Kishi Ryoichi’nin bize öğretmesi gereken ders neydi?
A. Turan Alkan 01 Ocak 1970
Körfez köprüsünde mühendis olarak çalışan Japonya vatandaşı Kishi Ryoichi’nin harakiri yaparak intihar etmesi son derece dramatikti.
Bu haber hemen herkesin dikkatini çekti, etkiledi ve üzüntüye yol açtı. Diğer taraftan, bir ‘iş kazaları cenneti’ manzarası gösteren yurdumuzda, sonunda kimsenin ölüp yaralanmadığı bir kazada bir ecnebî çalışanın, suçu başkalarına atarak sorumluluktan sıyrılmak yerine sorumluluğu tek başına üstlenip kendini cezalandırması tam mânâsıyla anlaşılamadı; çünkü bizde kamu ahlâkı sorumluluk üstlenmekten çok kabahati başkalarına atmak, eğer mümkünse bir komplo teorisi icad ederek anlamı buharlaştırmak üzerine kurulu.
TÜRK KÜLTÜRÜ, JAPON KÜLTÜRÜNÜ DÖVER Mİ?
Dramatik olayda anlaşılması gereken birden çok katman var. İlki, geleneksel Japon kültürünün harakiri (Seppuku) âdeti. Savaşçı Samuray sınıfına mahsus bu intihar biçimi, savaşta yenilen kişinin onurunu kurtarmak için başvurduğu yol olarak biliniyor fakat modern Japonya’da bu gelenek hâlâ yaşıyor. Mühendis Ryoichi’nin intiharı, -savaşmak söz konusu olmadığına göre- sorumluluğu altında yapması gereken işteki başarısızlığı; halbuki bizde iş kazaları, özellikle cana zarar vermemişse, “Sağlık olsun; cana geleceğine mala gelsin; can cümleden aziz!” şeklinde bir izahla geçiştirilir. İş kazası veya işin yerine getirilmesinde gösterilen ehliyetsizlik veya ihmâl onursuzluk sayılmaz. Bu da bizim kültür değerimiz işte!
Ryoichi yabancı bir toprakta, başka bir halkın kullanacağı köprünün inşasında çalışıyordu ve zihnine takılan başarısızlık saplantısını telafi edip gidermek için Türk mantığını öğrenip uygulaması kâfiydi. Aksini yaptı; muhtemelen firmasını, ailesini, arkadaşlarını ve belki de en kuvvetli ihtimâl olmak üzere ‘kendisine duyduğu saygı’yı düşündü.
Cenab-ı Hakk’ın rahmeti büyük. Ryoichi’yi unutmamak, unutturmamak lâzım. Körfez köprüsü hizmete girerken ihâleden sorumlu bakanlığın görünür bir yere Ryoichi’nin heykelini diktirmesi ve bir plaketle hatırasını onurlandırması çok iyi bir jest olur.
Ne var ki bu jest, ister istemez ahlâki bir gönderme taşıyacağı için bizimkilerin bu fikre sıcak bakmayacağını tahmin ediyorum. O ahlâki göndermenin mesajı şudur:
-İşim onurumdur!
ARA NOTU:
Bu satırların kaleme alınmasından bir gün sonra Yalova Belediyesi Ryoichi adına bir onur anıtı yapılacağını ve Yalova’nın görünür bir yerinde konulacağını açıkladı. Yalova Belediyesi’ni bu hassas düşüncesinden ötürü kutlarım; keşke projenin sahibi sıfatıyla hükümet de aynı hassasiyeti göstermiş olsaydı!
İŞİMİZ SADECE
GEÇİMLİĞİMİZ MİDİR?
Bizde böyle bir değer yargısı yok. Biz, işimize ‘geçimlik’ olarak bakarız; işimiz, hayatın geri kalanını idame ettirmek için katlanmamız gereken bir sıkıntı, bir fedâkârlık gibi görünür. Bunda, çoğumuzun istemediği, ummadığı, katlanmak zorunda kaldığı işi yapıyor olmasının bir hissesi vardır. Türkiye’de, “Ben işimi seviyorum arkadaş” diyene pek rastlanmaz. İşinden memnun olanlar genellikle iyi kazandığı ve az çalıştığı için işlerine karşı bir sıcaklık hissederler. İşimizle, varoluş sebebimiz arasında bir bağıntı kurmayız.
MESLEKSİZLİK!
Ünlü yazar Çetin Altan köşe yazılarında sık sık bu konuya yer vererek Türklerin ekser itibarıyla mesleksiz bir topluluk olduğunu ileri sürerdi. Ona göre insanın, hayatını anlamlandıracak ve hayatının rüknü sayılabilecek bir mesleğe aşkla, saygıyla ve sorumluluk duygusuyla bağlı olmaması yüzünden “Ferdiyet” yani şahsiyet inşâsında yetersizlik çekiyorduk ve bu durum, temelinde ‘kendinin ne idüğü’ hakkında esaslı bir fikir sahibi olan fertler rejimi mânâsında demokrasiyi de çok kırılgan hale getiriyordu. Demokratik rejim, kişinin kendine dair kısa vadeli çıkar hesaplarının ötesinde katkıda bulunması gereken âdil ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir rejim olarak fertten fazilet taleb eder. Mesleksizlik yüzünden ‘geçimlik’ ön plana çıkıyor zira mesleksiz anlamında niteliksiz biri için hayatı idame ettirmek ilk zaruri ihtiyaçtır. Bu noktada işsizlikle mesleksizliği birbirinden ayırmak lâzım. Türk toplumunun görünen en büyük sıkıntısı hâlâ işsizliktir ve yüksek işsizlik oranları, insanların meslekleriyle aralarında sahici bir bağ kurmasını erteleyip durmakta.
YERİ GELİNCE İstİFA EDEBİLMEK, DÜŞKÜNLÜK DEĞİL ERDEMDİR!
Belki değil, muhakkak ki o yüzden, ‘sorumluluk gereği istifa’ müessesesi bizde nerdeyse hiç işlemiyor; özellikle sorumluluk taşıdığı görevlerde başarısızlığa uğrayan politikacılarımız arasında istifa edene rastlamak neredeyse imkânsız.
Soma faciası daha dün gibi; 301 maden işçisinin canına mal olan kaza bir şekilde kapatıldı, unutturuldu ve izleri tamamen silindi. Bu faciada hiçbir politikacı, “Zincirleme sorumluluk gereği, doğrudan dahlim olmamasına rağmen istifa ediyorum; belki benden daha duyarlı ve dikkatli birisi olsaydı bu facia önlenebilirdi; herkesten özür diliyorum” diyerek istifa etmedi; aksine bu kazâdan akıllarda iki unutulmaz fotoğraf kaldı: İlki, protestocu bir vatandaşı tekmeleyen başbakan danışmanının yüzündeki nefret ifadesi! İkincisi ise dönemin başbakanı ile bir vatandaş arasında yaşanan arbede!
Biz Türkler, artık 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamaya doğru giderken ‘İş ahlâkı’ kavramıyla yüz yüze gelmeliyiz. Bu kavram okullarda ders olarak okutulmalı, câmilerde hakkında vaaz verilmeli. Toplum ve kanaat önderleri kavramı sahiplenmeli.
Ahlâk’ın dinden kaynaklandığı görüşünü savunan birisiyim, fakat yarım yüzyılı geçkin hayatımda iş ahlâkının dinî bir kavram olarak tavsiye ve telkin edildiğine şahit olmadım. Batılı toplumlarda iş ahlâkı çok yüksek; belki bu kavramı ‘iş disiplini’ şeklinde anlıyor ve yorumluyorlar; ne olursa olsun iş ahlâkı konusunda bizim ‘gayrimüslim’ diye nitelerken biraz da küçümsediğimiz batılıların işleri konusunda gösterdikleri titizlik ve dikkati takdir ve kabul etmemiz gerekiyor. Batılılar iş ahlâkını belki dinî bir vecibeden çok endüstriyel üretim ve rekabete dayalı uluslararası ticaretin bir gereği olarak benimsiyorlar. Menşei ne olursa olsun, iş ahlâkı, İslâm’ın va’zettiği ahlâkın kapsamındadır; onu görünmez kılan şey bizim lâkaydimiz.
Ahlâk kavramının içinden ‘iş ahlâkı’nı çıkardığımızda geriye ne kalıyor dersiniz; merak edenler, hâl-i pür melâlimizi bir de bu nazarla tetkik etsinler!