Bir Türk oryantalisti
M. Orhan OKAY 01 Ocak 1970
Bundan otuz yedi yıl evvel, 1966 Ekim’inin 20’sinde vefat eden hocam Profesör Ahmet Ateş’ten bahsedeceğim. Oriyantalist sıfatını bugünün siyasî edebiyatında olduğu gibi pejoratif bir manada değil, Doğu dil ve edebiyatları üzerinde, Doğululuğunu hissettirmeyen bir tarafsızlıkla çalışan ilim adamı manasında kullanmak istedim.
Ben üniversite hayatıma Vezneciler’deki Zeynep Hanım Konağı’nın yanmasından sonra Edebiyat Fakültesi’nin geçici olarak taşındığı Fındıklı’daki sahil–sarayda başlayıp iki yıl sonra Vezneciler’deki yeni binasında devam ettim. Sultan Abdülmecid’in, kızları için yaptırmış olduğu bu çifte saraylardan birinde Güzel Sanatlar Akademisi, diğerinde Edebiyat Fakültesi öğretim yapıyordu. O yıllardaki yerli–yabancı çok değerli hocaları, denizi gören sınıflarındaki nakışlı tavanlara akseden dalgaların ve güneşin binbir ışık oyunu, teneffüs ve öğle aralarında rıhtımda arkadaşlarla sohbet ve yürüyüşler arasında tahsilimin de güzel hatıralarla dolu yıllarını geçirdim. Bir sömestr felsefe okuduktan sonra Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne burada geçtim. O yıllardaki yönetmelik gereği başka bir bölümün derslerinin alınması mecburiyeti sebebiyle Avrupa ve İslâm sanat tarihi sertifikalarına burada devam ettim ve o pencereleri perdeyle karartılan dershanelerde, amfilerde bugüne göre çok ilkel projeksiyonlarla, diyapozitiflerin aksettiği beyazperdede yerli ve yabancı hocaların ellerinde uzun çubukla resim ve mimarî sanatının şaheserlerini gösterip yorumladıklarını burada dinledim. Bölümlerin dersleri tabii olarak daima birbiriyle karşılaştığından bu mahzuru ortadan kaldırmak için öğrencinin bulduğu yol, bu ikinci bölümü çok defa ders saati nisbeten az olan bir alandan seçmek oluyordu. O yüzden bir süre sonra ben Türkoloji’den birkaç arkadaşımla beraber Arap–Fars Dilleri ve Edebiyatı, nâm–ı diğer Şarkıyat bölümünü seçtik. Bu bölümün derslerinin kaç saat olduğu şimdi hatırımda değil; ama sadece bir doçenti ile bir okutmanı bulunduğunu iyi hatırlıyorum. Doçent, Fakülte’nin ilk Türk şarkıyatçısı Ahmet Ateş’ti, okutman da son derece faziletli bir insan olan İhsan Örücü’ydü. Ayrıca Türkoloji bölümünde ders veren ve Afganistan kral ailesinden olan Abdülvehhab Tarzi Farsça, Tarih Bölümü hocalarından Mükremin Halil de İslâm tarihi dersleri veriyordu. Bütün dört sınıfındaki öğrenci sayısı da ondan fazla değildi. Bu demektir ki, belki bazı sınıflarında hiç öğrencisi yoktu. Derslerde de öğrenci sayısı beşi geçmezdi.
Binanın cümle kapısından girince tam karşıya gelen ve büyük salonunun sonradan cam bir bölmeyle ayrılmasıyla uydurulduğu belli olan yedi numaralı dershane on beş–yirmi kişiden fazla almamakla beraber öğrencilerin ve galiba bazı hocaların da itibar ettikleri bir sınıftı. Yerden tavana geniş pencereleriyle yukarıda anlattığım deniz keyfini bu odada çıkarırdık. Dört–beş öğrenci ile ders nasıl olacak? Dershanede kürsü filân da olmadığından hocayla beraber bir masanın etrafına toplanır, adeta bugünkü doktora sınıfları gibi, yer yer diyaloglarla dersi devam ettirirdik.
Yedi Numara’da, iki yıl boyunca vapur düdüklerini, çatana patpatlarını, martı çığlıklarını ve rıhtıma vuran dalga şırıltılarını dinleyerek, mevsimine göre lacivertten siyaha dönüşen denizi, griden maviye açılan gökyüzünü, o yıllarda yeşillikler arasında seyrek yalıları ve dağ köşkleri görünen karşı kıyıları, tepeleri, koruları seyrederek ders dinledik. Dinledik mi, yoksa Tanpınar’ın dediği gibi “bir hülya adamı” mı olduk, bilmiyorum. Yalnız bildiğim, baharın en güzel günlerinde bile Ahmet Ateş’in sınıfa girer girmez, ona dersi engelleyen birer gürültü gibi gelen bu sesleri işitmemek için pencereleri kapattırmasıydı.
Şair Tanpınar’ın dersleri denizin hemen üzerindeki bu sal gibi dershanenin romantizmini tattırmaya yakışıyordu. Ama Ahmet Ateş’in dersi programlı ve disiplinliydi. Bizim gözümüzde o, Fakülte’nin en ciddi hatta derste en az gülen iki hocasından biriydi. Diğeri de dil hocamız Doçent Sadettin Buluç. Derste dedim; çünkü sonraki yıllar bu her iki hoca ile de yurt gezilerine çıkmış, böylece ders dışında onların unutamadığımız yol arkadaşlıklarını da tatmıştık.
Arap–Fars Bölümü’nün hatırımda kaldığı kadar esas iki öğrencisi vardı. Bunun dışında benim gibi başka bölümlerden gelen Türkoloji’den Ali Karamanlıoğlu ve Şinasi Tekin, Tarih Bölümü’nden Muammer Kemal Özergin’i hatırlıyorum. Hatırlayamadıklarımla beraber bu sayının nihayet iki elin parmaklarını geçmediğini yukarıda söyledim. Eğer Yedi Numaralı dershanede başka bir ders yapılıyorsa o zaman dersimizi Hoca’nın odasında yapardık. Burası da Fakülte’nin yine cümle kapısından girildiğinde, merdivenlerin hemen yanındaki dar bir odaydı. Üstelik Ateş bu odayı Mehmet Kaplan’la ve şimdi hatırlayamadığım diğer bir hocayla paylaşıyordu. Genellikle öğleden sonra olan bu derslere başlamak için Ali, Muammer ve Şinasi’yle birlikte dışarıda, Hoca’nın kahvesini bitirmesini ve kapıdan başını uzatarak bize “el etmesini” beklerdik. Vezneciler’deki yeni binamıza geçtikten sonra ise Hoca, hemen bütün derslerini İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin alt katındaki, zeminden tavana kadar kitapla dolu Şarkıyat Kitaplığı’nda yapmayı tercih etti. Ders esnasında bir problem olduğu zaman hemen raflara uzanıyor, adeta el yordamıyla istediği kitabı ve sayfayı açarak aradığı ibareyi işaret ediyordu. Öğrenci psikolojisi ve şaşkınlığıyla bir gün bu alışkanlığı nasıl kazandığını sorduğumuz zaman, asistanlığının daha ilk günlerinden itibaren hocası Ritter’in onu bu kütüphaneye sokarak, en üst sıradan başlayıp bütün kitapları, muhtevasına da hakim olmak şartıyla fişlemesini istediğinde, bu işin asistana değil kütüphane memuruna ait olduğunu düşünerek nasıl bozulduğunu; ama gene de uslu bir çömez gibi itaat ederek işe giriştiğini hikâye ettikten sonra şunları ilâve etti: “O sırada önemini idrak edemediğim bu işe beni koşturduğu için şimdi Ritter’e ne kadar minnettarım. Çünkü çalışacağım alana ait, bazılarına bir daha bakmayacağım pek çok kitabı o vesileyle elime almıştım. Şimdi kafamdaki bilgilerin, bilhassa bibliyografya müktesebatımın pek çoğunu o küçümsediğim kütüphane memurluğuma borçluyum”.
Ahmet Ateş’in geçirdiği bu tecrübe beni, bir ilim adamının yetişmesi için bir süre gerçekten kütüphane memurluğu hatta belki kitapçı, sahhaf tezgâhtarlığı yapmasının faydasına inandırmıştı. Ahmet Ateş, o yıllarda üniversiteye pek çok ilim adamı vermiş olan Yüksek Muallim Mektebi ve Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu idi. Öğrenciliği döneminde Fakülte’de henüz Arap–Fars Bölümü bulunmuyor, sadece Türkoloji bölümünde yardımcı ders olarak Arapça ve Farsça okunuyordu. Ahmet Ateş, değerli bir şarkıyatçı olan Ritter’in iyi bir öğrencisi olarak yetişmiş, sonra da onun asistanı olmuş. Ritter Almanya’ya döndükten sonra da önce Arapça ve Farsça kürsülerinin kurulmasında, sonra da müstakil bölüm haline gelmesinde Ateş’in himmeti ve gayreti büyüktür. Bizim öğrenciliğimiz yıllarında da önce Farsça kürsüsüne Tahsin Yazıcı’yı, sonra da Arapça kürsüsüne Nihat Çetin’i asistan olarak o almıştır. Bugün hayata olmayan her ikisi de kendi alanlarında çok değerli hizmetlerde bulunmuşlardır.
Öğrenciliğimiz üzerinden bir süre geçince, bütün sevdiklerimiz gibi Ahmet Ateş de ders dışı sohbetlerine katıldığımız, hatta evlerine gittiğimiz hocalar arasında girdi. Kız kardeşi Yadigâr Yüksek Öğretmen Okulu’ndan arkadaşımdı. Daha sonra bizden birkaç yaş büyük olan erkek kardeşi edebiyat öğretmeni Mustafa Ateş’i tanıdık. O yıllarda üniversite hocalarının, yaz tatillerinde yanlarına birkaç öğrenci alarak Anadolu kütüphanelerini gezip bazı araştırma ve tespitlerde bulunmaları için tahsisatları olurdu. Bunun hoca için olduğu kadar öğrenciler için de ne kadar faydalı olduğunu ifadeyi gereksiz bulurum. 1954 Temmuz’unda Arap–Fars Bölümü’nün böyle bir gezisine Fakülte’den birkaç arkadaşımla beraber katılmıştım. O sırada yeni asistan olan Nihat Çetin’in edebiyat öğretmeni olan eşi ile henüz kucaktaki oğlu Celalettin’in, Afyon’da da Ahmet Ateş ile eşi edebiyat öğretmeni Fikret Hanım ve ilkokuldaki oğulları Ertunga ve Toktamış’ın katılmalarıyla, uzun yıllar unutamadığımız ve bir araya geldikçe andığımız çok zevkli bir aile gezisi olmuştu. İşte Afyon, Tavşanlı ve Kütahya’yı içine alan bu gezide, gündüzleri aynı ciddiyetle kütüphanelerde çalıştığımız Ateş’i, akşamları çocuklarıyla şakalaşan, Fikret Hanım’ın açık açık zar tutarak, değiştirerek oynadığı tavlada gayet munis bir tavırla yenilmeyi benimseyen, Nihat Çetin’in fırsatını bulup aralara sokuşturduğu fıkralardan kendini zor tutup patlarcasına gülen bir büyük arkadaş olarak gördük.
Ateş’in Fakülte’deki derslerinde programlı ve ciddi olduğunu söylediğim hocalığına tekrar dönmek istiyorum. O, klasik manasıyla gerçek bir gramerci ve edebiyat tarihçisiydi. Farsça için Abdülvehhab Tarzi ile müşterek yazdıkları grameri, Arapça için de Ücrumiye’yi kullanır, öğrencilerine de bunları tavsiye ederdi. Bununla beraber biz, o yıllarda Sahhaflar çarşısında kolay bulunan ve bizden önceki neslin rüşdiye sınıflarında okudukları Muallim Feyzi’nin Zeban–ı Farisî’sini, Hacı Zihni Efendi’nin el–Müşezzeb ve el–Muktadab’ını da takip ederdik. Hoca, Arap ve Fars edebiyatı tarihlerini ise tamamen kronolojiye bağlı kalarak ve her müellifin biyografisini ihmal etmeyerek takrir ederdi. Örnek okumalarında ise zannederim riskli saydığı hiçbir estetik ve poetik yoruma sapmaksızın, sağlam ve güvenilir bir yol olan metin tercümesi ve şerhini tercih ediyordu.
Ahmet Ateş’le beraber çoğu vefat etmiş olan hocalarıma ve arkadaşlarıma rahmet vesilesi olmasını diliyorum.