Risale der Menâsikü'1-hac. Câmî bu eserini hacca giderken kısa bir süre kaldığı Bağdat'¬ta 22 Şaban 877[84] tarihin¬de tamamlamıştır. Bir girişle yedi bö¬lümden oluşan eserin son kısmı Arap¬ça'dır. Çeşitli kütüphanelerde[85] yazma nüshaları mevcuttur.
13- Şe-vâhidü'n-nübüvve. Peygamberliğin delilleri ve Hz. Peygamberin risâletinden, Ehl-i beyt, sahabe ve tabiînden başla¬yarak din büyüklerinin hayat ve fazilet¬lerinden bahseden eseri Câmî, Ali Şîr Ne-vâfnin arzusu üzerine 88S (1480) yılın¬da telif etmiştir. Nefehâtü'l-üns'ü ta-mamlar mahiyette olan kitabın henüz ilmî bir neşri yapılmamıştır. Hindistan (1279, 1288) ve Leknev'de (1876, 1882) ba¬sılan eseri Lâmiî Çelebi Terceme-i Şe-vâhidü'n-nübüvve adıyla Türkçe'ye çe¬virmiştir.
14- Bahâristân. Sa'dî'nin Gü-Hstân'\ örnek alınarak yazılmış Farsça ahlâkî ve edebî bir eser olup M. Nuri Gen-cosman tarafından aynı adla Türkçe'ye tercüme edilmiştir[86].
15- el-Fevâ'idü'z-Ziyâ^iyye. Hayatta ka¬lan tek oğlu Ziyâeddin Yûsuf için kale¬me aldığı bu eser, Çemâleddin İbnü'l-Hâ-cib'in ei-Kd/iye'sinin şerhidir. Telifi 11 Ramazan 897'de[87] ta-mamlanan ve Şerh-i Molla Câmî, Mol¬la Câmî veya sadece Câmî adlarıyla anı¬lan Arap gramerine dair bu eser. Türk medreselerinde son zamanlara kadar ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu şer¬hin de haşiyeleri yapılmış[88], Terceme-i Fevâ* idü'z-'Ziyâ' iyye adıyla Abbas Ku-1ı Sipihr tarafından 1282'de (1865) Fars¬ça'ya çevrilmiştir.[89]
16- Risale der cİlm~i Kâfiye. Risâle-i Kâfiye olarak da anılan eserde redif ve kafiyenin tarifin-den sonra kafiye ilmine ait terimler açık¬lanmaktadır.[90]
17- Tecnîsü'l-luğat. Cinas sanatı hakkında bir risale¬dir .[91]
18- Risâle-i Mûsiki'. Mûsiki nazariyatı hakkındaki bu eser 890 (1485) yılında kaleme alınmıştır.[92]
19- Kitâb-ı Sarf. Risâle-ı Sarf adıy¬la da anılan eser Arapça'nın sarfını Fars¬ça olarak açıklar[93].
20- Risâle-i MÜnşe'âi Çâmî'nin mektuplarından oluşan bir eser¬dir[94]. Beş bölüme ayrılan risalede Fars¬ça manzum mektuplar da yer almakta¬dır. Çâmî'nin, çağdaşı olan şeyh. âlim. sultan ve devlet ileri gelenlerine yazdığı bu mektuplar tarihî açıdan da önemli¬dir. Sadece Münşe^ât adıyla da anılan risale basılmıştır.[95]
21- Risâle-i Kübrâ der Mu"amma. Çâmî'nin muam¬maya dair yazdığı en büyük risale olup Rİsâle-i Evvel der Mu cammâ adıyla da anılmaktadır. [96]
22- Risâîe-i Mutavassıt der Mu'ammd[97]
23- Risale der Be-yân-ı Kavâcid-i Mu'ammâ.[98]
24- ed-Dürretii'l- iâhire. Kelâmcılar, felse¬feciler ve mutasavvıfların akîdelerinin mukayese ve muhakemesine dair oriji¬nal bir eser olup Fâtih Sultan Mehmed'in isteği üzerine 886 (1481) yılında Arapça olarak kaleme alınmıştır. Câmî bu ese¬rinde, asırlarca üzerinde tartışılan Al¬lah'ın varlığı ve birliği, sıfatlarının, ilmi¬nin, iradesinin mahiyeti, kelâmının ka¬dîm ve âlemin ezelî olup olmadığı gibi konuları ilmî usullere uygun olarak in¬celemiştir. ed-Dürretü'1-fâhire'n'm ilmî neşri, Abdülgafûr-i Lârî'nin şerhi ve İmâ-düddevle'nin Farsça'ya tercümesiyle bir¬likte N. L. Heer ve A. Musevî Bihbehânî tarafından yapılmış[99], ayrı¬ca Abdülgafûr-i Lârî'nin şerhiyle birlik¬te yine N. L. Heer tarafından İngilizce'¬ye çevrilmiştir.[100]
25- Şerh-i Mîmiyye~i Hamriyye-i Fârizıyye. İb-nü'1-Fârız'ın "Hamriyye" kasidesinin şer¬hi olup 875 (1470) yılında kaleme alın¬mıştır[101].
26- Serh-i Kaşi-de-i Td'jyye-i Fârizıyye. Aynı şairin "Tâ-iyye" kasidesinin şerhidir.
27- Risale der Serh-i Ruhâ'iyyât. Vahdet-i vücûd hak¬kındaki çeşitli rubâîlerin şerhi olup bir mecmua içinde basılmıştır[102].
28- Risâle-i Şerh-i Beyt-i Hüsrev[103]
29- Risâle-İ Şerh-i Beyteyn-i Meş-nevî-i Mevlevi. Mesnevi'n\n ilk iki bey¬tinin şerhidir[104]. Süleyman Neş'et tarafın¬dan yapılan tercümesi iTerceme-i Dü Beyt-i Mesneuî) basılmıştır.[105]
30- Risale ii'l-'aruz.[106]
31- Risale-i Fihrist[107]. Câmf'nin bütün eser¬lerinin isminin zikredildiği bu fihrist ha¬yatının son yılında hazırlanmış olmalıdır[108