Ali Bardakoğlu hocayı Diyanet İşleri Başkanlığı zamanından, halef ve seleflerine göre daha hassas bir şekilde dini siyasi tesirlerden korumaya çalışan bir Diyanet İşleri Başkanı olmasıyla tanırım. Bu kitabından daha önce 2016 yılında “İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme” ve 2019 yılında “İslam’ı Doğru Anlıyor muyuz?” adıyla yazmış olduğu kitaplarını okuyarak anlamaya çalışmış, getirdiği yorumlar ile İslam’ı kendi tekelinde görenlere karşı dinin herkese hitap eden bir müessese olduğunu savunanlar nezdinde sözcü durumuna gelen bir vasıf yüklendiğini müşahede etmiştik. Siyasi güç odaklarından ve organize tarikat ve cemaat çevrelerinden çekinmeden kitabın ortasından tarafsız ve bir ilim adamına yakışır üslupta konuşmasıyla da takdir toplamıştı.
“(Ey Muhammed) De ki: ‘Siz Allah’a dininizi öğretiyorsunuz öyle mi? Oysa Allah göklerdeki ve yerlerdeki her şeyi bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Hucurat Suresi 49/16” (s.XIII) Her ne kadar tefsirciler bu ayeti Müslümanların Müslüman olmalarını Peygamber efendimizin başına kakmaları manasında yorumlasa da Allah’a din öğretmenin zannımca bundan başka iki manası daha vardır. Birincisi İslam adına bazı kişilerin Allah’ın ayetlerini nefsanî istekleri doğrultusunda Allah’ı ve Peygamberin murat etmediği şekilde yorumlayarak çarpıtırlar. İkincisi de Hristiyan teolojide yaşanmış olan iki farklı çarpıtmadır ki bunların birincisi Hz. İsa’ya vahyedilen dinin akidesini Baba-Oğul Ruhul Kudüs olarak bozmalarıdır. İkincisi de Rönesans’tan başlayarak Aydınlanma, Pozitivizm, Sanayi Devrimi, Kapitalizm ve Liberalizm gibi dönemlerde Hristiyan teolojide meydan gelen ateist ve pagan değişimler ile oluşturulmuş yeni bir Hristiyan teolojinin vazettiği din anlayışıdır ki bu üç şekil de Allah’a din öğretmenin başka başka versiyonlarıdır.
Ali Bardakoğlu hocanın üçüncü kitabı olan “Metin, Tarih Ve Toplum Üçgeninde İslam’ı Yeniden Düşünmek” adlı kitabını da İlk iki kitabındaki öne sürdüğü tezlerine bir çözüm sunmuştur düşüncesiyle aldım. Daha önsözünde bu beklentimi haklı çıkararak “[İlk] iki kitapta günümüzdeki Müslüman toplumların arzu edilen hayat standardına, huzur ve güven ortamına kavuşabilmesi için öncelikli olarak bugün bizzat kendilerinden kaynaklanan ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu gerçeğini kabullenmesi, ikinci aşamada ise bu sorunların sebeplerini teşhis edip onları izale etme kararlılığını göstermesi gerektiği vurgusu sıkça dile getirilmiştir.” ve “iki kitapta sorunların teşhisine, mahiyet ve kaynaklarına öncelik verilmiş ve bunun kavranmasıyla çıkış yollarının da netleşeceği ön görülmüştür.” (s.XV) dedikten sonra doğrudan “içinde bulunduğumuz durumu iyileştirmeye matuf yöntem ve çözüm önerilerine ağırlık veren üçüncü itabımızla huzurlarınızdayız.” (s.XVI) diyerek “Metin, Tarih Ve Toplum Üçgeninde İslam’ı Yeniden Düşünmek” adlı kitabın da çözüme odaklanacağına işaret etmiştir.
Ali Bardakoğlu hocanın üçüncü kitabı olan “Metin, Tarih Ve Toplum Üçgeninde İslam’ı Yeniden Düşünmek” kitabının KURAMER Yayınları tarafından 2024 yılının Aralık ayı içinde 329 sayfa olarak Birinci baskısı yapılmıştır. Biz yayınlandığı gün kitapçımıza sipariş vermemize rağmen kitapçımız ve sistemin diğer paydaşları olan dağıtım ağındaki işleyiş dolayısıyla yaklaşık iki ay sonra ancak elimize ulaşmıştır. Kitapta; kısa bir Ali Bardakoğlu tanıtım yazısı ile başlıyor. Hemen ardında “Transkripsiyon Alfabesi” bulunmaktadır. “İçindekiler” ise; “Önsöz”, “Birinci Bölüm: Din ve İnsan”, “İkinci Bölüm: Din ve Toplum”, “Üçüncü Bölüm: Din ve Tarih”, “Mülakat; İslam Devlet ve Siyaset”, “Dizin” ana bölümlerinden oluşmaktadır.
Ayrıca “Birinci Bölüm: Din ve İnsan” başlığı altında bulunan bir “Metin, Tarih ve Modern Çağ Arasında Sıkışan Din Anlayışımızın Kendini Yenileme İmkânı” üst başlığın da altında “Giriş”, A.Metin, B.Tarih, C.Modern Çağ, D.Tıkanma ve Çatışmalar, E.İmkânlar ve Ümitler başlıkları bulunmaktadır. “Birinci Bölüm: Din ve İnsan” başlığı altında bulunan bir diğer üst başlık “Din, Ahlak ve Toplumsal Sağduyu (Ma’ruf) Bağlamında İslam’a Yeniden Bakış” alt başlıkları “A.İman ve Salih Amel”, “B.İman ve İstikamet”, “C.Akîde ve Şerîa”, “D.İman, İbadet ve Ahlak”, “E.Sem’iyyât ve Akliyyât”, “F.Din ve Ma’ruf”, “G.Modern Dönemde Ma’ruf”, “H.Gerçekçi Adımlar, Kurumlar ve Kurallar” alt başlıklarından oluşmaktadır.
“İkinci Bölüm: Din ve Toplum” ana başlığı altında genel bir başlık olarak “Fıkıh Cihetinden Kur’an ve Sünnet’in Toplumla Diyalektik İlişkisi” ve “Ticaret ve Borç İlişkilerine Dair Ayet ve Hadisler Işığında Din, Şeriat ve Hukuk” üst başlıkları bulunmaktadır. Ancak “Ticaret ve Borç İlişkilerine Dair Ayet ve Hadisler Işığında Din, Şeriat ve Hukuk” üst başlığı kendi içinde “A.Kur’an’da Ticari hayata Dair İlke ve Düzenlemeler”, “B.Hadislerde Ticari Hayata Dair Düzenlemeler”, “C.Ticari Hayata Dair Dini Hükümleri Anlamada Eksenli Kurgu”, “D.Temel İlkeler ve Gözetilen Amaçlar” alt başlıkları bulunmakta bu alt başlıklar da kendi içinde daha alt başlıklara bölünmektedir.
“Üçüncü Bölüm: Din ve Tarih” ana başlığının altında “Veda Hutbeleri ve Hukuk” adlı genel bir başlık bulunmakta, bu başlık da kendi içinde “Ana Mesajlar”, B.Hukuk İlkeleri”, alt başlığına taksim olmaktadır. İkinci bir genel başlık olarak bulunan “Osmanlı Hukukunun Şer’iliği Üzerine” başlığı da “A.Yöntem”, “B.Kavram”, “C.Uygulama” alt başlığına taksim olmaktadır. Üçüncü genel başlık olan “Cumhuriyet Döneminde Din ve Hukuk” genel başlığı da kendi içinde “A.Arka Plan”, “B.Cumhuriyet Dönemi” alt başlıklarına taksim olmakla birlikte her alt başlık gerekli görüldükçe daha alt başlıklara ayrılmaktadır ki biz burada hepsinden bahsedemedik.
İnsanların günümüzde dinle ilgili konuları konuşurken buna din ne diyor diye baktığını söyleyen Ali Bardakoğlu hoca insanların “Buna din ne diyor? Bunu dinde çözümü nedir?” (s.3) sorularını sorduktan sonra “Din uleması geçmiş dönemde buna ne diyordu, bugün ne diyor? Kim ne demiş veya niye böyle demiş?” (s.3) soruları etrafında yapılan tartışmalar için “aslında bu bir din tartışması değil, din etrafında oluşan düşünceyi ve bilgi birikimini tanıma ve hâlihazır din anlayışımızı sorgulama ekseninde bir arayıştır.” (s.3) diyerek asıl din olan Allah’ın vahyi üzerinde bir tartışma olmadığı, tartışmanın vahyin anlaşılması üzerine yapılmış yorumlar etrafında olduğunu ifade etmektedir.
Ayet ve Hadislerin hayatın içinden ve tedricen 23 yılda yaşanarak, olayların içinden ve bir hitap olarak sözlü şekilde geldiğini ifade eden Ali Bardakoğlu hoca bu hitap olan ayet ve hadislerin zamanla metinleşmesi yani kaleme alınarak yazıya geçirilmesi ile anlam kaybına uğradığını hatta “metin[in] size kendini belli ölçüde kapat”tığını (s.8) ve dolayısıyla İslam dünyasının “Kur’an’ın ilk muhataplarıyla diyalektik ilişki içersinde olduğunu ve onlara hayatın içinden seslendiğini, Sünnetin de aynı şekilde işlediğini İslam dünyası hala yeterince kavramış değil; dinin yaşanan hayatla ilişkisini görmezden gelip ona sadece satırlar, kelimeler ve harfler arasından bakıyor.” (s.9) olması problemi oluşturuyor. Eğer “Kur’an-ı Kerim’i sadece metin olarak görüp onun muhataplarıyla sıcak ve diyalektik bir ilişki içinde bir hitap olarak nazil olduğuna dikkat etmezsek, onun nazil olduğu ortamdan ve muhataplarının dünyasındaki karşılığından büyük ölçüde koparmış ve boşluğa yapılmış bir sesleniş haline getirmiş oluruz.” (s.9)
Ayet ve Hadislerden oluşan din aslında dil olarak zaman ve mekânla, muhatabı insanla ilişkili olmayan boşluğa hitap eden bir sesleniş tercih yolu etmemiştir.
Nazil olan ayetlerin hayatın içinden verdiği mesajların sahabe zihninde gerçekleştirdiği dönüşümler ve bu dönüşüm sonucu yaşadıkları hayata yansımaları günümüz Müslümanları için “o mesajları doğru anlayabilmek için son derece önemlidir.” (s.9) Ancak anlam kaybına uğrayarak kayda geçirilmiş metinler ile o mesajı bugün tam ve doğru anlamak mümkün olmadığını düşünmektedir Ali Bardakoğlu hoca. O mesajların anlamlarını doğru ve tam olarak anlayabilmek için de dini ilimlerin doğduğunu ve Hz. Peygamberin vefatıyla da metinleri anlama ve yorumlamanın hız kazandığını bunun içinde “Eş zamanlı olarak da bu amaçla çeşitli yöntemler geliştirildi; metnin dar anlamından soyutlamalar yapıldı, ilkeler, terimler ve kavramlar üretildi.”(s.9)ğini ifade etmektedir.
Metni anlama çabalarının Fıkıh ve Kelam ilimlerini doğurduğunu ve Fıkıh ve Kelam ilimleri birikiminin Ayet ve Hadis gibi dini metinlerden olmadığını, aksine metinleri anlama çabasının insani ürünü olduğunu ve her asırda bu üretimin devam etmesi gerektiğini düşünen Ali Bardakoğlu hoca son asırlarda metni anlama manalandırma çabalarının azaldığını hatta “Biz, dinin olayların içinden ve yaşanan olayları örnek alarak onlar üzerinden geniş açılı ve evrensel bir hitapta bulunduğunu unuttuk, verdiği örneklerin dünyada kalıcı olmasını istediğini zannettik. Üzerinde durduğu olgu ve olayların bütün insanlığın ortak paydası olduğunu varsaydık ve mesajı değil olayları ve örnekleri dinin özü ve ana gövdesi kıldık.” (s.10) dini anlamayı bir manada sabitlediğimizi ve kısıtladığımızı ifade etmketdir.
İslam dininin temeli olan Ayet ve Hadisleri “metin” diyerek “yazıyla kaydedilmiş kaynak” manasında kavramlaştıran Ali Bardakoğlu metin dediği bu kavramın manasının anlaşılması hususunda gösterilen çabalar bakımından Müslümanların yapmış olduğu yanlışı üç aşamalı bir yanlış zinciri şeklinde sınıflıyor. Bu yanlışların “Birincisi metne sadece o günkü olguyla bağımlı ve onun ötesini ilgilendirmeyen bir anlam verip o olgunun niçin ve ne amaçla metinde yer aldığını göz ardı etmek yani dinin mesajını ve metnin anlamını tarihte bırakmak.” (s.14) diğer yanlış ise bu yanlışa bağlı kalarak oluşur ki “İkincisi de on dört asır öncesinin ortamına hayli yabancılaşan ve aradaki epistemik mesafe de çok açıldığı için metne anlam vermekte zorlanan günümüz Müslümanlarını içinde yaşadıkları hayattan koparıp o günkü olgular, hayat şartları ve kültür içine çekmek ve böylece metnin lâfzî anlamıyla aralarındaki mesafeyi kapatmaktır.” (s.14) bu yanlış ile insan yaşadığı çağdan ve kültürden koparılarak ilk evredeki kültüre götürülmekte, başka bir deyişle bugünün problemlerine ilk dönemin sahip olduğu kültürel anlam çerçevesinde çözümler üretmek suretiyle bugünün problemlerini çözümsüz kılmak yanlışı işlenmektedir. Bu hususta da Ali Bardakoğlu hoca “birinci yanlış, olguyu esas alarak metni onunla [olgu ile] sınırlamak, orda bırakmak; ikincisi ise o olguyu, hayat tarzını, kültürü metnin anlam ve yorumunun merkezine alıp dinileştirmek aynıyla bugün için de geçerli kılmak, yani günümüz insanını geçmişin olgu dünyasına, hayatına kültürüne geri götürmektir.” (s.14) işte tam bu sebeple diyebiliriz ki İslam dünyası sanayi devrimi yapan Batı karşısında hep problemlerinin çözümünü “geçmişin olgu dünyasına, hayatına, kültürüne geri götürmek” suretiyle geri kalmıştır. Ali Bardakoğlu üçüncü yanlışı bir nevi “metin”in lafzına sözlük manalarına dayalı anlam vermek ya da sözlük mealciliği gibi görmektedir. “[Üçüncü yanlış da] metni, kendi bağlamından koparıp lafızlara sözlük ve kültür tarihindeki geniş anlam yelpazesinden seçmece anlamlar vererek literal
anlama yapılacak itirazları savuşturmaya çalışmaktır.” (s.14)
İslam dini Hicaz’da doğduktan çok kısa bir sürede Irak, Mısır, Suriye, Kuzey Afrika ve Orta Asya’ya doğru yayıldı. Geniş İslam coğrafyasında hem zaman farkıyla hem de bölgeler arasındaki farklı anlayış ve yaşayış yönüyle içinde çok sesliliği de barındıran zengin bir dini gelenek ve düşünce oluştu. Bu geniş coğrafya da yazılan kitaplar son derece zengin bilgiler ihtiva ederken aynı zamanda “İslam’ın ilk asırlarından devralınan Kur’an ve hadis eksenli dinî bilgiyi korumak ve onu merkezde tutarak anılan çeşitliliğin bir karmaşaya yol açmasını önlemek.” (s.16) Klasik literatürü oluşturan kitaplar ikinci yüzyıldan itibaren sadece geçmişi aktaran değil, dönemin kültür, imkân ve şartlarını da yansıtacak şekilde yazılmaya başlandı. Bu kitapların Selefin yolunu merkeze alıp yeni ve farklı fikirlere karşı belli bir direnç üretme gibi bir işlev ve misyon yüklendiler. “Bu misyon özellikle Abbasilerin geç döneminde Nizamiye ve benzeri medreselerin kurulup din eğitimi ve öğretiminin belli bir eksende, belli bir mezhebe göre verilmesiyle daha da güçlenmiş oldu. Öte yandan, çok yerinde gerekçelere istinaden fıkıh ve düşünce ekollerine göre ilim adamı, kadı ve müfti yetiştirme faaliyeti arttıkça bu kitapların önemi de arttı ve bu kitapların satırları arsına sıkışan gelenek, artık sahih dinî düşünüş ve yaşayışın kaynağı, dini bilginin tamamlanmış hali olarak algılandı ve dinleşti.” (s.16) Hâlbuki ikinci yüzyıldan itibaren yazılan Fıkıh ve kelam kitaplar yeni meseleleri çözen değil onları çözecek ilim ve düşünce insanlarının yetişmesi için gereken bir veriden ibaretti (s.17). Bu kitaplar ecdattan devralınan dini mirası yeni düşüncelere karşı koruyucu bir kalkan olarak görüldü. Yeni Fıkhi ve kelami görüşler üretmek için veri olan, bir usul ve metod öğretmesi gerekirken ikinci yüzyıldan itibaren yazılan Fıkıh ve kelam kitapları kollama misyonu yüklenmesinden dolayı dini tarihe hapsedip donduran, engelleyici bir görev üstlenerek yolu tıkayan bir hal aldı.
Kelam ve Fıkıh kitaplarının dinileştirilmemesi gerektiğini söyleyen Ali Bardakoğlu hoca “Kelam kitapları hızlı bir şekilde akâid kitaplarına dönüştüler. Düşünce ekolleri, itikadî mezhep statüsü kazandılar.” (s.22) ifadelerinden sonra bu kabulleniş ve bu değişimin daha nelere yol açtığını da “Düşünce farklı itikad/akâid farklı bir şey olduğu halde ulemanın rey ve yorumlarından oluşan düşünce ekollerinin ‘itikadî mezhep’ zırhıyla koruma altına alınmasının elbette bazı pratik yararları vardır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Ama sadece bu noktaya odaklanıp böyle bir yaklaşımın ehl-i kıble arasında dışlamaları, derin ayrışmaları, fikri ve içtihadî konularda kısıtlamaları ve tahakkümleri besleyeceğini de göz ardı etmemek gerekir. (…) Günümüzde Müslümanlar arasında Ehl-i Sünnet’i temsil iddiasının farklı görüşleri sapıklı olarak göstermeye kadar uzandığını ve içtihadî görüşleri akide zannederek karşılıklı tekfire başvurulduğu” (s.22) şeklinde ortaya koymaktadır. Ve nihayet Ali Bardakoğlu hoca baştan beri anlata geldiği Fıkıh ve Kelam kitaplarının dinileştirilmesi mevzuunu “Akâid, dinin akîde esaslarıdır; onlar da bellidir ve Müslümanlar bunların üzerinde ittifak etmişlerdir. Kelam ise akîde esasları etrafında oluşan düşünce/tefekkür bikrimi ve yorumların toplamıdır. Kelam ekolleri de bu konudaki farklı yaklaşımları ifade eder.” (s.22-23) ifadeleriyle özetlemekte mezhepleri anlamayı kolaylaştıran fikri birere ekol olduğunu zihnimize perçinlemektedir.
Ali Bardakoğlu hoca bu “Metin, Tarih ve Toplum Üçgeninde İslam’ı Yeniden Düşünmek” adlı kitabında geleneksel Fıkıh ve Kelam ekollerinde kavramlaşmış ifadeleri kullanarak, ancak kavramları açıklarken kullanılan dilde geleneksel bir Arapça-Farsça cümlelerin hâkimiyetinden sıyrılmış günlük yaşayan sade ve akıcı bir Türkçe ile izah ettiği hususların daha kolay ve her seviyeden okuyucunun anlayacağı şekilde bir dil kullanması beni kitabın daha geniş bir kitleye tesir edeceği yönünde ümitlendirmektedir.
Ali Bardakoğlu hoca her gün yeni nazil olmuşçasına, yeni vahyolunuyormuş gibi Kur’anı okumak, Hz. Peygamberi her gün bize hitap ediyormuş, sesleniyormuş gibi (s.26-27) yeni bir anlama çabasıyla yorumlamak gerektiğini söylemektedir. Ancak Kur’an ve Sünnet’in kaydedilmiş halinin metinleştiğini ve bu metnin de aktarılmak, nakledilmek suretiyle dondurulduğunu yorumlara kapatıldığını ifade ettikten sonra kullandığı “tasavvuf derken de tarihte metinci ve Selefi yaklaşıma karşı daha geniş açılı bir bakış üretmeye çalışan tasavvuf felsefesini yani tasavvufi düşünceyi kastediyorum. O dönemde Tasavvuf düşüncesi geleneksel dini ilimlerin çizdiği literal ve zahiri anlayıştan kurtulmaya çalıştı ve bunu belli ölçüde başardı. Yani bir bakıma literalizmin merkezindeki Tefsir ve Hadis ile geleneği metinleştiren Kelam ve Fıkıh dallarının katı kuralcılığına ve sert sınırlarına karşı Tasavvuf bir kapı aralamaya çalıştı geçmişte”(s.28) ifadesiyle de metnin “literalizmin merkezindeki Tefsir ve Hadis ile geleneği metinleştiren Kelam ve Fıkıh dallarının” aslında “literal ve zahiri anlayıştan” yani Kur’an ve Sünnetin dondurulmasından uzak durması gerektiğini, ancak bir veri olarak, bir usul ve yöntem olarak metnin değerlendirilebileceğini ifade etmektedir. Kur’an ve Sünnet kaydedilirken olumsuz bir karakter kazanmış ve bu olumsuz karakter ile birlikte metin halini almıştır. Bu ‘Metin’ hali Kur’an ve Sünneti klişeleştirmiş yorumlanamaz bir sabiteye dönüşmüş, böylece de Hz. Peygamberin zamanındaki vasfı olan günceli yakalama ve anlama çabalarını kaybetmesine sebep olmuştur.
Geleneksel din ve bilim ilişkisini de problemli gören Ali Bardakoğlu hoca “Din ile bilimin ilişkisi, karşıtlık veya birbirini tamamlama değil, birbirinden bağımsızlıktır. Çok sert bir ayrımı ima edeceği için burada ‘ilişkisizlik’ kelimesini kullanmak isabetli olmaz. Dünyada olup biteni kavrarken din-bilim dengesini veya bağımsızlığını, her birinin kendine it bir alan ve işlevinin olduğunu, birini önemsemek için diğerinden vazgeçmemizin gerekmediğini söylemeliyiz. Elbette dinin ve bilimin karşılaşma noktaları olabilir. Ama bağımsızlık, birinin diğerine indirgenemezliğini ifade eder. Yani ne bilim dinin ne de din bilimin alternatifidir. Din ve bilim, birbirine indirgenemez olmalarından dolayı insanoğluna farklı kulvarlarda yarar sağlamak için vardır. Bu nedenle dinin kendini bilim yerine koyan işlevlere soyunması, bilimin de dinin görevlerini üstlenmeye kalkması her ikisini de doğalarının dışına çıkarır ki, bu durum hem anlam kargaşasına yol açar hem de her ikisine birden zarar verir.” (s.33) ifadeleriyle ilim ve dinin farklı iki alan olduğuna ancak “din, bilimin ve aklın verilerini imkân ölçüsünde metafizik argümanlarıyla ya da genel önermeleriyle ilişkilendirerek onlara ikinci bir anlam da yükler” (s.33) dinin bilimi tarafından yapılan açıklamaları metafizik olarak manalandırdığını ve “din, bilim alanında bir şeyler söylemek için gelmez. Daha üst mesajdır din, daha üst bir söylemdir.” (s.34) İslam dini açısından baktığımızda din vahyidir, bilim ise Allah’ın yarattığı insana bahşettiği akıl vasıtasıyla icra edildiğinden çıkış kaynağı bakımından aklidir. Din de akla hitap eder ancak vahyin anlaşılması bakımında, bilimse akılın üretimi olmak babından anlaşılmış bilgidir.
Ali Bardakoğlu hoca Din dilinde kullanılan temel bir kavram olarak gördüğü Ma’rûf kelimesinin İslam öncesine uzanan ilk anlamının “tanınan, bilinen ve aklın da iyi olarak gördüğü, ma’şerî vicdanın onayladığı iyi ve güzel şey” olduğunu, günümüz dilinde de “toplumsal sağduyu” anlamında ve örf’ün ilk anlamıyla aynı manada olduğunu ancak dini ilimlerin gelişmesiyle birlikte ma’rûf anlam daralması geçirerek “aklın ve şer’in (şeriat) güzel bulduğu söz ve davranış” şeklinde tanımlanmış olduğunu ifade etmektedir. Japon Toshihiko Izutsu ise bu durumun klasik dönemin hal ve şartlarının gereği olarak ortaya çıkıp kavramın orijinal anlamını perdelediğini söylemiş ancak Ali Bardakoğlu “İslam coğrafyasının genişlemesi sonucu yerel örf ve adetlerin ma’rûf olarak anlaşılmasını önlemeye yönelik bir tedbir olarak” açıklamaktadır (s.57). Ancak Ali Bardakoğu’nun açıklamasına da bir ilave yapacak olursa İslam’ın yayıldığı günden beri İslam’ı kabul eden yeni toplumlar örf ve adetlerinde İslam’a uygun olan Ma’rûf mesabesinde olacak iyi ve güzel şeyleri atmamıştır. Türkiye’de İslam öncesi iyi ve güzel adetlerin hala yaşatılması gibi diğer Arap olmayan İslam toplumlarında da hala kullanıyorlar. Çünkü sosyolojik olarak bütün milli kültürün değiştirilmesi mümkün değildir, hem de İslam’ın böyle bir iddia ve çabası yoktur. İslam bozuk olanların bazıları ıslah eder ve bazılarını kaldırır ancak iyi ve güzel olan milli kültür unsurlarına dokunmaz, dokunmamıştır.
Ali Bardakoğlu Hoca bugün çok tartışılan Hadisi şeriflere daha farklı yaklaşmanın ipuçlarını vermektedir. “Hukuk kurallarının, isterse insanlar tarafından konulmuş olsun, ‘Allah’ın yasaları’ olarak nitelendirilmesi ve böyle görülmesi sadece teolojik değil pratik yönden de anlaşılabilir bir durumdur.” diyen Ali Bardakoğlu Hoca “Hududullah-Allah’ın yasaları’ deyimini de “Kur’an’ı Kerim’in ‘Tilke hududllah/Allah’ın yasaları’ dediği şey aslında toplumun sağduyusu ile örtüşen prensiplerdir. Hukuk kuralları da sonuç itibarıyla toplum düzenini korumaya ve adaleti sağlamaya matuftur. Bu aynı zamanda dinin de temel hedefleri arasında yer alır.” şeklinde açıklamakta ve hukuku tanrısal irade ile ilişkilendirilmesini makul görmektedir (s.84). Hâlbuki Hukuk sıradan beşerlerin müşterek eseri iken Hadisler peygambere atfedilmekte ve ne kadar tartışmalı da olsa peygamber ait söz olup olmadığı üzerinde tartışılmaktadır. Uydurma olduğu söylenen hadislerin bir nasihat bir kelam-ı kibar kabul edilmesi gerektiğini söyleyenler Ali
Bardakoğlu hocaya göre daha isabetli davranmışlardır.
Rey ile şeriatın hudutlarının genişletildiğini söyleyen Ali Bardakoğlu Hocanın “Hicri ikinci asırdan itibaren şer’i hükmün kapsamı kıyasla genişletilip bu yolla ulaşılan sonuçlar da şer’i hükme dâhil edilince ‘şeriat’ın kapsadığı alan iyice genişlemiş ve bütün reyleri, yorumları, içtihatları da içine almış oldu.” (s.100) ifadesinde izah ettiği gibi reyden sonra rey’i de Ayet ve hadis gibi delil olarak kabul eden kıyas ile şeriat’ın hükümleri daha da genişlemiştir. “Kıyas ve benzeri yöntemlerle elde edilen hükümlerin şeriatın kapsamında yer almasıyla eş zamanlı olarak sadece usûl-i fıkıh değil, ahkâmu’l-Kur’an literatürü, hatta Ehl-i hadis fıkıh bablarına göre tasnif ettiği hadis mecmuaları da o zamana kadarki fıkhî ahkâmı kendi ekolleri zaviyesinden Kur’an’la ve Sünnet’le tevsik edip [Belgelendirme, Sağlamlaştırma] adeta korumaya aldılar.” (s.100) Yani rey ve kıyas ile çıkarılan yeni hükümleri ayet ve sünnete dayandırdıklarını göstermişlerdir. Bu konuda İmam Şafii “Bizim ulaştığımız hiçbir hüküm yoktur ki onun Kur’an’da bir aslı olmasın” (s.101) diyerek çıkardığı bütün hükümlerin bir ayete istinat ettiğini ifade etmiştir. Hatta ulema bu yeni çıkarılan hükümleri bir ayet veya sünnete istinat etmesinden dolayı Allah’ın hükmünü keşfetme olarak görmüşlerdir. Ali Bardakoğlu Hocaya göre bütün bu gelişmeler sonucunda örf/ma’ruf ‘insanların iyi güzel bulduğu şey’ olmaktan çıkıp bir sonraki aşamada şer’i ilimlerin gelişmesiyle ve ağırlığını koymasıyla maruf’a ‘şeriatın iyi gördüğü şey’ kaydı da eklenmiş, ancak “Bu noktadan sonra şeriat artık fukuha eliyle genişletilmiş kapsamıyla devreye girecek ve yeni dönemde sınırlı sayıda Ma’rufa geçit verilecektir.” (s.101) yani fukaha rey ve kıyas yoluyla genişlettiği şeriatı dondurmuş ve rey ve kıyas yoluyla yeni içtihatlara müsaade etmemiştir.
Fıkhın dondurulması kişileri şeriata inanmaya sevk etmiş, bu iman da fıkhın sabitlenmesine destek olmuştur. Ali Bayraktroğlu fıkhın yani şeriatın Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tarihi bir geçmişi olduğunu, Kur’an’dan önce de fıkhın mevcut olduğunu hatta insanların fıkıh ürettiğini, İslamla da vahyin kontrol ve düzeltmesiyle bir İslam fıkhının oluştuğunu ancak bu oluşumun günümüzde de devam etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Fıkhın toplum ile diyalektik bir ilişkisinin olması gerektiğini söyleyen Ali Bardakoğlu, diyalektik ilişki kurulamayıp fıkıh bir iman esasına dönüşmesiyle kişilerde çift kişilikli bir durum ortaya çıktığını, modern çağın gerekleriyle insanların iman ettikleri fıkhın arasında kaldıklarını savunmaktadır. Hata verdiği birkaç örnekten biri olarak ticari manada geçmiş dönen fıkıh hükümlerinin bugünkü ticari hayatta pek kullanılmadığını, fıkıh bir işletmecilik ve şirket çeşidi olarak sunduğu mudarabenin [ortaklardan birinin sermayesini koyup diğerinin beden gücü ve emekle bunu işletmesi hali] artık günümüz şartlarında hiç başvurulmayan bir şirket şekli olduğunu hatta sermayedarın bütün sermayesini kaybetmesine sebep olduğu için uygulamadan kalktığını ileri sürmektedir.
Ali Bardakoğlu Hoca “Metin, Tarih Ve Toplum Üçgeninde İslam’ı Yeniden Düşünmek” adlı kitabında baştan beri “Ticaret ve Borç İlişkilerine Dair Ayet ve Hadisler Işığında Din, Şeriat ve Hukuk” (s.139) başlığını attığı yere gelene kadar kavramlar üzerinden İslam Fıkhındaki değişim ve gelişim teorik olarak ele almış genel çerçeveyi çizmeye çalışmıştır. Ancak “Ticaret ve Borç İlişkilerine Dair Ayet ve Hadisler Işığında Din, Şeriat ve Hukuk” (s.139) başlığını attıktan sonra Ticaret ile ilgili fıkhi konuları başlıklar altında ele alarak tikel meselelerden genel meselelere ana ilkeler tespit ederek yeni fıkhi yorumlar yapabilmenin örneklerini vermiştir.
Mesela şehre gelen ticari malı daha pazara girmeden şehir girişinde karşılayıp tartamadan göz kararı ucuza tahmini bir fiyatla almayı yasak eden Hadisi Şerifin fıkhi maksadının “pazara mal getiren piyasa fiyatından haberi olmayan tacir veya köylülerin mallarının ucuza satın alınması amacıyla şehir dışında karşılanmasının önlenmesi” olduğu kanaati yanında sosyal ve ekonomik bir karar olarak da “Yahudilerin Medine’deki ticari egemenliğine son vermek için kurulan Medine Pazarının güçlenmesi ve bunun için de Pazar dışında alışverişlerin ve mal değişiminin önlenerek bütün ticari faaliyetin Medine pazarında yapılmasının sağlanması” (s.159) olduğunu söyleyen Ali Bardakoğlu diğer bir sosyal ve ekonomik sebep olarak da “Hz. Peygamber kendi tesis ettiği pazarda sabahleyin ilk gelenin yer kapacağını ve kalıcı bir yer belirleme imkânı olmadığını da beyan ederek fırsat eşitliği temin etmeyi ve böylece pazara olan ilgiyi artırmayı amaçlamış” (s.159) olduğunu da ifade ederek zamana uygun yeni fıkhi hükmün çıkarılmasında dikkate alınacak hususlara işaret etmektedir.
Corc Tarabîşî “Temel Gıda Maddelerinin Değişimi” (s.174) başlığı altında “Altı Eşya Hadisi” (s.175) olarak meşhur olan “Altın, Gümüş” (s.174) ve “Buğday, Arpa, Hurma ve Tuz” (s.175) maddelerinde değişimin cinsi cinsine de olsa aralarında oluşacak fazlalığın “Ribe’l-fadl/alışveriş faizi, fazlalık faizi” (s.174) vadeli alışverişlerdeki borçlanmalardaki fazlalık riba “ribe’n-nesîe /veresiye faizi” (s.174) gerekçesiyle ticari olarak yasaklanmıştır derken dinen haram sayılmış olduğunu geleneksel fıkı literatürüne dayanarak ortaya koymaktadır. Netice olarak kanaatini de “Malların peşin de olsa değişiminde fazlalığı yasaklayan bu hadisten klasik dönem fıkıhçılarının çıkardığı hüküm, aynı cins para veya malların birbiriyle peşin mübadelesinde bedellerden birindeki fazlalığın ‘riba’, Türkçedeki yaygın karşılığıyla “faiz” olacağıdır. Zaten buna ‘ribe’l-fadl/fazlalık faizi’ denmesi de bu yüzdendir. Buna göre, nicelik olarak ölçülebilen bu fazlalık; mallar arasındaki kalite, ayar veya işçilik farkından dolayı verilse bile faiz kapsamına girmektedir.” (s.175) şeklinde özetleyerek işlenmiş altının işçilik karşılığı tutularak kendi miktarından daha fazla miktarda altın ile mübadele edilemeyeceği gibi ayar farkı dolayısıyla 12 gr 18 ayar altının fazla verilerek 10 gr 22 ayar altın vs. ile değiştirilemeyeceğini örnek vermektedir (s.175). Cins ve hacim ölçülmesi, tartılabilirlik vasıflarına sahip “Buğday, Arpa, Hurma ve Tuz” (s.175) gibi gıda maddelerinin değişimi konusundaki faiz illeti hususunda Hanbelîler, İmamiye ve Zeydiye de Hanifeler gibi düşünmektedir (s.176).
Ali Bardakoğlu’nun “Metin, Tarih Ve Toplum Üçgeninde İslam’ı Yeniden Düşünmek” adlı kitabını okumadan önce Corc Tarabîşî’nin “Kur’an İslam’ından Hadis İslam’ına” adlı çalışmasının Prof. Dr. İbrahim Sarmış tarafından yapılmış tercümesini de okumak gerekir. Corc Tarabîşî bu kitabında Ayet’e dayan bir İslam anlayışında Sünnete dayana ve Ayet’e dayalı İslamı anlamaya sınır koyan bir Hadis ve sünnet anlayışına İslam toplumun nasıl dönüştüğünü ortaya koymaktadır. Ve Ali Bardakoğlu’nun yapmış olduğu “Naslar sınırlı, olaylar ise sınırsızdır; şer’i hüküm koymak Allah’ın yetkisindedir; nasların potansiyel yeterliliği ve olayların şer’i hükme naslarda lafız, mefhum ve anlam olarak bulunmaktadır; içtihat faaliyeti yeni bir hüküm koymak değil, mevcut nasları beyandan ibarettir, yani içtihat şer’i hükmü keşfedici ve ortaya çıkarıcı bir rol üstlenmiştir.” (s.203) tespit ile aynı tespiti yapmış olduğunu, hatta Ali Bardakoğlu örf ve kanunları da yeni durumda fıkhın içine alarak çıkış yolu olarak kullanmak gerektiği fikrine karşılık Corc Tarabîşî’nin İmam Şafii zamanında genişlemiş olan İslam Fıkıh uslunun onun ve takipçileri tarafından nasıl dondurularak sabitlendiğini ve hatta daraltıldığını okuyarak Ali Bardakoğlu’nun tespitleriyle söylem farkına rağmen maca nasıl örtüştüğünü okuyabilirsiniz.
Ali Bardakoğlu Hoca örnek olarak ele aldığı ticaret sahasında Kur’an ve Sünnet’te Mekke ve Medine döneminde yaşanılan olay ve olgulara karşı irad edilmiş nas ve hadislerden somut veya soyut beyanlardan çıkarılacak sonuçların “ilkeler” ve amaçlar” başlıkları altında toplanabileceğini ifade etmektedir (s.218). İlkeler; “Doğruluk ve Dürüstlük” (s.218), “Ahde Vefa” (s.219), “Karşılıklı Rıza” (s.220), “Asli İbaha ve Serbestlik” (s.220), “Açıklık ve Şeffaflık” (s.221), “Zararı Önleme ve Giderme” (s.221), “Hakkaniyet ve Erdemli Davranış” (s.222), “Örf ve Adet” (s.223), “Ticarete Teşvik” (s.223), “Helal Kazanç” (s.224)’tan oluşmaktadır. Ali Bardakoğlu bu ilkeleri sayarken bize yeni durumlara karşı fıkhi bir yeni hüküm ortaya koyacaksak gerekçesi bu ilkeler olabilir çünkü bu ilkeler ayet ve Hadislerin içinde mündemiç ilkelerdir. Allah ve Resulü bu gerekçelerle söz konusu ayetleri vahyetmiş ve hadisleri söylemiştir, demektedir. Amaçların da; “Adaleti Gerçekleştirmek” (s.225), “Ticaret Ahlakını Yerleştirmek” (s.226), “Bütüncül Bakış” (s.226), “Güven ve İstikrar Ortamını Sağlama” (s.228), “Ma’rufu Gözetme” (s.228), “Temel İnsan Haklarını ve İnsan Onurunu Koruma” (s.229), “Toplumun Ortak Yararını ve Kamu Düzenini Koruma” (s.230) olduğunu ifade etmektedir. Yani Ali Bardakoğlu Hoca yeni durumlara karşı yeni hükümler ihdas ederken amacımızın bunlar olması gerekir. Bunlar ayet ve Hadislerin içinde mündemiç amaçlardır. Allah Ayetlerini nazil ederken Resulü de Hadislerini söylerken bu amaçları gerçekleştirmeyi hedeflemişlerdi, demektedir.
Daha sonra “Veda Hutbelerinde Hukuk” (s.245) başlığı altında İslami Hukukun Uslu hakkında bireysel ve özel olay ile olgulardan genel değerlendirmeler yaparak kaideler nasıl çıkarılır olduğunu ortaya koymuş ve “Osmanlı Hukukunun Şer’iliği Üzerine” (s.261) yazısıyla da Osmanlı Hukukundaki örfi hukukun şer’iliğini ele almıştır.”Cumhuriyet Döneminde Din ve Hukuk” başlıklı yaz ile de günümüz laik siteminde hukuk düzenin ve bunu dini olup olmadığı hususlarında ilmi çerçevede değerlendirmeler yapmaya çalışmıştır.
Ali Bardakoğlu İslam Hukuku’nun “Kur’an ve Sünnette yer alan dini hükümleri değil [Akaide dair ve İbadetlerin Yapılış Usulleri Hakkındaki hükümler],Müslüman toplumlarda Kur’an ve Sünnet ışığında gelişen ve şekillenen geleneği, bilgi ve tecrübe birikimini, bireysel ve toplumsal yaşayış biçimini, daha doğrusu Müslüman toplumların hukuku” şeklinde tarif etmektedir. Müslüman toplumların hukuk kültür ve geleneği olarak ürettikleri kural ve bilgilerdir İslam Hukuku. Osmanlıda Şer’i hukukun yanında uygulanan “Örfi Hukuk, Osmanlı’da padişahların irade ve fermanlarına dayanan ve modern anlamda kanunilik özelliği taşıyan hukuk normları”dır (s.267). Ali Bardakoğlu haklı olarak Şer’i hukukun sınırlı bir alanı kapsadığı bunun da daha çok [iman meseleleri ve] ibadetlerle, helal ve haramla, uhrevi sorumlulukla yakından ilgili, ahlaki değerlerin açılımı niteliğindeki hükümler kapsamında kaldığı ancak geride kamu hukuku alanında bilinçli olarak büyük bir boşluğun bırakıldığı ve her toplumun örfi hukuk benzeri uygulamalar ile bu boşluğu doldurduğunu savunmaktadır.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde asıl tartışılan kanunların dinin mi yoksa beşerimi kaynaklı mı olması gerektiğidir. Çünkü seküler ve laik kanunlara karşı çıkanlar ile kanunların ayet ve hadislerin emrettiklerini yapmak, bu güne kadar ayet ve sünnette ve dahi ulama tarafından içtihat ve kıyas yoluyla hiç mevzu edilmemiş konularda da sessiz kalmayı savunalar arasında bir uzlaşma olmamıştır. Kanunları sadece dini ilimler denilen (Fıkıh, kelam, akaid, hadis, tefsir) eğitimi almış, ancak tarih, modern hukuk, sosyoloji, felsefe ve pozitif bilimlerden bihaber olan ulema mı yapmalı, yoksa tarih, modern hukuk, sosyoloji, felsefe ve pozitif bilimler eğitimi de almış, İslam’ı bilen ve yaşayan ve İslam ile bütünleşmiş İslam medeniyet ve kültürünün hepsine ilk günden günümüze kadar aklıselim ürünü mevcut haline saygılı bilim adamları mı yapmalıdır? İşte tam burada Ali Bardakoğlu hocanın “Metin, Tarih Ve Toplum Üçgeninde İslam’ı Yeniden Düşünmek” kitabının devreye girdiğini görmekteyiz. Ali Bardakoğlu Hocanın bu kitapta baştan beri anlattıklarından anlayacağımız Kur’an ve Sünnette bulunan hükümler muhafaza edilmekle birlikte tam bir teslimiyet içinde İslami bir şuur ile yaşayan insanların üretimi olan ve adı Mar’uf olan, toplumsal sağduyunun, aklıselimin ürünü örf ve adetlerin, Padişah irade ve fermanlarından oluşan örfi hukuk vs. ile üretilen kanunlar da dini kaynaklı kanun sayılır ve İslam hukukuna dâhildirler. Bunun için sadece İslam devletlerindeki hukuk üretecek bilim insanlarının dine karşı olmamaları özellikle de İslam inancını reddetmemeleri, İslam’a imandan sonra amel ile takviye edip hayatlarını düzene koyan insanlar olmaları yeterlidir. Ancak bizim daha farklı olarak âcizane önerimiz. Her İslam ülkesi bir kanun yapma kurulu oluşturmalı. Bu kurulda modern ilahiyat fakültelerinde fıkıh, kelam, akaid, hadis, tefsir eğitimi almış ulema ile tarih, modern hukuk, sosyoloji, antropoli, kültür tarihi, felsefe ve pozitif bilimler alanında yetişmiş Müslüman bilim adamları birlikte yer alıp, Kur’an ve Sünnet ışığında aklıselimin süzgecinden geçirerek toplumun ihtiyacına uygun çeşitli ve alternatifli kanun metinleri hazırlayıp meclise sunmalı ve meclis de bu metinleri tercih ederek kanunlaştırmalıdır. Tarihimizdeki yanlış uygulamalar olarak İslam dışı milletlerin kendi dini kültürlerine dayanarak çıkarmış oldukları kanunların tercümesi nasıl yanlışsa, bütün olumsuzluklara rağmen dini bir nasa dayalı olarak İslam toplumuna hitap eden bir meri kanuna konulmuş zinanın suç sayılması hükmünün yaslardan çıkarılması da yanlıştır. Kanunlar Türk İslam toplumunun dini inancına, örf anane ve ahlaki yapısına uygun olmalıdır.
Ali Bardakoğlu Hoca bu kitabında “İslam Devleti” (s.301) tabirinin yanlış kullanıldığını, bu tabirin de batılıların daha sonradan bütün Müslümanların tarih boyunca oluşturdukları kültürü ifade etmek için üretildiğini, aslında Müslümanların kendi kurdukları devletlere doğru olarak Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı gibi adlar verdiklerini ve bununla da hanedanlıkları kastettiklerini, doğrusunun “Müslümanların Kurdukları Devlet” olabileceğini, aslında İslam’ın da Müslümanların yaşantısından farklı olduğunu, Müslüman’ın Allah’ın indirdiği İslam’dan anladığını hayatında uyguladığını ve Müslümanların yaşadığı coğrafyada farklı farklı İslam uygulamaları olduğu, Kur’an’da bir devlet kurma ile ilgili ilahi bir buyruğun olmadığı ancak adil olmak gerektiği ile ilgili ilahi buyruğun bulunduğu ortaya konulmaktadır.
Ali Bardakoğlu Hoca kitabında defalarca yer verdiği “dinin asılları Kur’an ve Sünnet” (s.306) ifadesiyle çağımız Müslümanlarının iki farklı tartışmasına ışık tutmaktadır. Birincisi günümüzde sık kullanılarak yanlış uygulamalardan sakındırmayı amaçlayan “Kur’an Müslümanlığı” tabirinin İslam’ı daralttığına işaret etmekte, ikincisi de Hadisler için uydurma denilerek topyekûn reddine karşı çıkmakta ve Peygamber efendimizin sünnetinin İslam’ın doğru anlaşılıp uygulanmasında yol gösterici, açıklayıcı ve tatbik edilişi, uygulaması olduğunu beyan etmektedir.
Sonuç olarak Ali Bardakoğlu Hoca “Metin, Tarih Ve Toplum Üçgeninde İslam’ı Yeniden Düşünmek” adlı kitabında Ma’ruf olarak adlandırdığı toplumsal sağduyu, yerel örf ve ananeler, adetler ve nihayet şeriatın makul gördüğü her şeyin Fıkhı hüküm çıkarmak için bir yol olduğunu ve bu yolla çıkarılmış olan hükümlerin de Akait ve ibadetlerin yapılışıyla ilgili buyrukları haricindeki dini hükümler olara görmektedir. Ali Bardakoğlu Hoca bir adım daha ileri giderek İslam emir ve buyrukları içinde Müslüman’ca yaşamaya çalışan İslam milletlerinin ülkelerindeki düzeni sağlamak için yapmış oldukları beşeri, günümüz medeni kanunlarının da bu hükümde olduğunu, yani İslam Fıkhı mahiyetinde olduğunu düşünmektedir.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.