« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

13 Oca

2014

Ne kaybedildiğini ah bir bilseniz

Ekrem Dumanlı 01 Ocak 1970

Önce bir fıkra: Adamın biri iki kolunu da beline hilal gibi dayamış yürüyor. Dalgın, hayaller içinde...
Bu durum genç bir delikanlının dikkatini çekiyor, adamı takip ediyor. Nereye gitse aynı hâlde. Adam otobüse biniyor ama pozisyonunu değiştirmiyor. Genç, nihayet merak içinde yaklaşıp soruyor: “Abi kollarını neden böyle tutuyorsun?” Adam derin bir uykudan uyanmışçasına sağ koluna bakıyor ve hayretini şu kelimelere döküveriyor: “Yahu bu karpuz ne zaman düştü koltuğumun altından?” Bir de sol koluna bakıyor ve şöyle diyor: “Eee? Kol kola yürüdüğüm dostlar nerede?” Türkiye’nin son birkaç yıllık serencamesi aynen yukarıdaki fıkra gibidir. Koltuğumuzun altından düşen nimetler ve kaybedilen dostlar...
Üç beş yıl geriye gidin lütfen. Türkiye, sadece kendi bölgesinde değil, yeryüzünde parlayan bir yıldız görüntüsü veriyordu. O ışıltının sebepleri vardı kuşkusuz: Temel insan haklarının genişletilmesi, demokratik standartların yükseltilmesi, evrensel hukuk çıtasının ülke ufkuna yayılması, hür teşebbüsün içerden ve dışardan garanti altına alınması... Türkiye’yi büyük bir devlet olmaya namzet kılan bu tür süreçlerdi.
Sosyal hayatın her kesiminde demokratik bir ittifak vardı. Hatta öteden beri ‘Milli Görüş gömleği’nden çekinen ve tereddüt geçiren en uç noktadaki kitleler bile demokrasi yürüyüşüne katılmıştı. Ne var ki 2010’dan bu yana çok belirgin bir şekilde toplumun neredeyse bütün kesimleri ile bir kavgaya tutuşuldu. Azarlamalar, küçümsemeler, dışlamalar, ötekileştirmeler… ‘Milli Görüş gömleğini’ çıkarmaya gerek yoktu. Önemli olan, gömleğin üzerine yeni giysiler giymekti. Her yeni kostüm bedene oturdukça dışardan katılmalar oldu ve Türkiye her alanda mesafe kat etti.
Heyhat! Tarihî tekerrürlerin ibret dolu levhaları bir kez daha karşımıza çıktı ve sırtını millete dayamak ya da kutsanmış devletin bir parçası olmak arasında pek hazin bir sınav yaşandı. Ve maalesef devlet gücünün getirdiği hükümranlık en uzaktan en yakına kadar herkesi tedirgin etti. Zor zamanda var gücüyle destek çıkanlar bile gelinen noktada endişe duymaya başladı. Liberaller, demokratlar, solcular, sağcılar, Aleviler, etnik gruplar, tarikatlar, cemaatler, sivil toplum kuruluşları… Hepsi de ülkemizin içe kapanan ve güce tapınan bir çizgiye savrulmasından korktu. Herkesi kucaklayan, herkesin temel hak ve özgürlüklerini garanti altına almaya çalışan ilk dönem özlenmeye başladı. Anayasa başta olmak üzere hiçbir temel reform yapılamadı, Türkiye içine kapandı, hatta parti içinde bile çelik çekirdekler oluştu...
Sıkıntılar sadece ülke içinde yaşansaydı Türkiye kendi iç dinamizmiyle, sabır ve tahammül gücüyle bu zorlukların üstesinden gelirdi. Maalesef Avrupa Birliği’nden (AB) kopuş Türkiye’yi radikal bir noktaya savurdu. AB üyesi bazı ülkelerin de suçu büyük bu savrulmada. Suriye için yapılan diplomatik hesaplar hem büyük bir hayal kırıklığına dönüştü, hem de Türkiye’nin başına büyük gaileler açtı. “Üç gün, bilemedin, beş gün içinde devrilir...” diye bakılan Beşşar Esed üç senedir yüz bini aşkın insanı katletti, iki milyondan fazla insanı yurdundan yuvasından ederek muhacir hale getirdi. Üstelik Rusya, İran ve Çin ile diplomatik ilişkilerini bir baraja dönüştürdü ve Türkiye’nin karizmasını defalarca çizdi. Esed gitmedikçe atılan her adım karşı adımlarla bertaraf edildi ve acziyet gizlenemez hale geldi. Mısır’da da yanlış yapıldı. Elimizde olmayan imkanlar varmışçasına, uluslararası etkinliğimiz sınırsızmışçasına üst perdeden seslendirilen tavır Türkiye’yi yalnızlaştırdı, içine kapanmaya mecbur etti.
Türkiye bu badireleri aşabilir mi? Elbette aşar. Yeter ki ortak akla, ortak vicdana yeniden başvursun. Herkesi kucaklayan, her farklı fikre değer veren, her eleştiriden hikmet devşiren o ilk zamanlardaki dinamizme dönsün.
Demokratik çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi değerler bugünkü iktidarı büyük kitlelere sevdirmiş, dünyaya da örnek hale getirmişti. Şimdi herkes o günleri de özlüyor, o günlerdeki özgürlükçü ve kucaklayıcı Başbakan Erdoğan’ı da. Demokratik standartları yükseltmek, hukuku eşit yurttaşların güvencesi halinde yaşatmak, burnunun ucunu bile görmeyen içerdeki goygoycuların dar çerçevesiyle değil, çağları aşan ufuk ötesi bir perspektifle meselelere yeniden yaklaşmak gerekiyor. Aksine tercih edilen yol sürdürülemez, dünyaca kabul edilemez, toplumca benimsenemez. Sonra bir gün kolunuzdaki karpuzların tek tek düşüp kırıldığını, kol kola yürüdüğümüz dostlarımızın tek tek ayrıldığını görür hüzne boğulursunuz. Ve maalesef o hüzün sadece bir partiye, bir camiaya, bir ideolojiye, bir kitleye münhasır kalmaz, güzelim Türkiye zarar görür…
‘Paralel devlet’e de hayır, ‘Parti devleti’ne de
Birileri sabahtan akşama tezvirat yaparak “paralel devlet”ten bahsediyor. Devlet hizmetinde çalışan insanların kültürel kimliğinden hareketle ya da ideolojilerini bahane ederek böyle yaftalamaları kabul edilebilir değil. İnsanlar Alevi’dir, Sünni’dir, cemaate sempati duyar, tarikata katılır, sağcı olur, solcu olur... Önemli olan işyerine girdiğinde amirlerinin verdiği işi doğru yapmasıdır. Görevini ihmal ederse kanuni süreç bellidir; inceleme yapılır, soruşturma açılır... Sen şu görüşe sempati duyuyormuşsun diye insanları fişlerseniz anayasal suç işlemiş, insanlara zulmetmiş olursunuz. 28 Şubatçıların yaptığı zulüm de tastamam bu idi. Bugün benzer bir metodun kullanılması asla kabul edilemez. Bir kişi devlet hiyerarşisini aşıyor, başka yerlerden talimat alıyorsa bunu ispat eder ceza verirsiniz. Somut bir delil olmaksızın atılan her adım cadı avıdır ve tarih bunun hesabını mutlaka sorar.
Çok ilginç; paralel devlet diye suçlamalar yapanları dinlediğinizde yeni bir paralel devlet projesi ile karşı karşıya kaldığınızı anlıyorsunuz. Bu resmen parti devletidir. Aynen tek parti yönetiminde olduğu gibi her şeyi partiye havale etmek, il ve ilçe teşkilatları, kadın ve gençlik kollarının karar mekanizmasında etkin rol oynamasını sağlamak, bir çeşit parti devleti özlemini çağrıştırıyor. Konuşmalardan çıkan sonuç bu! Eminim AK Parti tabanı da İsmet Paşa zamanından kalma 1940’ların parti devlet modeline razı olmaz, olmayacaktır.
Türkiye’nin ne paralel devlete, ne de parti devletine ihtiyacı var. Alelacele uydurulmuş kavramların istikbale yansıyan mahzurlarını anlamak için ‘Aynştayn’ olmaya gerek yok. Türkiye’nin daha çok demokrasiye, daha çok özgürlüğe ihtiyacı var; gerisi palavra…
Devlet tağut mu, mabud mu?
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, tarihe geçecek skandal bir cümle kullandı. “Allah şirk, devlet şerik kabul etmez.” deyiverdi. Hem ayıp hem yanlış. Aylardır bu endişe dile getiriliyor, devletin tanrılaştırılması ile girilen yolun korkunç hatalara sebep olacağı söyleniyordu. Ne var ki tevhid akidesine yürekten inanan insanlar bu başkalaşmaya ihtimal vermiyordu. Buyrun, manzara ortada.
Entelektüel birikimi ile hep takdir toplamış Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bile “devlet geleneğimiz” olduğunu “devlet için evlatların bile feda edildiğini” ballandıra ballandıra anlatıyor. Hiç kimse çıkıp da sorgulamıyor: Değerli hocam ne diyorsunuz Allah aşkına! Günlerdir evlatların feda edilmesini, kardeş katlini, ‘ürpertici devlet refleksi’ni konuşuyoruz. Bu devlet geleneği kutsaması ile demokrasinin ne tür bir ilişkisi var, derin ve kirli devletten tevarüs alınan kriterler mi devreye girdi, diye sormak gerekiyor.
Modern dünyada devlet, geçirdiği değişim ve tecrübe sürecinin tabii sonucu olarak paydaşlarla yönetilen bir mekanizmadır. Halk vergi verir, devletten güvenlik, adalet ve hizmet ister. Sadece talep etmez, denetler, eleştirir, alternatifler sunar, yönetime katkıda bulunur. Devleti Tanrı, insanları da onun kulları gibi görürseniz İslam’ın devlet anlayışına da modern devlet tecrübesine de ters düşersiniz. Devletin sahibi millettir; milletin her bir ferdi, sadece oy vererek değil, yönetimin her aşamasına (kanunlar çerçevesinde) dahil olarak devletten hesap sorar. Sivil toplum da bunun içindir, medya da, yargı da. Hatta devletin kendi iç mekanizmaları da (ombudsmanlık gibi, Sayıştay gibi) devleti denetler ki tekebbür ve orantısız güç olmasın. Daha ötesi devlete uluslararası kurum ve kuruluşlar da (AB gibi, AİHM gibi) çekidüzen verir. Ve siz o kontrol sistemini kabul etmek suretiyle şeffaf ve demokratik bir ülke unvanını kazanırsınız. Hal böyleyken “Allah’a şirk, devlete şerik koşulmaz” denmez. Daha da ötesi, devlet soyut bir kavram, bir aygıttır. Dolayısıyla bu aygıtın kutsanması, aslında onu kullananların dokunulmaz kılınmasıdır.
Son sözü bin yıl önce Müslüman Türk devlet geleneğinin teorisyeni olan Nizamü’l Mülk’e verelim en iyisi: “Küfür ile belki amma, zulüm ile abad olmaz devlet.”
Gel de kahrolma...
Bazı dost ve kardeş medyada yer alan ifadelere bakınca gerçekten büyük üzüntü duyuyorsunuz. Sosyal medyadaki ne idüğü belirsiz saldırılardan bahsetmiyorum; gazetelere yansıyan, editör eli değmiş evrak-ı perişandaki vahşi tarzı kastediyorum. Bir arkadaşıma rica ettim; uzun zamandan beri devam eden bu hakaretamiz; hatta bazen küfürbaz gazeteciliği derlemeye başladı. Yalan haberleri de. İftira dolu bilgileri de. Alt alta yazınca karşıma korkunç bir tablo çıkıyor ve bizim gazete çok beyefendi kalıyor. Kalsın n’apalım. Sarf edilen sözler tarihe geçecek, birileri bir gün mutlaka çok utanacak; hatta belki de helalleşmeden öbür aleme kalacak yalan ve iftiranın hesabı kendilerinden sorulacak. İtiraf etmek zorundayım ki 28 Şubat’ta da, 27 Nisan’da da, Ergenekon’da da hiç bu kadar nezaket dışı ifadeler görmemiştik. Adamlar bizimkilerden daha beyefendi çıktı. Gel de kahrolma!

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 12707

ulkucudunya@ulkucudunya.com