Peki, kim galip gelecek?
Aslı Aydıntaşbaş 01 Ocak 1970
Hükümet ve Gülen cemaati arasındaki mücadeleyi bir demokrasi savaşı değil de bilek güreşi olarak gördüğümü haftalar önce yazmıştım. O zaman da ”Buradan demokrasi çıkmaz” düşüncesindeydim, şimdi de öyleyim.
Gelin temel aktörlere bakalım.
Cemaatin demokrasi karnesindeki çok göze batan bir kırık not var; o da, iddia edildiği gibi yolsuzluk operasyonlarının zamanlaması değil, geçmişte hukuk adına yapılan usulsüzlük ve mağduriyetlere ses çıkarmamış olması. Bugün birçok aydının camiaya kuşkuyla bakmasının altında yatan, gazetecilerin yargılanması gibi temel bir konuda ifade özgürlüğü değil tutuklamayı savunmuş olmaları. Şeffaflık meselesi de işin cabası...
İktidar deseniz, orada daha bariz, daha büyük megafonla konuştuğu için daha göze batan bir demokrasi açığı var. Yukarıda cemaat için saydığım maddeleri koyun, bir de buna işine geldiğinde otoriterizme meyletme dürtüsünü ekleyin. Karar mekanizmalarındaki ‘tekadamlaşma’ ve şu anda uygulanan ‘olağanüstü hal’ koşulları da var.
Askerler geçmişte sık sık vatanı, milleti tehdit ettiği iddia edilen büyük heyulalara karşı sıra dışı yetkiler kullanırdı. Hükümet de hâkim-savcıları görevden almadan tutun da internet yasaklarına kadar ‘Paralel devletle mücadele ediyorum’ mazeretini kullanıp gayrimeşru zemine kaymaktan hiç mi hiç çekinmiyor. Bu durumun büyük mücadeleler olmadan kendi kendine dengeli ve demokratik bir noktaya gelebileceğinin garantisi var mı?
Peki, sonunda ne olacak?
Tahminim, bu Fetret Devri, cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar devam eder, ondan sonra herkes bitap, kan revan içinde, ayakta kalanlarla zoraki ve kaçınılmaz bir toparlanma sürecine gireriz. Önce kaos, ardından muhtemelen Abdullah Gül’ün başbakanlığında gerçekleşecek bir cins restorasyon dönemi.
Sonu tahmin ediyorum da buradan orada nasıl gideceğimizi ve ne kadar acı çekileceğini kestiremiyorum. Nereden enerji bulacağız da milletçe 6 ay daha kavga edeceğiz? Bu süreçte kurumlarda, devlette, toplumda nasıl bir tahribat olacak?
İşin ilginç yanı, ben bu satırları tırnaklarımı yiyerek yazarken hükümet de cemaat de çok rahat gözüküyor. İktidar, 17 Aralık sonrası panik halini atlatmış, Başbakan ipleri eline almış gözüküyor. Bu noktaya nasıl gelindiği ortada: 6-7 bin devlet memurunun görev değişimi, yargıda bağımsızlığın gölgelenmesi, uluslararası medyada oluşan nahoş imaj ve yapılamayan yolsuzluk operasyonları... Yine de iktidar panik havasını attı. Yüzünde alaycı bir tebessüm var: ”N’apcan?”
”Karşı Taraf” da eşit derecede rahat gözüküyor. ”Devlette kâğıt, poliste operasyon kaybolmaz” havasındalar. Birinci operasyon, ikinci operasyon derken yolsuzluk iddialarının muhakkak hükümetin ayağına dolanacağını söylüyor, devleti tanıyor olmanın verdiği bir edayla ”Bunların üstü örtülemez” diyorlar. Neden örtülemesin, bal gibi örtülür; görmüyor musunuz polis operasyon yapmıyor, Ak Parti’de ciddi oy kaybı yok, iddialar birer Twitter lakırdısına dönüştü, diyorsunuz. ”Mümkün değil” diyorlar.
Peki, bu ortamda biz iki kalabalığın da dışında kalan demokratlar ne yapacağız? Tabii ki öncelikle ilkeleri, demokrasiyi, şeffaflığı ve hukuk devletini savunacağız. Ezilenleri unutmayacağız. Hesap verilebilirlik için ısrarcı olacağız. Kâh onu kâh bunu eleştireceğiz. Düzgün durmaya çalışacağız.
Ama en önemlisi, sabredeceğiz.