« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Oca

2014

'Parti Devleti' olma yolunda...

Adem Yavuz Arslan 01 Ocak 1970

Türkiye uzunca bir zamandır 'başkanlık sistemi'ni tartışıyor.

Siyasi atmosfer sistem değişikliğine 'şimdilik' imkân tanımadı. Ancak uygulama başkanlık sisteminin de ötesine geçti.

Yaklaşık 3 yıldır fiilen başkanlık sistemiyle yönetilen Türkiye, son dönemde daha da uç bir noktaya savruldu.

Maalesef, Türkiye adım adım 'Parti Devleti' olma yolunda ilerliyor.

Siyasi Partiler Kanunu ve Meclis İçtüzüğü ile Anayasa'dan kaynaklanan problemler nedeniyle Parlamento'da çoğunluğu elinde bulunduran iktidar fiilen yasamayı da emrine alıyor.

AK Parti'nin temel taşlarından Abdullah Gül'ün Köşk'e çıkmasından sonra adeta 'tek adam' yönetimine giren AK Parti'nin 'ustalık dönemi'nde ise yasama tamamen Başbakan Erdoğan'ın emrine girmiş oldu.

Öyle ki Başbakan canlı yayında ya da Genel Kurul'da Meclis başkanına talimat verebiliyor.

Demokrasiyi rafa kaldıracak adımlar

Parlamenter sistemin fiilen işlemez hale geldiği bu noktada şimdi ise demokrasiyi rafa kaldıracak adımlar atılıyor.

Eksikleri, sorunları olmasına rağmen halkın yüzde 58 oyuyla kabul edilen 2010 Anayasa değişikliği ile ilk kez yargı bağımsızlığı yönünde önemli bir adım atılmıştı.

HSYK seçimle belirlenirken, çok eleştirilen 'Adalet bakanının kuruldaki varlığı' sembolik hale getirildi.

Üstelik bu kazanım 'milli iradenin oylarıyla' yapıldı.

Daha üç yıl bile olmadan, üstelik de 17 Aralık'a kadar gündemde olmayan bir konu, pat diye Meclis gündemine geldi.

Bu teklifin yasalaşması durumunda yargı da Erdoğan'ın emrine girmiş olacak ve Türkiye tam anlamıyla 'Parti Devleti'ne dönüşmüş olacak.

Bağımsız kurullar mı dediniz?

Demokratik bir sistemde 'bağımsız kurullar' çok önemlidir.

Ancak son üç yılda bütün bu kurullar AK Parti'nin kontrolünde ve neredeyse partizan tavırlar sergiliyorlar.

Mesela, Bankacılık Kanunu'na göre açık ve ağır bir suç olmasına rağmen Bank Asya, hükümetin kontrolündeki medya organları tarafından resmen batırılmaya çalışılıyor. Bu konuda vahim başka uygulamalar/iddialar da var.

BDDK ve SPK gibi 'bağımsız kurullar' ise sessiz kaldı.

Kalmaya da devam ediyor.

Medyadaki durum daha da vahim.

Sabah&atv Grubu, Çukurova Medya Grubu, Star Medya Grubu gibi Türkiye'nin çok büyük medya gruplarına TMSF eliyle devlet tarafından el konuldu. Sonra da bu gruplar büyük devlet ihalelerinde boy gösteren holdinglere devredildi.

Bu medya kurumlarının başına ya eski AK Partili vekiller ya da Başbakan'ın akrabaları atanarak 'tam kontrol' sağlanmış oldu.

Böylece çok sayıda medya grubu fiilen 'hükümetin yayın organı' haline geldi.

Bu durum siyasetin alanını daraltırken alternatif görüşlerin ifade imkânı ortadan kalktı.

Mesela, son yolsuzluk operasyonunda tutuklanan Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan ile hükümete yakın bir medya yöneticisi arasında geçen telefon ibretlik.

Medya yöneticisi dinlemeye takılan konuşmasında "Süleyman 2 milyon gönder, maaşları ödeyeceğiz" diyor.

Kamu kaynaklarının ölçüsüz ve adaletsiz bir şekilde hükümete yakın medya organlarına aktarılmasının başka örnekleri de var.

Bir başka ifadeyle 'Parti Devleti'nde 'partinin gazetecileri' halkın vergileriyle finanse ediliyor.

Devlete bağlı STK'lar ne kadar sivil?

Sivil toplum ve think thank kurumlarında da benzer bir tablo var.

SETA gibi bazı sivil toplum kuruluşları 'kamu yararına vakıf' statüsüne kavuşturularak kamu kaynakları sonuna kadar aktarılırken akademik camia üzerinde de baskı oluşturuldu.

Medyada bu vakıflarda çalışan akademisyenler dışında görüşlerin yer alması giderek imkânsız hale getirildi.

TRT'de SETA'ya kapılar ve finansman sonuna kadar açılırken diğer STK'lar ve akademisyenler yokluğa mahkûm edildi.

Yani, 'Parti Devleti'nde, STK'lar da halkın vergileriyle finanse ediliyor.

Gül neden sessiz?

Hal böyleyken, yani adım adım Parti Devleti inşa edilirken, ardında büyük bir halk desteği bulunan Abdullah Gül'e yönelik çağrılar ise giderek artıyor.

Ancak Cumhurbaşkanı Gül sessiz.

Habertürk'te gazetecilerin sorularını yanıtlayan Gül, Ruşen Çakır'ın devreye girmesi yönündeki çağrılarına 'Ben ne yapabilirim ki' özetindeki cümlesiyle beklentileri de boşa çıkarmış oldu.
Aynı şekilde erkler ayrılığının yok edildiği, mahkeme kararlarının uygulanmadığı, otoriter rejimlerde görülen binlerce memurun tasfiyeye uğradığı bir ortamda son umut olarak Deniz Baykal da yönünü Çankaya Köşkü'ne çevirdi.

Ancak görüşme sonrası o da "ümitsiz olduğunu, Cumhurbaşkanı'nın taraf gibi davrandığını, görevini yerine getirmediğini" söyledi.

Türkiye imajı her geçen gün daha çok bozuluyor

Türkiye, 2002-2010 arasında dış basında hayli popülerdi.

Erdoğan ve hükümetinin reform yanlısı politikaları, ekonomik başarısı ve barışçı dış politikası takdir ediliyordu.

Ancak son dönemde çıkan haberlerde yabancı medyanın diplomatlara/siyasi liderlere yönelttiği sorular da gösteriyor ki, Türkiye algısı her geçen gün kötüye gidiyor.

Türkiye için 'otoriterleşen ve partnerlikten uzaklaşan bir ülke' yorumları yapılıyor.

Maalesef hükümetin unuttuğu bir şey var. Kendi köyümüzde yaşamıyoruz. Bugünün iletişim imkânlarıyla herkes her şeyi görüyor.

Yolsuzluk operasyonu sonrası atılan adımları tüm dünya gördü.

İçeride de saygın hukukçular/gazeteciler, mesela Taha Akyol yargının hükümete bağlandığını söyleyip tepki gösteriyor ama nafile.

Özal döneminden beri dışa açılma yolunda büyük bedeller ödeyen Türkiye, artık kapıları dış dünyaya kapalı, "yabancı düşmanlığı" üzerinden komplo teorileriyle ayakta duran Parti Devleti'ne dönüşmenin eşiğinde.

Ülke tıpkı Baas rejimlerinde olduğu gibi İstihbarat Teşkilatı'nın raporlarıyla yönetiliyor.

İstihbaratçılar ve danışmanlar bakanlardan daha çok söz sahibi oldu.

MİT'ten sonra TİB'e de koruma zırhı

Türkiye sivil ve demokratik bir anayasa beklerken iktidardan tam tersi uygulamalar geliyor.
Mesela TİB'in başına MİT'ten bir atama yapıldı.

Haftası geçmeden "TİB personelinin yargılanabilmelerini bakan iznine bağlayan" yasa tasarısı Meclis'e sevk edildi.

Bu, yasa dışı dinleme yapacak personele zırhtan başka bir anlam taşımaz.

Zaten hazır olan fişlemelere göre yapılan toplu tasfiyelerden sonra polis, mahkeme kararını uygulamayan 'devrim muhafızı' haline getirildi.

Bugün mahkeme kararlarını uygulamayan bu polisin 'yarın partinin kararlarını uygulayan infaz timine dönüşeceği endişesini' yabana atmamak gerekir.

'Parti Devleti' son demokratik erk olan yargıyı teslim alırken; Kamu Denetçisi, Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı sadece seyirci koltuğunda oturuyor.

Halka ise her zamanki gibi ödenecek ağır bir fatura kalacak.

Ziyaret -> Toplam : 125,25 M - Bugn : 11240

ulkucudunya@ulkucudunya.com