Dede Korkut`un Torunu: Orhan Şaik Gökyay
ALTAN ALGAN – ÖZGÜN DURUŞ 01 Ocak 1970
Kendine has bir kişilik. Edebiyat alanında orijinal çalışmaları var. Şair,öğretmen,yazar ve eleştirmen.Türkolojinin efsane ismi.Dede Korkut``un torunu. Gökyay’ın Dedem Korkudun Kitabı adlı eseri bu alanda yazılmış -tartışmasız- en kapsamlı kitap. Kitap Dresden ve Vatikan yazmalarından aktarma ile öyküleri yayımlamakla yetinmiyor. Eseri tüm yönleriyle enine boyuna inceliyor. Kitabın halihazırda bulunduğu Dresden, Vatikan ve Berlin’deki orijinallerinin özellikleri, Türkçede ve yabancı dillerdeki baskılarının sıralanması, hikâyeleri referans alarak yeniden üretilmiş oyun, piyes, nazım tarzındaki eserler, sözkonusu destanlar aracılığıyla izlenebilecek, fikir edinilebilecek tarihsel olaylar, tarihi kayıtlar, Dedem Korkut Coğrafyası, hikâyelerde yer alan kişilerin özellikleri, dil ve üslup açısından eserin değerlendirilmesi, motifler ve törelerin incelenmesi, kıssalardan günümüze hisse olanlar, kaynakçalar, lugatçeler, dizinler vs tam teşekküllü bir çalışma…Merak, tecessüs, dikkat, enerji, sürekli araştırma, ihtiras derecesinde öğrenme gibi meziyetlere sahip olmakla beraber daha da önemlisi kendi kültürüne aşık ve ona herkesi aşık etmek isteyen bir edebiyatçı. İzzet Molla’nın "Kâşki sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan/sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa” beyti onu en güzel anlatan satırlardır desek yeridir.
Kimi için sadece "Bu Vatan Kimin" şiirinin şairidir. Özellikle az çok milliyetçi tahayyülden etkilenenler için. Gariptir, hiç bir şiiri ezberleyemeyen çoğu kişinin belleğinde, "Bu Vatan Kimin" şiirinin bazı mısraları farkında olmaksızın yer tutar. Eğitimde sözü edilen gizli müfredat bu olsa gerek. Öğretmekten hiç bıkmamış, hatta tam tersine öğrencilerle birlikte olmayı bir iksir gibi düşünmüş, bu yüzden de 1922 yılında öğretmenliğe başladığı yıldan ömrünün sonun değin öğreticiliğini sınıf içinde ve sınıf dışında sürdürmüştür. Sınıf önünde, mensur veya manzum neyi kıraat ederse, hem okuduğu eserin hem de kendisinin daha bir büyüdüğü hissedilirmiş. Tabii konuşurken, ders takrir ederken de, öğrencilerinde aynı duyguları uyandırırmış. Hâl ve hareketiyle, giyimi ve duruşuyla zarif ve vakur... Asla pantolon cebine sokmadığı elini ceketinin cebine değişmez bir tarzda yerleştirir, başını bir tarafa hafif eğerek takrir edermiş. Klas duruşlu bir adammış. Cumhuriyetin kimi yalanlarına kanmıştır. Kemalistlerin halifelik hakkındaki zokaları yutmuştur.Öğrencilerine şöyle anlatmıştır bunu: “ İngilizler, "Halife" sıfatını taşıyan bir zâtı başımızın üstünde
tutmak ve bunu, münasip saydıkları zamanda, bir çivi gibi beynimize çakmak istiyorlardı. Fakat biz, bu halifeyi atıp başka birşey yapmıştık.”
Kimi tarif etmeye çalışıyorum? Orhan Şaik Gökyay’ı tabii. Bunlarla mı tarif edilir bilemem. Ama aklıma ilk gelenler bunlar oldu. Düşünüyorum da, Orhan Şaik Gökyay’ı bir fikir adamı, bir hoca, bir şair ve bir araştırmacı olarak bütün bütüne,dört başı mamur bir biçimde anlatmaya çalışmak çok eksik kalmaktadır. Kimilerine göre o her yönüyle okyanus olduğu için bu zerrelerin kıymeti harbiyesi olmayabilir.Zerrelerden başlamaktan başka yolda yoktur bir bakıma…
Orhan Şaik Gökyay, 16 Temmuz 1902 tarihinde Kastamonu İnebolu``da dünyaya geldi. Babası Mehmet Cevdet Efendi ailesi ile birlikte 1876 yılında Filibe’den Türkiye’ye göç etti. Babası öğrenimini tamamlayınca kendisine meslek olarak ilkokul hocalığını seçti. Bolu’ya bağlı Göynük ilçesinde, daha sonra da Kastamonu’ya bağlı İnebolu’da öğretmenlik hayatına devam etti. Babasıyla daha çocukken hem cami hem de tekke olan Şeyh Merdan Efendi tekkesine giderek hem namaz kılar hem de hatmeye katılır. Eline konulan çakıl taşları sayısınca Şeyh Efendi’nin söylediği sureyi tekrarlar.Bu kimi zaman İhlas suresi olur kimi zaman Lailahe illallah.Mescitte kılınan namazlara da devam eder küçük yaşta hatimle kılınan Teravih namazıyla hem ilk hatmini tamamlar hem de Arapça’ya ünsiyet peyda eder.Zaten üniversite mezuniyet tezi de Arap şairlerden Abd beni-El-Hassas’ın divanı üzerinedir.Annesi Şefika Hanım da Filibelidir.Okur yazar bir ailenin kızıdır.Babası Rüstem Hoca olarak bilinen biridir çevrede.Yedi kardeşi vardır Orhan Şaik Gökyay’ın. Babası onun doğumunda şunları yazmıştır: “Oğlum Hüseyin Vehbi 9 rebiülahir sene 1320 Salı günü ve 2 Temmuz 1318’de dünyaya ayak basmıştır.Y üce Allah onu keremiyle iman, iyilik ve tuttuğu işlerde zaferle ve bol rızıkla rızıklandırsın. Çünkü Allah’ın bağışlaması ve rahmeti geniştir. Ve kendisini kamil,bilgin akıllı,abdestinde,nazmında,dindar,Celal,Cemal ve İkram sahibi yüce Allah’ın buyruklarını tutar, ulu Peygamber’in yolunda yürür,ansına,babasına itaatli kılsın ve onun sonunu önünden hayırlı kılsın”.
Orhan Şaik Gökyay``ın anlattığı hatıra, onun nasıl bir inanç muhitinde yetiştiğini gösteriyor: "Çocukluğum bir inanç ve şiir dünyasında geçmiştir. Evimizde daima elimizin altında bulunan kitaplardan biri Ahmediye öteki de Muhammediye adlı iki manzum eserdi. Bunlar hemen hemen her Müslüman evinde bulunan kitaplardandı. Eski kitaplardan üçüncüsü de Vesiletü``n-Necat yani Mevlid-i Şerif``ti. Kur``an-ı Kerim ise, ailece hiç birimizin elinden düşmezdi."
Hüseyin Vehbi’den Orhan Şaik Gökyay’a
Peki babasının Hüseyin Vehbi koyduğunu öğrendiğimiz bu oğulun adı niye değişti?Bunun sebebi Türkçülükten başka bir sebep değildir. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında her öğrencinin Türk adı alması hakkında bir genelge çıkartılır.Bu genelge doğrultusunda Hüseyin Vehbi adını Orhan olarak değiştirmiş,Şaik adını ise daha sonra çok sevdiği bir arkadaşının adından almış ve bu ismi mahkeme kararı ile nüfus cüzdanına işletmiştir. Soyadı kanunu ile Gökyay soyadını almıştır. Fakat nüfus kâğıdında adı Hüseyin Vehbi Şaik Gökyay’dır. Nedense bu bahisler onunla ilgili olarak düzenlenen toplantılarda pek ağza alınmaz..
İlköğrenimine Kastamonu`da Yarapçı okulunda başlayan Orhan Şaik Gökyay daha sonra yine aynı şehirde bulunan Nümune-i İptidai ilkokuluna devam etmiş ve bu okuldan mezun olmuştur. Ortaokula da Kastamonu`da başlamış fakat daha sonra ağabeyinin öğretmen olarak bulunduğu Aydın Sultanîsi`ne naklederek orada bir yıl süre ile okumuştur. Bu sıralarda Orhan Şaik`in ailesi malî sıkıntılar içinde olmasından dolayı öğrenimini 9. sınıfta yarım bırakmak zorunda kalan Orhan Şaik, ailesine yardım edebilmek amacı ile Kastamonu Özel İdaresi`nde Tarik kâtibi ve İstatistik Müdürlüğü`nde kâtip olarak çalışmaya başlar. Sıcakkanlılığıyla bir çok arkadaş edinen Orhan Şaik bulunduğu yöre dilinin bütün özelliklerini öğrenmiş, bu dil daha o yaşında bile Orhan Şaik Gökyay`ı heyecanlandırmış ve Türkçe’nin zenginliği ve inceliklerini sezinlemeye başlamıştır. Bunun yanı sıra daha sonra gerek edebiyat gerekse dil sahasındaki yazılarında görülen geniş bakış açısını oluşturacak birikimini de bu yıllardaki
ilişkilerine kadar uzatabiliriz. O bu yıllarda şimdilerde unutulmaya başlanan halkın geleneklerini ve âdetlerini tanımıştır. Meselâ dikenli çalıları yakıp üzerinden atlamakla kendilerini boy abdesti almış saymaları gibi. Bir başka âdet ise çocukların çabuk yürümelerini sağlamak için annelerinin Cuma günleri camiye gelerek kapıda namazdan ilk çıkan kişinin iple ayakları bağlı olan çocuğun ayaklarındaki ipi kesmesini istemeleri idi. Böylece çocuğun çabuk yürüyeceğine inanılırdı. Bu aynı zamanda bir oyun gibi idi. Orhan Şaik bu oyunu çok sever ve camiden ilk çıkan da o olurdu. Orhan Şaik Gökyay daha sonra Ankara Darülmualliminine (Öğretmen Okulu) girmiştir. Yıl 1922, İstiklâl Harbi devam
ediyor. Herkes heyecanlı ve tedirgin. Tarih öğretmenlerinden, Vasıf Çınar, Ulus`ta düzenlenen toplantılarda heyecanlı ve ateşli konuşmalar yapıyor. Derslerde de aynı heyecanı sürdüren hocası, Orhan Şaik`i oldukça etkilemiştir. Orhan Şaik işte bu sıralarda
İstiklâl Harbi`nin de uyandırdığı ruh hali içinde İzmir`e dair ikinci şiirini kaleme alıyordu. Şiirin konusu İzmir`in işgali ile ilgilidir. Adı İzmir`in Rüyası... Bu şiir sadece bir gün çıkarılan İzmir`e Doğru adlı gazetede yayımlanmıştır. Şiir kısa sürede etkinliğini göstermiş ve İzmirli bazı milletvekilleri Orhan Şaik`i tanımak üzere çağırmışlarsa da Orhan Şaik bu çağrıya nedense cevap vermemiştir.
Teneffüslerde Cirit Atan Hoca
Orhan Şaik Gökyay Ankara Darülmuallimini 1922 yılında bitirerek çok sevdiği öğretmenliğe başlamıştır. İlk atanması Giresun`da halk arasında Abdal adıyla tannan Piraziz nahiyesine yapıldı. O yıllar Türkiye savaş içinde olduğu için kimsede para yoktur. Bu sebeple pek çok kişi gibi Orhan Şaik de Öğretmen Okulu`ndan verilen okul elbiseleriyle görev başı yapmıştır. O sıralarda öğretmene aylığını devlet ödemiyor, her şehir kendi bütçesinden ödeme yapıyor, kimi zaman da ödeme miktarı şehirden şehre değişebiliyordu. Önce Çankırı`ya tayini yapılan Orhan Şaik Gökyay hocası Giresun`da maarif müdürü olduğu için oraya gitmeyi tercih etmişti. Orada geçirdiği öğretmenlik yıllarını hiç unutamamış, hep coşkuyla anlatmış, "Ben galiba sevmeyi orada öğrendim" demiştir. O yıl, Orhan Şaik, 20 kadar öğrencisi ile birlikte ilk öğretmenlik yılının mutluluğunu yaşamış, hatta o yılın yazında öğrencileriyle birlikte yaylaya çıkmıştır. Bu öğretmenlik yılından Orhan Şaik`in hatırladığı bir öğrencisi Naim Tirali`nin babası Ahmet Tiralioğlu Beydir. Bu okulda sadece bir sınıf, bir de muallim odası mevcuttu ve öğretmen de muallim odasında halkın temin ettiği yatakta yatıp kalkıyordu. Yemekler mükemmel ve mükellef olarak yine halk tarafından gönderiliyordu. Bu yıldan öğrencisi olan Ahmet Tiralioğlu, 62 yıl sonra Orhan Şaik`i ziyaret etmiş, hoca-öğrenci ilişkisi böylece 4 yıl daha devam etmiştir. 1923 yılında Orhan Şaik, öğleden sonraları Fransızca öğretim yapılan Samsun İstiklâl Nümune-i İptidaîsi`ne nakledilmiş, burada geçen iki öğretim yılında da öğrencilerle çok iyi anlaşmış, onlarla "teneffüs"lerde oynamış, yazlan da "cirit" atmıştır. 1924 yılında Balıkesir`e bağlı Hacı İlbey Umumî İptidaîsi`nde iki yıl öğretmenlik yapar. Balıkesir`de bulunduğu sırada Balıkesir Askerlik Şubesi Kalem Reisliği`nde kısa hizmetli (hizmet-i maksureli) olarak askerlik hizmetini de yapmıştır. Bu süre içinde okuma-yazma bilmeyen erlerin mektuplarım da aynen onların söylediği biçimde kaleme alan Orhan Şaik, halkın dilini daha zengin bir biçimde öğreniyor ve öğrendikleri kendisini daha çok öğrenmeye ve bu öğrendiklerini bir kalıba dökmeye zorluyordu. Edremitli Ruhi Naci`nin desteği ile Çağlayan adlı bir aylık dergi çıkarmaya başlamıştır. İçinde Mehmet Akif’in, Tokadîzâde Şekib`in ve Hasan Basri Çantay`ın yazılarının da yer aldığı bu dergi onun Balıkesir`den ayrıldığı tarih olan Mayıs 1926`ya kadar aksamadan çıkmaya devam etmiş ve on beş sayı sonra kapanmıştır. Tabir caizse Orhan Şaik`in içindeki öğrenme hırsı volkan gibi kaynıyordur.. Daha çok bilmek, daha çok öğrenmek ve öğretmek istiyordu. Buna "Bu bir hırs olamaz, ancak aşk olabilir" diyordu kendisi. Bu dayanılmaz arzu ile Balıkesir`den ayrılmış ve liseyi bitirebilmek amacı ile Kastamonu`ya gelmiştir. Kastamonu Lisesi son sınıfına imtihanla kabul edilen Orhan Şaik 1927’de liseden mezun olmuş ve aynı yıl İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesine kayıt yaptırmıştır. Aynı zamanda Yüksek Öğretmen Okulu imtihanını da kazanan Orhan Şaik bundan sonraki öğrenimini hem üniversitede, hem de Yüksek Öğretmen Okulu`nda sürdürecektir. Kastamonu`daki öğrencilik yıllarında sınıf
arkadaşlarından birinin Arif Nihat Asya olduğunu da belirtelim burada.
Köprülü Mülakatı ve Schacht`ın Fıkıhla İlgili Makalesi
Üniversitede dersler başlamadan öğrencilerle yapılan bir mülakatta Fuat Köprülü`yü tanıyan Orhan Şaik başlangıçtan itibaren bu hocasından çok etkilenmiş ve bu etki bütün öğrencilik yıllarında devam etmiştir. O sırada fakülte dekan olan Fuat Köprülü ile mülakat 1927 yılının yaz ayında çok sıcak bir güne rastlamıştır. Dört öğrenci mülakat için Köprülü`yü bekliyordur: Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay, Pertev Naili Boratav ve Ziya Karamuk. Mülakat sırasında herkes birbirini dinliyordur. Fuat Köprülü öğrencileri tanıdıktan sonra özellikle hep aynı soruyu soruyordur : Hangi dili biliyorsunuz? Diğer üç öğrenci Köprülü`ye İngilizce, Fransızca gibi cevaplar vermiştir. Orhan Şaik ise, herhangi bir dili tam anlamıyla bilmediğini, yalnız Almancayı lise bilgisi seviyesinde anladığını ifade eder: Orhan Şaik bunu bir öğrencisine şöyle anlatır: “Mülakat sırası bana gelince bana da hangi dili bildiğimi sordu. Hiç düşünmeden "Almanca" dedim. Mülakattan sonra dördümüz de Yüksek Öğretmen Okulu`na kabul edildik. Dersler başlar başlamaz yani iki ay sonra Köprülü bana Schacht`ın fıkıhla ilgili Almanca bir makalesini vererek Türkçeye çevirmemi istedi. Ağır bir dille yazılmış olan bu makaleyi çevirebilmek için bakmadığım sözlük, sormadığım öğretmen kalmadı. Çok yoruldum ama işin içinden yüzümün algıyla çıktım ve tercümeyi Köprülü`ye teslim ettim. Bundan bir kaç ay sonra bana tekrar Almanca bir makale vererek, bu makaleyi daha evvel bir başkasının tercüme ettiğini fakat iyi yapamadığını söyleyerek benim yapmamı istedi. Demek daha evvelki tercümemde muvaffak olmuştum. Buna çok sevinerek makaleyi tercüme etmek üzere aldım. Başkalarının istismar olarak aldığı bu şey gerçekte benim Almancayı öğrenmem için çok büyük teşvik oldu."
O zamanlar Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü`nde tam bir hocalar koleksiyonu vardır dense yeridir. Türk Dili Ragıp Hulusi, Garp Edebiyatı Yusuf Şerif Bey, Arap Edebiyatı, O. Rescher, Şerhü`l-mütûn Ali Ekrem Bolayır, Türk Tarihi Zeki Velidi Togan, İran Edebiyatı Tarihi Ferit Kam, İçtimaiyat İ. Baltacıoğlu ve Türk Edebiyatı Tarihi Fuat Köprülü tarafından okutuluyordur. Fuat Köprülü derslerini Türkiyat`ta yapıyordur. Yüksek Öğretmen Okulu`nun yeri Zeynep Hanım Konağı (bugün İ.Ü. Fen ve Edebiyat Fakültelerinin bulunduğu yer) idi. Orada yatılıp kalkılıyor, gündüzleri ise üniversiteye derse gidiliyordu. Dersler dışında Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü`nde daha birinci yılda öğrencilere "travay" adı altında, bir konu üzerinde araştırmalar veriliyordu. Orhan Şaik Gökyay`m ilk travayı 15. yüzyıl şairlerinden Ahmet Paşa`nın divanındaki gazeller üzerine bir çalışma, ikinci travayı ise yine 15. yüzyıl şairlerinden Uzun Firdevsi adıyla tanınan Firdevsî`nin Kutbnâme adlı mesnevi nazım biçimiyle yazdığı eseri üzerine olmuştur. Böylece Orhan Şaik Gökyay daha öğrenciliğinin ilk yıllarında yazma eserlerin içine girmiş ve edebî eserlerin problemleri üzerine düşünmeye başlamıştır. Aslında metinler şerhi dersini, Namık Kemal`in oğlu Ali Ekrem Bolayır`dan görürler.Ama onun derslerini verimsiz bulur. Yakın arkadaşı olan Ziya Karamuk`la birlikte haftada bir akşam Ferit Kam`ın evine giderek ondan bir şeyler öğrenmeye çalışmışlardır. Orhan Şaik, arkadaşı Ziya Karamuk`la birlikte Fuzulî, Bakî, Nefî ve Nedim Divanlarını baştan sona okumuştur. Divanları ilk kez eline aldıklarında pek çok meseleyi halledememişler ve kendi kopyalarının sayfalarına soru işaretleri koymuşlardır..
Ünlü Oryantalistlerle Tanışması.
1928-29 yılında Menzel ile Teaschner İstanbul`a gelince kendilerine Türkçe dersleri verecek birini aramışlar, Fuat Köprülü Orhan Şaik Gökyay`ı tavsiye etmiştir. Bundan böyle, daha sonraları da dışarıdan gelen oryantalistlere ders vermeye devam etmiş pek çok yabancı Türkolog ve tarihçiyle daha öğrencilik yıllarında arkadaşlık kurmuştur. Bir ay kadar İstanbul`da kalan bu iki bilim adamına ders dışında da eşlik eden Orhan Şaik onlarla İstanbul`u gezmiş ve orta oyununa gitmiştir. Bunlardan Prof. Paul Wittek ile olan ilişkisi Peçevî tarihini okumakla başlamış, bu ilişki arkadaşlığa dönüşmüş ve Prof. Wittek`in ölümüne kadar devam etmiştir. Orhan Şaik, Wittek`le olan çalışmalarım şöyle anlatır :"1928-30 yıllan arasında Prof. Paul Wittek`le Peçevî okuduk. Haftada bir gün Cihangir`e onun Müdür Muavini olduğu Alman Arkeoloji Enstitüsü`ne gidiyordum. Peçevî Tarihi`ni okurken kendim de pek çok şey öğrendim. Metinde geçen Slav kökenli kelimeler gibi. Ayrıca kitabeler üzerinde de birlikte çalışıyorduk. Ben ondan dikkat öğrendim. Benim mezuniyetimden sonra, benden Evliya Çelebi`deki kitabeleri çıkarmamı istedi. Bu çalışmam karşılığında bana 200 marklık bir çek gönderdi. Hayatımda ilk kez çek ve mark görüyordum. Bankayı da belki ilk kez gördüm.``
Orhan Şaik mezun olup Kastamonu`ya giderken Evliya Çelebi`nin
o güne kadar yayınlanmış olan ilk o cildini böylece taramıştır.
Londra`da iken tanıştığı British Museum`un o zamanki Şark Yazmaları Bölümü`nün müdürü olan G.M. Mcredith-Owens ile yakın arkadaşlık kurmuş, Meredith-Owens`in Ayık Çelebi Tezkiresi`nin tıpkıbasımım hazırlamasını desteklemiş ve karşılaştığı güçlükleri çözmekte kendisine yardımları olmuştur. Bu örnekler bile Orhan Şaik Gökyay`ın üniversite yıllarının nasıl dolu ve hareketli geçtiğini, daha öğrencilik yıllarında bir bilim adamı gibi dikkatli ve düzenli çalışmaya alışmıştır. Orhan Şaik Gökyay`ın mezuniyet tezini hazırlamak için seçtiği konu çok ilginçtir. Bunda çocukluk yıllarının etkisi olduğu muhakkak. .Sonra Şerafettin Yaltkaya ve İsmail Saib Efendi`nin de bu tezi seçmesi üze-etkileri olduğu muhakkaktır. Zira Orhan Şaik, tez konusu Türk edebiyatından bir konu seçmiyor. Arap edebiyatından Abd benî el-Hashas`ın Divanı üzerine bir çalışma yaparak Edebiyat Fakültesi`ni 15 Ekim 1930 yılında bitirmiştir.
Orhan Şaik Gökyay 29.3.1931 yılından 13 Temmuz 1967 yılına kadar çeşitli liselerde. Eğitim Enstitüsü`nde, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi`nde edebiyat dersleri vermiş ve yaş haddindenemekliye ayrılmıştır. Fakat öğrencilerle ve edebiyat dünyası ile ilişkisini hiç kesmediği için ona giden herkese yardım etmiş, bu konularda kimi doktora öğrencilerine de katkıda bulunmuştur. İleri yaşına rağmen hiçbir şekilde sağlık üzerine konuşmaz,
kendisine "Nasılsınız Hocam?" diye sorulunca "Her zaman olduğu gibi daima çok iyi. Sen de iyi misin?" diye cevap verir. Demek ki, hoca olmak, her zaman "Orhan Bey" olmak değil
Gerek edebiyat, gerekse üniversite çevrelerinde Orhan Hoca’nın n bu özellikleri takdirle karşılandığı gibi kendisinden daha çok yararlanılması amacı ile 1983 yılında Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne öğretim görevlisi olarak atanmış, Türkoloji ve Tarih öğrencileriyle baş başa olmak, onlara bir şeyler öğretebilmek, kendi deyimi ile, onlardan bir şeyler öğrenmek Orhan Şaik Gökyay`ı çok mutlu etmiştir. Bu görevi kabul ettiği yıl 81 yaşında olan Orhan Şaik Gökyay 1987 yılında görevinden ayrılmış fakat 1988 yılından itibaren Mimar Sinan Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyat Bölümü`nde ders vermeye başlamıştır. ABD’deki Princeton Üniversitesi, 1984’te iki ciltlik bir eser hazırlayarak ona ilk bilim armağanını sundu. Bu toplantıda Bemard Lewis onun hakkında bir konuşma yapmıştır.1988’de Türklük Bilgisi Araştırmaları Dergisi’nin 6. ve 7. sayıları ‘Gökyay` a Armağan’ olarak çıktı. 1989’da İstanbul Üniversitesi tarafından kendisine fahri doktorluk diploması verdi. 1991’de Devlet Sanatçısı unvanı ile ödüllendirildi. Değerli kitaplardan oluşan kütüphanesini 1984’te kurulan Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Kütüphanesi’ne bağışladı.Prof. Dr. Günay Kut, onun eserlerini “şiirleri, makaleleri, telif kitapları ve çevrileri” olarak dört bölümde inceledi. Bu çalışma, 1989’da yayımlandı. Yetmiş yılık öğretmenlik hayatında binlerce öğrenci yetiştiren Orhan Şaik Gökyay, 2 Aralık 1994 tarihinde vefat etti ve cenazesi ertesi gün Üsküdar`daki Nakkaştepe Mezarlığı`nda toprağa verildi. Orhan Şaik Gökyay`ın vefatının ardından Murat Bardakçı, Hoca`nın Destursuz Bağa Girenler adlı kitabına atıfta bulunarak kinayeli bir şekilde `Bağın bekçisi öldü, artık bağa destursuz girilebilir.` demişti.
Devletin gadrine uğramasına rağmen çalışmalarını sürdürmüştür Orhan Şaik Gökyay. Bir ara öğretmenlik görevinden alınmıştır. Başta Nihal Atsız olmak üzere 34 kişilik bir grupla İstanbul 1 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi`nde Irkçılık, Turancılık davası adı verilen davada yargılanmıştır. Çok sevdiği öğrencilerinden, eşinden ve toplumdan uzak 11 ay geçirdikten sonra beraat etmiştir. Bu süre içinde de hayat anlayışını değiştirmeyen ve hiçbir şekilde bedbinliğe düşmeyen Orhan Şaik Gökyay, 15. yüzyılın önemli kaynaklarından olan Mercimek Ahmed`in Kabusnâme çevirisini Milli Eğitim Bakanlığı adına baskıya hazırlamış, Brockehnann`m İslâm Devletleri Tarihi adlı eserini Türk Tarih Kurumu için Almancadan Türkçeye çevirmiştir. Ama bu eser yayımlanmamıştır.
Yürümek ve seyahat etmek âdeta onda bir çocuk heyecanı ve sevinci yaratır. Okumak ve yazmak, kısacası çalışmaktan sonra hayatının en büyük zevki seyahat ve yürüyüş yapmaktır. Aslında bir halk çocuğu olan Orhan Şaik Gökyay`ın sıcacık ve yumuşak yüreğinin yanısıra dayanıklı, güçlükleri kolaylıkla aşan bir bünyesi vardır. Uykusuzluk, yorgunluk veya rahatının kaçması onu hiç etkilemez, kendini o sıradaki seyahatin havasına kaptırır.
Bu uzun ömrü Orhan Şaik Gökyay’ın "Arkamdan Ağlayanlara" adlı şiirinden dizelerle bağlayalım.Orhan Hoca bu şiirinde: "Sizden ayrılırken ağlayamadım / Gözlerim kurudu bir pınar gibi / Nasıl oldu ben de anlayamadım / Bu ayrılıkta bir düğüm var gibi.... / Susun, göz yaşınız boşa akmasın, / Benim de gözümde hasret eridi. / Sevdiğim varsa hiç o da takmasın, / O beyaz alnına matem şeridi." diyordu. Bu şiirin son mısraı "Yalnız unutulmayayım, ah unutulmayayım..." diye bitiyordu.
Herkes onun hayat anlayışına, yaşama, sevincine, çalışma gücüne, iyimserliğine, nüktelerine hayrandır. Ben ise çalışma gücüne, eserlerine ve vâkıf olduğum nüktelerine hayranım sadece. Tabii ki nüktelerinin hepsini bulmak imkânsızdı. Ona belki asrımızda nadir rastlanan bir efsane adam demek daha doğru olacaktır.