BEYZÂVÎ
Yusuf Şevki Yavuz 01 Ocak 1970
Nâsırüddîn Ebû Saîd (Ebû Muhammed) Abdullah b. Ömer b. Muhammed el-Beyzâvî (ö. 685/1286)
Müfessir, Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi.
Şîraz kadılkudâtlığı yaptığı için “Kadî” ve “Kadılkudât” diye de tanınır. Şîraz yakınlarındaki Beyzâ kasabasında dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber 100 yıl yaşadığını bildiren rivayet (İbn Habîb el-Halebî, I, 57ª) doğru kabul edilirse hicrî 585 (1189) yılı civarında doğduğu söylenebilir. Çocukluğu Beyzâ’da geçti. Babasının, Fars atabegi Ebû Bekir b. Sa‘d tarafından başşehir kadılkudâtlığına tayin edilmesinden sonra ailesiyle birlikte Şîraz’a gitti ve hayatının çoğunu burada geçirdi. Fars emîrinin Moğollar’la iyi geçinmesinin bir sonucu olarak Moğol istilâsından kurtulmuş bulunan ve bu sebeple de istilâdan kaçan komşu ülkelerin âlimlerine sığınak teşkil eden Şîraz’da geniş bir ilmî çevre buldu. Babasından icâzet aldıktan sonra herhangi bir ilmî seyahate gerek kalmadan kendi memleketindeki Ehl-i sünnet âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Bizzat kendisi Hz. Peygamber’e kadar varan bir ulemâ zinciri sayarak bağlı bulunduğu ilmî silsileyi zikreder (el-Gayetü’l-kusvâ, I, 184). Bununla beraber babasının dışında doğrudan kendilerinden faydalandığı hocalarının kimler olduğu hakkında fazla bilgi yoktur. Bazı kaynaklar onun Bağdat’ta da öğrenim gördüğünü kaydeder. Hocaları arasında Nasîrüddîn-i Tûsî ve Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin bulunduğu nakledilirse de bu uzak bir ihtimaldir (bk. Ali Muhyiddin el-Karadâği, I, 64-65).
Babasının vefatından sonra Fars Emîri Abaka tarafından Fahreddin eş-Şîrâzî’den boşalan Şîraz kadılkudâtlığına tayin edilen Beyzâvî (673/1274-75) bir müddet bu görevde kaldı, bir taraftan da talebe yetiştirdi. Kemâleddin el-Merâgı, Abdurrahman b. Ahmed el-İsfahânî, Ahmed b. Hasan el-Cârberdî ve Zeynüddin el-Henkî (??????) (veya Hebkî) meşhur talebelerindendir. Çeşitli ilim meclislerinde katıldığı münazaralarla ün kazandı. Çağdaşlarından İbn Mutahhar el-Hillî ile yazılı münazaralarda bulunarak ona karşı üstünlüğünü kabul ettirdi. Kadılık görevinde fazla titiz ve bir anlamda müsamahasız davrandığı için bu makamdan azledilmesi üzerine muhtemelen 680’de (1281) Fars’ın yeni başşehri olan Tebriz’e gitti. Sübkî’nin kaydettiğine göre (Tabakat, VIII, 158) burada vezirin de hazır bulunduğu bir ilim meclisine katılarak ilmî vukufunu gösterdi; vezirden tekrar Şîraz kadılığına tayin edilmesini istedi. Onu takdirle karşılayan vezir bu isteğini yerine getirdi. Bir müddet daha bu görevi sürdürdükten sonra kadılıktan ayrılarak Tebriz’e yerleşti ve ömrünün geri kalan kısmını ilim, ibadet ve riyâzetle geçirdi. Bazı kaynaklara göre ise Tebriz’de karşılaşıp sohbetlerinden faydalandığı şeyh Muhammed b. Muhammed el-Kütahtâî’den (?????????) (veya el-Kühcânî) kadılığa tayini için vezir nezdinde teşebbüste bulunmasını rica etmiş, o da kendisini ziyarete gelen vezire Beyzâvî’yi göstererek, “Şu yanındaki adam cehennemden seccade kadar bir yer talep etmektedir” diyerek kadılığa iade edilmesini istemiş, vezir de şeyhin emrini derhal yerine getireceğini söylemiştir (Keşfü’z-zunûn, I, 187). Ancak Beyzâvî şeyhin bu anlamlı sözlerinden etkilenerek talebinden vazgeçmiş ve tasavvuf yoluna girip kalan ömrünü Tebriz’de eser telif etmekle geçirmiştir. Beyzâvî’nin vefat tarihi konusunda 641 (1243) ile 716 (1316) yılları arasında değişen çok farklı rakamlar verilir. Ancak kaynakların çoğu onun 685 (1286) yılında Tebriz’de vefat ettiğini belirtir.
İlmî Şahsiyeti. İslâmî ilimlerin hemen hepsine dair birçok eser telif ederek “allâme” unvanını kazanan Beyzâvî’nin güçlü bir ilmî şahsiyeti vardır. Hayatından bahseden müellifler onun ileri derecede ilmî kabiliyete ve geniş bir kültüre sahip olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Daha çok tefsir, kelâm, fıkıh ve usûl-i fıkıh sahasında meşhur olmuştur.
a) Tefsir İlmindeki Yeri. Tefsir din ilimlerinin başı ve temel dayanağıdır. Kur’an’ı tefsir etmek için bütün dinî ilimler yanında Arap edebiyatını da iyi bilmek gerekir. Tefsir âyet, hadis, sahâbe sözü, dil kaideleri ve ulemânın görüşleri dikkate alınarak yapılmalıdır. Bir îcaz (ihtisar) harikası kabul edilen Envârü’t-tenzîl adlı eseri onun tefsirciliğini gösteren en önemli kaynaktır. Beyzâvî bu eserinde kendisinden önceki başlıca tefsir kitaplarını ustaca özetlemiş, âyetlere getirdiği yorumlar yanında dil kaidelerine dayanarak yaptığı açıklamalarla da büyük bir müfessir olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte Beyzâvî’nin müfessirliği şu noktalarda eleştirilmiştir: 1. Âyetlere verdiği mânalar birbiriyle çelişmekte ve bazı hatalar ihtiva etmektedir. 2. Sûrelerin sonunda zayıf hadislere yer vermiştir. 3. Âyetleri felsefî yorumlara tâbi tutmuş, Kur’an’ı re’y* ile açıklayıp rivayet yolunu terketmiştir. 4. Mecaz ve kinayelere dayanarak yaptığı bazı te’viller sebebiyle Sünnî tefsir çizgisinden çıkmıştır. 5. Az da olsa İsrâiliyat’a yer vermiştir. Âmilî’nin Beyzâvî tefsirinde hatalı ve çelişik bulduğu bilgiler, resulün tarifi meselesiyle Tevrat’ın Hz. Mûsâ’ya Firavun’un ölümünden önce veya sonra nâzil olması ve Hz. Süleyman’ın Beytülmakdis’i yapmasından önce veya sonra hacca gitmesi gibi önemli olmayan tarih ihtilâflarına dairdir (Envârü’t-tenzîl, III, 63, 291, 389, 404, 490; IV, 84); dolayısıyla tefsirinde bu nevi konularda birkaç hata bulunsa bile bunlar onun tefsirciliğine gölge düşürecek ağırlıkta değildir. Kâtib Çelebi Beyzâvî’nin tefsirinde zayıf hadisler bulunduğu meselesine temas ederek kalp gözü açılmış ve rabbinin ilhamlarına mazhar olmuş bir âlim olan Beyzâvî için cerh ve ta‘dîl* kaidelerini kullanmanın isabetli olmayacağını savunur ve tefsirine aldığı hadislerin kabul edilmesini ister (Keşfü’z-zunûn, I, 188). Ancak bu savunmayı hadis usulü açısından kabul etmek mümkün değildir. Üçüncü tenkit, özellikle Beyzâvî’ye değil genel olarak dirâyet metoduna karşı yapılan bir tenkit olduğu için burada önemli değildir. Esasen dirâyet metodu birçok âlimin câiz görüp kullandığı bir tefsir tarzıdır ve Beyzâvî de bu metodu kullanabilecek seviyede bir âlimdir. Mecaz ve kinayelerin ışığı altında âyetlere getirdiği yorumlar dolayısıyla Sünnî bir müfessir sayılamayacağı şeklindeki itirazın da ilmî değeri yoktur. Meselâ meleklerin arşı “taşımalarını” ve etrafında “dönmelerini” (el-Mü’min 40/7), onu korumaları ve işleriyle ilgilenmeleri tarzında açıklaması Ehl-i sünnet anlayışına aykırı bulunmuştur. Halbuki bu yorum belâgat ilmine göre uygun bir açıklamadır. Nitekim “haml” (taşımak) Kur’an’da bu mecazî mâna ile kullanılmıştır (el-Ahzâb 33/72). Molla Gürânî’nin, adını zikretmeden Beyzâvî’ye yönelttiği tenkitler ise (Gayetü’l-emânî, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 26) müellifi bilinmeyen el-Fütûhâtü’r-rabbâniyye fî def‘i’ş-şübühâti’l-Kur’âniyye (Lâleli, nr. 3653/ 5) adlı risâlede cevaplandırılmıştır. Daha o zaman dünyanın yuvarlak olduğunu tefsirinde belirterek (I, 186) tabii ilimlerdeki vukufunu da gösteren Beyzâvî kendisinden sonra gelen müfessirlere kaynak teşkil etmiş (Elmalılı, X, 508) ve tefsirdeki şöhreti günümüze kadar ulaşmıştır.
b) Kelâm İlmindeki Yeri. Kelâmı dinî ilimlerin temeli kabul eden (Tavâli‘u’l-envâr, s. 8) ve bu ilimle uğraşmayı bir vecîbe sayan Beyzâvî aynı zamanda önemli bir kelâm âlimidir. Ayrıca felsefî kültürün yaygın olduğu bir dönemde yaşadığı için felsefe ile ilgilenmiş, kendisinden önce Râzî ile Âmidî’nin başlattığı felsefe ile kelâmı birleştirme işini daha da ileri götürerek iki ilmin meselelerini birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde birleştirmiştir (İbn Haldûn, s. 430). Onun oldukça ileri derecedeki bu eklektik metodu daha sonra Teftâzânî ve Cürcânî’yi de etkilemiştir. Beyzâvî’nin belli başlı kelâmî konularla ilgili bazı görüşleri şöyledir: Allah’ın varlığı, âlemin hâdis* ve mümkin* oluşu (Tavâli‘u’l-envâr, s. 322) ve değişikliklere mâruz kalması (Envârü’t-tenzîl, I, 695) yoluyla ispat edilebilirse de mahiyeti idrak edilemez; zira O sonlu ve mürekkep bir varlık değildir. Zâtını niteleyen (haberî) sıfatların da mahiyeti bilinemez (Tavâli‘u’l-envâr, s. 378; Envârü’t-tenzîl, II, 245). Bu sebeple de O’nun âhirette görülmesinin nasıl olacağı dünya şartlarıyla kavranamaz. Allah’ın sıfatlarını zâtından ayrı olarak düşünmek mümkündür ve bu O’nun birliğine halel getirmez (Tavâli‘u’l-envâr, s. 362). Kulların sorumlu tutulabilmesi için fiillerini Allah’ın yaratmasına bağlı olmadan yapabilmeleri gerekli değildir. Kulun, fiilin meydana gelmesinde kısmî etki yapacak bir güce sahip bulunması sorumlu tutulması için yeterli sebeptir (Envârü’t-tenzîl, II, 132). Peygamberlik sadece Allah’ın irade ve ihsanına bağlı olup peygamberin fizik yapısıyla ilgili değildir. Kıyametin kopmasından önce deccal* ortaya çıkacak ve Hz. Îsâ gökten inip onu öldürecektir. Bizâtihi müdrik bir cevherden ibaret olan insan bu özelliğini, esas cevherine dahil olmayan bedenin yok olmasından (öldükten) sonra da devam ettirir ve önceden hissettiği lezzetle elemleri yine hisseder. Mîzan, âhirette herkes tarafından görülebilecek olan dili ve iki gözü bulunan bir tartı aletidir (a.g.e., II, 228). Cennetin yeri âlemin dışında yedinci kat göğün üstündeki “sidretü’l-müntehâ”nın yanındadır ve halen mevcuttur. Cehennem ise yedinci kat yerin altındadır (a.g.e., I, 279, 671; IV, 441; Tavâli‘u’l-envâr, s. 446). Cehennemde ebedî olarak kalacak olanlar sadece kâfirlerdir. Hüsün-kubuh ikiye ayrılır: Eğer hüsün ve kubuha konu teşkil eden şey pratik akılla veya doğuştan bilinecek bir husus ise hüsün ve kubuhun aklî olduğunda ihtilâf yoktur; eğer hüsün ve kubuhun konusu nasların âhirette sevap veya cezaya yol açacağını bildirdiği bir mesele ise bu takdirde aklın bilgi alanı dışında kalır (Tavâli‘u’l-envâr, s. 401). İmanın hakikati kalp ile tasdik etmekten ibaret olmakla birlikte kula farz olan imanın gerçekleşebilmesi için dil ile de ikrar etmek gerekir. Zira gerçeği bilip de onu diliyle ifade etmeyen inatçılar Kur’an’da yerilmiştir (Envârü’t-tenzîl, I, 87, 130; II, 76). Amel ise imanın rükünlerinden değildir; ancak üzerinde bina bulunmayan bir temel insan için yeterli olmadığı gibi amelsiz iman da yeterli değildir. Dinî emir ve yasaklar bütün insanlar için olup kâfirler de bunlardan ötürü azaba uğrayacaktır (a.g.e., II, 84). Hayatta bulunan kâfirler için istiğfarda bulunmak câizdir. Beyzâvî, felsefe ile kelâmı birleştirmesine rağmen kelâmcıların görüşlerini savunmuş, hatta bazan selefin görüşlerini benimsemiştir. Dil ile ikrara verdiği önemle, iman konusunda Eş‘arîler’den farklı düşünmüş bir kelâmcı olarak görünmektedir.
c) Diğer İlimler. Beyzâvî, usûl-i fıkha dair eserleriyle bu alandaki dirayetini de kabul ettirmiştir. Onun bu yönünü Celâleddin Abdurrahman el-Kadî Nâsırüddîn el-Beyzâvî ve eseruhû fî usûli’l-fıkh adlı kitabında ele almıştır. Beyzâvî usûl-i fıkıhta Fahreddin er-Râzî ile Tâceddin el-Urmevî’nin tesirinde kalmış ve eserlerini bunların metoduna uyarak telif etmiştir. Fıkıhtaki yerini de Ali Muhyiddin el-Karadâği el-Gayetü’l-kusvâ’nın mukaddimesinde ele alarak incelemiştir.
Beyzâvî’nin şeyh Muhammed b. Muhammed el-Kütahtâî ile olan ilişkileri ve eserlerindeki bazı görüşleri onun tasavvufla da ilgilendiğini gösterir mahiyettedir. “Azerbaycan şeyhi” olarak da bilinen (İbnü’l-İmâd, V, 392) ve sûfîlere mahsus övgü ifadeleriyle de (kuddise sirruh gibi) anılan Beyzâvî nefis terbiyesini İslâm’ın temel rükünlerinden biri kabul eder (Envârü’t-tenzîl, I, 485). Ona göre Allah’ın insana verdiği beş kabiliyet vardır. Bunlar Kur’an’da her birine işaret edilen (en-Nûr 24/35) duyu, hayal, akıl, müfekkire ve kutsiyet güçleridir. İnsan kutsiyet gücü sayesinde gayb bilgisine ve melekût âleminin sırlarına vâkıf olur. Ancak bu güç sadece peygamberlerde ve bir de velîlerde mevcuttur. Velîler bunun dışında gaybı meleklerin ilhamı vasıtasıyla da bilebilirler (a.g.e, III, 428-429; IV, 571). İnsanın bu mertebeye ulaşabilmesi için şehvet duygusu ile dünya malına olan arzusunu yok etmesi gerekir (a.g.e., I, 329-330). Beyzâvî’nin tasavvufî görüşleri hakkında fazla bilgimiz yoktur. Öyle anlaşılıyor ki onun bu alana yönelmesi ömrünün son devirlerine rastlamıştır. Bilindiği kadarıyla tasavvufa dair sadece bir eser telif etmesi de bunu göstermektedir. Bazı kaynaklar Beyzâvî’nin Hızır’dan hırka giydiğini naklederek onun Hızırıyye tarikatına bağlı bulunduğunu ve aynı zamanda bu tarikatın kolları arasında sayılan Beyzâviyye’nin şeyhi olduğunu kaydederse de (bk. Zebîdî, s. 43) bu hususta güvenilir bilgiler mevcut değildir. Beyzâvî hadis, nahiv, mantık, astronomi, tarih ve kozmografya ile de ilgilenmiştir. Eserleri uzun müddet Osmanlı medreselerinde ve diğer ilim meclislerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Eserleri. Beyzâvî’nin günümüze kadar gelen eserleri daha çok tefsir, kelâm, fıkıh, usûl-i fıkıh ve gramere dairdir. 1. Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-te’vîl*. Üzerinde 255 civarında şerh ve hâşiye yapılacak kadar takdir gören ve ün kazanan bu eser defalarca basılmıştır. 2. Havâssü’l-Kur’ân. Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir yazmanın içinde (Hâlet Efendi, nr. 800, vr. 213ª-221ª) müstakil bir eser olarak Beyzâvî’ye nisbet edilen, ancak eserlerini zikreden kaynaklarda adına rastlanmayan bu risâle sûrelerin faziletine dairdir. 3. Tavâli‘u’l-envâr* min metâli‘i’l-enzâr. Kelâma dair olup basılmıştır (Kahire 1339). 4. Misbâhu’l-ervâh. Bir mukaddime ile üç bölümden meydana gelen bu eser de kelâma dairdir. Mukaddimede mantık ilminin özetini, birinci bölümde mümkinât, ikinci bölümde ilâhiyyât, üçüncü bölümde de nübüvvât ve sem‘iyyât konularını ihtiva eden ve küçük boy kırk iki varaktan ibaret olan kitap öğrencilere hitap eder mahiyyette muhtasar bir eserdir (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 786). Ubeydullah b. Muhammed el-Ferganî tarafından el-Îzâh, adıyla şerhedilmiştir (Keşfü’z-zunûn, II, 1704). 5. Müntehe’l-münâ fî şerhi esmâ’illâhi’l-hüsnâ. Envârü’t-tenzîl’de (IV, 480) kendisine ait olduğunu belirttiği bu eser bir giriş ve iki bölümden meydana gelmiştir. Girişte insan bilgisinin Allah’ın zât ve sıfatlarının mahiyetini bilmeye yetmediği anlatıldıktan sonra birinci bölümde esmâ-i hüsnâ hadisinde yer alan doksan dokuz isim, ikinci bölümde de bu hadiste zikredilmeyip Kur’an’da ve diğer hadislerde belirtilen ilâhî isimler açıklanır. Eserin yazma bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde mevcuttur (Şehid Ali Paşa, nr. 428). 6. Minhâcü’l-vüsûl ilâ ‘ilmi’l-usûl*. Usûl-i fıkha dair olup basılmıştır (Kahire 1326). 7. el-Gayetü’l-kusvâ fî dirâyeti’l-fetvâ. Gazzâlî’nin Şâfiî fıkhına dair el-Basît, adlı eserinden yine kendisinin ihtisar ettiği el-Vasîtü’l-muhît bi-aktâri’l-Basît’in özetidir. Eser Ubeydullah b. Muhammed el-Ferganî (TSMK, Koğuşlar, nr. 768), Muhammed b. Es‘ad et-Tüsterî (TSMK, III. Ahmed, nr. 1059), İbrâhim b. Abdurrahman el-Umeyrî (Selim Ağa Ktp., nr. 268), İbn Dakiku’l-Îd (TSMK, Revan Köşkü, nr. 642), Muhammed b. Muhammed el-Aksarâyî, Muhammed b. Muhammed el-Vâsıtî (Keşfü’z-zunûn, II, 1192), Muhammed el-Yemânî (GAL Suppl., I, 753), İbnü’l-Âkulî ve Mûsâ b. Muhammed (Îzâhu’l-meknûn, II, 140) tarafından şerhedilmiştir. Ebû Abdullah Muhammed b. Zahîr tarafından da el-Kifâye adıyla nazma çevrilmiştir (Keşfü’z-zunûn, II, 1193). el-Gayetü’l-kusvâ Ali Muhyiddin el-Karadâği’nin tahkikiyle neşredilmiştir (Kahire 1402/1982). 8. Tuhfetü’l-ebrâr. Şerhu Mesâbîhi’s-sünne adıyla da bilinen kitap Begavî’nin Mesâbîhu’s-sünne adlı hadis mecmuasının şerhi olup Beyzâvî’ye ait olduğu kendi ifadesiyle sabittir (Envârü’t-tenzîl, II, 283). Giriş kısmında İslâm ilimlerinin taksimi ve hadis usulüne dair bilgilerin yer aldığı şerhte itikadî ve fıkhî mezheplerin farklı görüşleri belirtilir. Eserin birçok yazma nüshası mevcuttur (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Hacı Beşir Ağa, nr. 149; Fâtih, nr. 968; Hasan Hüsnü Paşa, nr. 235). Brockelmann, Mesâbîhu’s-sünne üzerine Tebrîzî’nin telif ettiği Mişkâtü’l-Mesâbîh, adlı esere Beyzâvî tarafından Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, adıyla bir şerh yazıldığını belirtiyorsa da (GAL Suppl., I, 621) bu yanlıştır. Çünkü Hatîb et-Tebrîzî’nin 737 (1337) yılından sonra vefat ettiği bilinmektedir (Nâsırüddin el-Elbânî, I, 3). 9. Lübbü’l-elbâb fî ‘ilmi’l-i‘râb. İbn Hâcib’in nahiv konusunda yazdığı el-Kâfiye’nin muhtasarıdır. İbn Hâcib’in zikretmediği nahiv kaidelerine temas ederek el-Kâfiye’nin eksiklerini tamamlayan eser bizzat Beyzâvî’den başka Birgivî (İmtihânü’l-ezkiyâ’), Bâyezîd b. Abdülgaffâr el-Konevî (Müdricü’l-fevâ’id), Muhammed b. Ali el-Kunbâtî (Hulâsatü’l-kütüb) tarafından da şerhedilmiştir. Eser Birgivî’nin şerhiyle birlikte basılmıştır (İstanbul 1270, 1305). 10. Nizâmü’t-tevârîh*. Hz. Âdem’den itibaren müellifin vefatına kadar geçen önemli olaylar, özellikle peygamberler tarihi ve ayrıca Emevîler, Abbâsîler, Sâmânîler, Gazneliler, Deylemîler, Selçuklular ve Moğollar hakkında değerli bilgiler ihtiva eden bu Farsça eser Seyyid Mansûr tarafından neşredilmiştir (Haydarâbâd 1930). Süleymaniye Kütüphanesi’nde yazma bir nüshası (Ayasofya, nr. 3605) bulunan eser Osmanlı padişahlarından III. Mehmed’in emriyle Mustafa b. Abdurrahman tarafından Enîsü’l-mülûk adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bu tercüme de Süleymaniye Kütüphanesinde mevcuttur (Hamidiye, nr. 890). Ayrıca Bitlisli Ebü’l-Fazl Mehmed Efendi de eseri Türkçe’ye çevirmiştir. Bunların dışında mütercimi bilinmeyen başka bir tercümesi de İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (TY, nr. 877). 11. Risâle fî ta‘rîfâti’l-‘ulûm ve mevzû‘âtihâ. Dinî ve din dışı ilimlere ait tariflerin yapıldığı ve konularının belirtildiği risâle orta boy üç buçuk varaktır (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3684/14).
Kaynaklarda Beyzâvî’ye nisbet edildiği halde günümüze kadar ulaşmayan eserler de şunlardır: el-Îzâh (kelâm); Şerhu’l-Metâli‘ (Sirâceddin el-Urmevî’nin mantığa dair eserinin şerhi); Mirsâdü’l-efhâm ilâ mebâdi’l-ahkâm (İbn Hâcib’in Muhtasaru Müntehe’s-Sûl ve’l-emel adlı eserinin şerhidir ki buna kendisi de Envârü’t-tenzîl’de temas eder: II, 68, 359); Şerhu’l-Minhâc (kendi eserine yaptığı şerh); el-‘Ayn (tefsir); Şerhu Mukaddimeti İbn Hâcib; Ta‘lîk ‘alâ Muhtasari İbn Hâcib; Şerhu’l-Mahsûl min ‘ilmi’l-usûl; Şerhu müntehabi’l-Mahsûl fi’l-usûl (her iki eserin aslı Fahreddin er-Râzî’ye ait usûl-i fıkıh kitaplarıdır); Muhtasar fi’l-hey’e; Şerhu’l-Fusûl li’t-Tûsî (astronomi); Şerhu’l-Kâfiye (nahiv); Şerhu’t-Tenbîh (Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin fıkha dair eserinin şerhi); et-Tehzîb ve’l-ahlâk (tasavvuf).
Beyzâvî’ye ait olmadığı halde lakap benzerliği sebebiyle ona nisbet edilen eserler de şunlardır: el-İrşad fi’l-fıkh, et-Tebsıra fi’l-fıkh, et-Tezkire fi’l-furû‘. Bu eserlerin üçü de Ebû Bekir el-Beyzâvî’ye aittir (Sübkî, IV, 97; Keşfü’z-zunûn, I, 392; Îzâhu’l-meknûn, I, 222; Hediyyetü’l-‘ârifîn, I, 462). Süleymaniye Kütüphanesi kataloglarında Beyzâvî’ye nisbet edilen Fetâvâ fî hakkı’ş-şeyh İbni’l-‘Arabî adlı risâle (Lâleli, nr. 3720/9; Hacı Mahmud Efendi, nr. 2522) Ebü’l-Kasım b. Hüseyin el-Beyzâvî’nin, Tebsıratü’l-mübtedî ve tezkiretü’l-müntehî ise (Ayasofya, nr. 1691, 1692) Sadreddin Konevî’nindir. August Müller Benâkitî’ye ait Târîh-i Benâkitî’nin Çin’le ilgili olan sekizinci bölümünü Abdallare Beidawaei Historia Sinensis (Berlin 1677) adıyla Latince’ye çevirip Beyzâvî’ye atfetmiş, S. Weston da aynı bölümü A Chinese Chronicle by Abdollah of Beyza adıyla İngilizce’ye çevirerek (London 1820) Beyzâvî’ye nisbet etmiştir. Ancak Quatrèmere sözü edilen eserin Beyzâvî’ye değil Benâkitî’ye ait olduğunu ispat etmiştir.