Aziz Mahmud Hüdai
01 Ocak 1970
1543'de doğan Aziz Mahmud Hüdayi, ilköğrenimini doğduğu yer olan Sivrihisar’da yaptıktan sonra İstanbul'a gelmiş, öğrenimini Ayasofya Medresesi'nde tamamlar. Genç Mahmud, Edirne’de, Şam’da, Kahire’de kalır, çok alim tanır. Eşi zor bulunan sohbetlere katılır. Nitekim Ferhadiye Medresesine müderris atanır. Derken genç yaşta kadı (hakim) olur Bursa’ya.
Üftade Hazretleri’nin dergâhına devam eden bir garip vardır. Bunu öyle bir Kabe hasreti sarar ki sormayın. İşini gücü bırakır, hacı uğurlar, hacı karşılar. Onlara sarılır, koklar, ayaklarının tozuna sürer yüzünü. Bir tek hurmayı, bir yudum zemzemi saklar yıllarca. Söz Mekke yada Medine’den açılmaya görsün, aha şuracığını bir ılıklık basar, gözleri dolar.
Ama parasını bir türlü denkleştiremez. İşte o yıl da hacılar denklerini hazırlar, yola çıkarlar. O Hicaz sevdası ile yanıp tutuşadursun arefe gelir çatar. Milletin bayram neşesiyle sağa sola koşturdukları demlerde iyiden iyiye mahzunlaşır.
Üftade Hazretleri onu bir kuytuda üzüntülü halde görür. “Sen Eskici Mehmed Dede’yi bul” der, “selâmımı söyle, seni hacca götürsün!”
Garip adam “Öyle şey olur mu?” demez. Eğer Üftade Hazretleri diyorsa olur, mutlaka olur. Zerre kadar ‘acaba’sı yoktur. Sevinçle Mehmed Dede’yi bulur.
Büyük veli, garip aşığın elinden tutar ve "Ey fakir!Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma." der. Fakir gözlerini açtığında kendilerini Mekke'de bulurlar. Mehmed Dede, Allah’ın izniyle, fakiri bir anda Hicâz'a götürmüştü. O gün, arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıkarlar. Ertesi günü Kâbe’de vakfeye dururlar. Ziyâret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları da bulurlar. Onlar, hemşehrileri olan Mehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevinirler. Adam birkaç hediye alıp, bir kısmını da getirmeleri için komşusu olan hacılara emânet eder. Vedâlaşarak ayrılırlar. Yine Mehmed Dede'nin kerâmetiyle bir anda, Mekke’den Bursa'ya gelirler.
Adam, getirdiği bazı hediyelerle eve gelince, hanımı birkaç gündür eve gelmeyen kocasına inanmaz eve almak istemez. Hatta işi büyütür, kadıya çıkar. “Bu yalancıyla yaşamak istemiyorum!” der. “Yok efendim hacca gitmiş de, tavaf etmiş de, zemzem içmiş de... Bir de Mehmed Dede adında şahidi varmışmış. Bir sürü masal işte!”
Kadı Mahmud önce adamcağızı, sonra Eskici Mehmed Dede’yi dinler. İkisi de üç aşağı, beş yukarı aynı şeyleri söylerler. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi hacıların dönüşüne bırakır.
Aradan günler geçer ve Bursalı hacılar döner, olayı doğrularlar. Ancak bu hâdise, Kıdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendinin günlerce aklından çıkmaz ve onu çok etkiler. Makam, mertebe gülünç gelir gözüne. O saatte gemileri yakar, niyetlenir dervişliğe. Önce Eskici Mehmed Dede’nin kapısını çalar. Ama mübarek “senin nasibin bizden değil!” der, “Üftade hazretlerine gitsen gerek!”
Kadı Mahmud adamlarına “Hemen atım hazırlansın!” der, kurulur eyere. Üftade Hazretlerinin dergâhına yaklaştığı sırada atının ayakları kayalara saplanır. Gelgelelim, henüz yaşadıklarını muhakeme edecek halde değildir. Atı bırakır, yürür kapıya. Karşısına ilk çıkana “Ben!” der, “Bursa kadısıyım. Geldiğimi söyleyin, Şeyh Üftade’yi göreceğim!” Kapıdaki yaşlı derviş önce acı acı güler, sonra “Üftade benim evladım!” der, "Ey Kadı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz. Halbuki sen varlık sahibisin. Bu halde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şanın ve şöhret dolu bir dünyan var. Bizim gibi kulların Allahü teâlâdan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek istemeyip ayakları kayalara saplanmadı mı?" buyurur. Bu sözler ve yaptığı hata Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye çok tesir eder. Kadı Mahmut mahçup ve pişmandır. Bunlar ne mânâlı sözler, bu ne içe işleyici sestir. İşte o an tevhid denizine yelken açar, sıyrılır yalan dünyanın girdaplarından. “Bu huzur hiç bitmese” der. Gözlerinden iki sıra yaş dökülerek; "Efendim! Her şeyimi mübarek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım." der. Ama şimdi çetin imtihanlar bekler onu. Bu samimî ifade üzerine Üftâde hazretleri buyurur ki:
"Ey Bursa kadısı! Kadılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!" Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâyî derhal kadılığı bırakıp ciğer satmaya başlar. Sırtında sırmalı kaftanı olduğu halde, ciğerleri, Bursa sokaklarında satar. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmaz. Onu görenler; "Bursa kadısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş." derler. Nefsi direndikçe üstüne yürür, nefsinin burnunu sürter yerlere. Bu şekilde, nefsini törpüleyip, ruhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanır. Her akşam dergâha geldiğinde hocası ona; "Bugün ne yaptın? Ciğerleri satabildin mi?" diye sorar, o da, başından geçenleri anlatır.
Üftâde hazretleri daha sonra, yeni talebesinin nefsini iyice kırmak ve terbiye etmek için onu dergâhta tuvalet temizleme işi ile vazîfelendirir. İşte avluyu temizlediği günlerden birinde dergahı bir davul sesi doldurur, sonra tellâlın gür sesi duyulur. Şöyle bir kulak kabarttığında, kendi yerine tayin olunan yeni kadının geldiğini ve halkın onu karşılamaya çıktığını öğrenir. Bir anlık dalgınlıktan fırsat bulan nefsi hemen diklenmek ister; “"Yeni kadı geliyor ha!.. Zavallı Mahmûd, sen böyle bir mesleği bıraktın. Şimdi tuvaletlerde temizlik yapıyorsun. Sen sürün bakalım, elin oğlu bıraktığın makama oturdu bile!" diyerek nefsinin aldatmasına yakalanır.” Ancak daha bu düşünceler geçer geçmez derhal toparlanır ve bu hale tövbe eder ve sonra da elindeki süpürgeyi atarak, taşları sakalıyla süpürmeye başlayacağı bir anda, şeyhi Üftâde hazretleri kapıda görünür ve; "Mahmûd, evlâdım! Sakalla böyle bir iş yapılmaz. Maksat sana bu mertebeyi atlatmaktı" buyurarak, Hüdâyî'yi alıp içeri dergâha götürür. Böylece nefsinin istek ve arzularına sırt çevirip istemediği şeyleri yapmakta büyük gayret sarfeden Azîz Mahmûd Hüdâyî kısa zamanda üstâdının en önde ve gözde talebesi olur. Develer yükü kitabın ona öğretemediğini Üftâde hazretlerinin bir bakışı öğretiyor, gönlünden geçen bir soruya bin cevap birden veriyordu.
Bir gün Üftâde hazretleri talebeleri ile kırlarda sohbet etmektedirler. Bir ara talebeler etrafa dağılarak her biri birer demet çiçek toplarlar. Hüdâyî Efendi ise elinde kurumuş ve sapı kırılmış bir çiçek olduğu hâlde döner. Herkes hediyelerini şeyhleri Üftâde hazretlerine takdim etmiş o da kabûl ederek memnuniyetini belirtmiş ve duâlar etmiştir. Hüdâyî de hediyesini verince, Üftâde hazretleri:
"Oğlum, arkadaşlarınız demet demet çiçek getirdiler. Siz bize bir tek solmuş çiçeği mi lâyık gördünüz?" buyurur. Hazret-i Hüdâyî de; "Efendimize ne getirsem azdır. Fakat koparmak için el uzattığım her çiçek Yüce Allah’ı tesbih ediyordu. Bu tesbihi işiterek el çekip hiç birini koparamadım. Ancak kurumuş ve sapının kırılmış olmasından dolayı bu çiçeği tesbihten kesilmiş gördüm. Bu sebeple bunu getirebildim." Azîz Mahmûd Hüdâyî bu cevâbıyla şeyhinin bir kat daha sevgi ve yönelişini kazanır. Çünkü Üftâde hazretleri Hüdâyî'ye her zaman; "Evlâdım her zerrede Hakk'ı göreceksin, her zerreye Hak muâmelesi yapacaksın, başka yolu yok, bu böyledir." derdi. Sevinci, talebesinin bu mertebeye ulaşmasından gelmektedir.
Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin yükselmesi bâzı talebelerin kıskançlığına yol açar. Durumu sezen Üftâde hazretleri, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin büyüklüğünü göstermek ister. O sırada mevsim kıştır. Dışarıda kar yağar ve fırtına esmektedir. Hazret-i Üftâde talebeleri ile yemek yemektedir. Sofraya pilav konulunca Üftâde hazretleri; "Şimdi bağdan taze kopmuş üzüm olsa bu yemekle ne güzel giderdi" der. Bu söz üzerine talebeler içlerinden;
"Bu kış günü, bu karda taze üzüm olur mu?" diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; "Madem ki bu sözü hocam söyledi, mutlaka bunda bir hikmet vardır" diyerek ayağa kalkar ve; "Efendim! Müsaade ederseniz getireyim" deyiverir. Müsaade edilince, sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gider. Bağ karlar altındadır. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümlerin sarktığını görür. Bunun, hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başlar. Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştur. Sepeti omuzuna alarak yola koyulur. Yolda, hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kayar ve bir çukura düşer. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraşır fakat başaramaz. Çaresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına gelir ve içinden; "Allah’ın izniyle imdât, yâ mübârek hocam!" der demez, çukurun başından bir ses gelir. Birisi "Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim" der. Başını kaldırdığında birisinin kendisine gülümsediğini görür. Elini uzatır. Yukarı çıktığında, bir anda o kimseyi göremez olur. Yine sepeti omzuna alarak süratle dergâha doğru gider. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordur. Omzunda üzüm dolu sepeti gören arkadaşları şaşırıp kalırlar. Üftâde, yardım edenin Hızır aleyhisselâm olduğunu söyler. Talebeler, hocaları Üftâde'nin, Allahü katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anlarlar.
Ve Sivrihisarlı Kadı Mahmud, artık yavaş yavaş Aziz Mahmud Hüdayi olur. Hüdâyî hazretleri her sabah erkenden kalkarak hocasının abdest suyunu ısıtıp hazır ederdi. O sabah ise uykuya dalmış ve ancak son vakitte uyanabilmişti. Derhâl ibriği aldı. Fakat ısıtmaya vakit yoktu. Çünkü hocasının ayak seslerini işitiyordu. İbriği göğsüne bastırmış bir halde kalakaldı. Üftâde hazretleri eğilerek; "Haydi evlâdım suyu dök." dedi. Hüdâyî hazretleri ise ibriği göğsüne bastırmış hâlde duruyor ve buz gibi olan suyu hocasının eline dökmeye kıyamıyordu. Üftâde hazretleri tekrar; "Haydi evlâdım! Ne duruyorsun? Geç kalacağız." deyince, çekine çekine suyu dökmeye başladı. Ancak hocasının sözü onu bir kat daha şaşırttı. "Evlâdım Mahmûd bu su ne kadar ısınmış böyle. Bunu normal ateş ile ısıtmayıp, gönül ateşi ile ısıtmışsın. Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor. Mahmud! İkimiz buraya çok gelmeye başladık. Burası ikimizi birden kaldırmıyor artık. Sen artık var git İstanbul'a; atın nerede durursa, orada ikamet buyur, oranın halkını irşad eyle. Herkesin sana muhtaç olduğunu hiçbir zaman aklından çıkartma. En iyi müridim idin. Sana duam şudur: Padişahlar atının yanında yürüsün, sana hizmette bulunsun!" der.
Üftade Efendi ile vedalaştıktan sonra İstanbul'a doğru yola çıkar.
Hüdayi Hazretleri, hocasının vefatı üzerine Hoca Saadettin’in tavsiyelerine uyar, İstanbul’a yerleşir. Küçük Ayasofya tekkesinde talebe okutur. Sonra Fatih Medreselerinde fıkh, hadis, tefsir dersleri verir. Ama onun gönlünde sevenleri ile başbaşa olacağı bir tekke yatar. Üsküdar’da bir arazi alır ve gönlüne göre bir dergâh kurar. İstanbullular akın akın sohbetine koşar, himmetine kavuşurlar. Gel zaman, git zaman namı ötelere yayılır. Tam dört sultan eşiğine gelir, diz çökerler yanıbaşına. Mübarek, o güçlü feraseti ile onlara gölge olur.
Sultan I. Ahmed, bir gece rüyasında; kendisinin Avusturya Kralı ile güreş yaptığını ve kendisinin sırt üstü yere düşerek, kralı üstte kalmış olarak görür. Padişah uzun zaman gördüğü bu rüyanın tesiri altında kalır. Kendi kendine yorum yapamaz; huzursuzluğu her geçen gün biraz daha artmaya başlar. En sonunda huzuruna çağırdığı alimlere rüyasını yorumlatır. Ancak, gönlü bir türlü mutmain olmaz.
Padişaha, Üsküdar'da, Rum Mehmed Paşa Camii yanındaki bir evde yaşayan Aziz Mahmud Hüdai adındaki zatın bu rüyayı gereği gibi yorumlayabileceği söylenir. Bunun üzerine rüyasını bir kağıda yazdırarak zarfın içine koyar, yorumlaması için ona gönderir.
Haberci, mektubu alıp süratle Üsküdar'a geçer. Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını görür. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu da Pâdişâha verilmek üzere verir ve; Sultânımızın gönderdiği mektubun cevabıdır." buyurur. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektubu sultana götürür ve gördüklerini anlatır. Sultan Birinci Ahmed Hanın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmiştir.
Aziz Mahmud Hazretlerine hanım olmak kolay değildir. Zira mübarek elindekini avucundakini dağıtır ve fukara gibi yaşar. Kadıncağız hamiledir ama karnını bile doyuramaz. Ev rutubetli ve soğuktur, dahası ne yemek yağı vardır, ne kandilin yağı. Bir gün kadının gırtlağına gelir. “Yetti gayri!” der, “sen tut Bursa Kadılığı gibi bir makamı bırak, malını mülkünü ona, buna dağıt. Sonra köleler gibi sürün. Doğacak bebeğimizi saracak çaputumuz bile yok. Yaptığın iş mi yani?” Aziz Mahmud Hüdayi sesini çıkarmaz, sadece mânâlı mânâlı güler. İşte tam o sıra kapı çalınır. Aziz Mahmud Hüdayi, kapıya doğru yönelir, henüz açmadan: "Hatun! İşte, istediğin dünyalık geldi!" der.Saray ağaları altın dolu torbaları eşiğe bırakırlar. “Sultanımız Efendimiz, ellerinizden öpüyorlar” derler, “Olaylar aynen rüya tabirinizdeki gibi gelişti. Lütfen, bunları kabul edin, sevindirin bizi!” Hanımı mahçup ve pişmandır. Getirilen altınlara hiç el sürmeden eşine verir ve "Senin istediğin yalan dünya, şu değil miydi?" buyurur.
Bir gün Sultan Ahmed Han, Aziz Mahmud Hüdayi’yi ziyâret için Üsküdar'a gelmiştir. Çarşıdan geçerken, Hüdâyî hazretlerinin alış-veriş ettiğini görür. Genç Hünkâr bu esnâda atın üstündedir. Derhal atından iner, hocasının elini öpüp “Efendim buyurmaz mısınız?” ve atına binmesi için ricâ eder. Talebeleri Hüdayi Hazretleri gibi mütevazı bir velinin bu teklifi reddedeceğini sanır. Ancak Hudayi Hazretleri hayvana biner. Birkaç adım Hüdâyî hazretleri at sırtında önde ve Pâdişâh da yaya olarak ardınca yürürler. Kısa bir süre sonra Mahmûd Hüdâyî, "Sultanım! “Bunu sırf hocamın duası yerine gelsin diye yaptım” der, “Yoksa Padişahımın atına binmek ne haddime!” buyurarak atından iner. Ata tekrar Sultan Ahmed Hanı bindirir.
Zengin bir kimse, Mahmûd Hüdâyî'nin üstünlüğünü görmek, anlamak için huzûruna gider. Hiç kimseye göstermeden, Mahmûd Hüdâyî'nin seccâdesinin yanına elindeki altın dolu keseyi bırakır. Ayrılmak için izin isteyince, Mahmûd Hüdâyî; "Bırakmış olduğunuz altınlar ile, hem dünyâ hem de âhiret mâmur edilebilir. Altın, velîye de deliye de lâzımdır. Onun için bu altınları, hayr yoluna sarf etmek üzere kabulünde bir mahzur görmüyor, red etmeyi uygun bulmuyorum." deyince, o zengin; "Efendim kalbimde gizlediğim şeyleri aynen ifâde ettiniz." der ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye muhabbet ve hürmeti artmış bir şekilde huzûrdan ayrılır.
Aziz Mahmud Hüdai Efendi, Üsküdar'da görevini sürdürürken, Sultan I. Ahmed de, Sultan Ahmed Camii'nin inşasını sürdürmektedir. Bu muhteşem caminin yapımı 1611'de tamamlanır. Sultanahmet Camii’nin açılacağı gün cuma hutbesini okuma şerefi Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerine verilir.
Aziz Mahmud Hüdai'nin, Camii'nin açılışına geleceği gün, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlar. Fırtına da, olanca gücüyle eser. Deniz, öylesine dalgalıdır ki, Üsküdar'dan Beşiktaş'a kayıkla geçmek mümkün değildir. Ne var ki Şeyh hazretleri Hünkâra söz vermiştir. Bu sebeple Üsküdar iskelesine gelir ve bir kayık kiralar. Ellerini açıp, Allahu Teala'ya dua eder, sonra da "Destur" diyerek kayığa biner. O binince sâdık talebeleri durur mu? Hemen onlar da binerler. Böylece Şeyh hazretleri yanında birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnu'na doğru açılır. Yüce Allah’ın izniyle Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin himmeti bereketiyle, kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesâfesinde deniz süt liman olur, dalgalar kayığa hiç tesir etmezler. Bu şekilde herkes korkudan denize çıkamazken, Azîz Mahmûd Hüdâyî kayığıyla selâmetle karşıya geçer.
Bu sırada Ahmed Han da, Fevkânî Kasr-ı Hümâyûnunda telaş ve üzüntü içerisinde Hüdâyî hazretlerini beklemektedir. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri tam köşkün yanına gelince, müthiş bir gümbürtü kopar. Kulakları sağır edecek bir biçimde patlayan gürültünün ardından düşen yıldırım, Kasr-ı Hümâyûnun bir yanını çökertir. Bina allak bullak olmuş; ne pâdişâh dışarı çıkabiliyor, ne de bir kimse içeri girip onu kurtarabiliyordur. Ancak Hüdâyî telaşlanmaz. Hemen Kasr-ı Hümâyûnun çöken tarafına asâsını dayayıp binanın yıkılmasına engel olur. Sonra Pâdişâhı ve yanındakileri tek tek köşkten indirirler.
Bu sırada dayanak direkleri de getirilmiş ve çöken yana konulmuştur. Köşkteki son kişinin de inmesini müteâkip gerekli tedbirlerin alındığını gören Hüdâyî hazretleri, bastonunu dayadığı yerden çekter. O anda inanılmaz bir olay olur. Küçük bir bastonun çektiği yüke direkler dayanamayıp çatır çatır kırılır ve binâ çöker. Bu olayı gören herkes Hüdâyî hazretlerine daha fazla gönülden bağlanır. Artık yağan yağmur ve kopan fırtına kimsenin umurunda değildir. Büyük bir alayla Sultanahmed Câmiine gelinir. Sonra câmi büyük mürşîdin eli ve duâsı ile ibâdete açılır.
Birgün padişah, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinden dua ister. Mübarek ellerini açar “Ya Rabbi bizi sevenler, denizde boğulmasınlar, yaşlılıklarında muhtaç olmasınlar, imanlarını kurtararak ölsünler ve öleceklerini bilsinler!” diye dua eder.
Aziz Mahmud Hüdai Efendi, 1623 yılının Ekim ayında, 88 yaşlarında iken vefat eder. Vefâtından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helâlleşir, vasiyetini yapar. Son nefeste de Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim eder. Türbesi Üsküdar'daki dergâhındadır. Âşıkları, onu ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.
AZİZ MAHMUD HÜDAİ HZ. TAVSİYELER
--------------------------------------------------------------------------------
* Her halükarda verdiğin sözü yerine getirmelisin.
* Şeriat-ı şerifeye muhali fkötülüklerden sakınmalısın.
*Allah'ın kullarına kötü zanda bulunmayınız.
*Şeriatın hükümlerine hıyanet eden cehennemden emin olamaz.
*Rasulü Ekrem'in yolundan başka hiçbir yol kişiyi Allah'a ulaştırmaz.
*Sana emanet edilen bir sırrı kimseye ifşa etme.
*Kıbleye karşı tükürmeyiniz.
*Abdestini kıbleye karşı dönerek al, Allah rızası için iki rekat şükür namazı kıl.
*Kendinden geçmedikçe zikir anında bağırma.
*Dilini gıybetten, laf taşımaktan, çirkin sözlerden ve faidesiz kelamdan sakındırmalısın.
*Yolda yürürken önüne balmalı, faydasız şeylerle meşgul olmamalısın.
*Yalan sözden kesinlikle kaçınmalısın ve her işittiğin sözü başkasına söylememelisin.