Altın kural
Ahmet Selim 01 Ocak 1970
“En değerli ilkeler bile hiçbir gayrimeşru vasıtayı meşru kılamaz.” Bu bir altın kuraldır. Her türlü ideolojik, fikrî, siyasî, hukukî, manevî sapmalar, bu “altın kural” sayesinde önlenir. (Zaruret cevazı apayrı bir konudur.)
Ama biz sevmeyiz bu altın kuralı! Günlük hayatta zaman zaman öfkeleniriz ve bir zulüm için “Canım o hak etmişti, oh oldu ona” deyiveririz. Bu ne kadar sık ve ne kadar yaygın biçimde söyleniyorsa, demokrasinin yaşama şansı o kadar zayıftır bir ülkede. “Gayeler her türlü vasıtayı meşru kılar” zihniyeti, tarih boyunca her türlü şerrin anası olmuştur. Gayrimeşru bir vasıtayı meşru kılan bütün zihniyetler, inançlar, felsefeler bizatihi gayrimeşrudur. Doğru ölçü budur ve fikir hürriyetini sınırlamanın da esasını belirler. Gayrimeşru vasıta hiçbir meşru hedefe götürmez. Yassıada Davası’nı kasetlerden izleyin, radyo bantlarından dinleyin. Dehşete düşersiniz... Ama o davayı ve de sonuçlarını sempatiyle, sevinçle karşılayan halim-selim insanlar gördüm ben. Ve asıl kahredici olan da buydu. Sayıları hiç de az değildi, üstelik bugün dahi bazıları “hak etmişlerdi onlar” diyebilmektedir.
Bu zaafımızın üzerinde derin derin düşünmeliyiz.
“Usulün yanlış olması, amacın doğru ve sonucun iyi olmasıyla güzelleşir!” Böyle bir şey söylenebilir mi? Hayır, demokrasilerde ve meşru hukuk sistemlerinde böyle bir kural geçerli olamaz. Usul, son derece önemlidir. Usul asıl’dan gelir. Usul, bütün temel hukuk ilkelerinin sağlıklı uygulanabilme teminatıdır. “Usule aykırılık” asla tecviz edilemez.
Usul hatasının bazı hallerde caiz olabileceğini savunmak üç türlü zararlıdır: 1) Zannınız yanlış çıkabilir, sonuçtan büyük haksızlıklar doğar. 2) Sonuç yüzde yüz haklı ve isabetli de olsa, yapılan usul hataları sonucu şaibeli kılar ve hükmün müessiriyetini ortadan kaldırır. 3) Nefsani tevillerden cevaz alan örnekler “yol” olur, savunulan esasların, ilkelerin, değerlerin ve aslî ölçülerin yara alması önlenemez.
Kavramları bilmek, o kavramlarla düşünmeyi bilmektir. Bizim basın, hukukî kavramları bilmiyor; “haydi bastır!” üslubuyla rüzgâr estirmeyi biliyor sadece. Bilmezlikten geliyor değil, bilmiyor da. Montesquieu’nun bir sözü var: “Anormal yetkilerin kötüye kullanılması, o yetkilerin kendi mahiyetinde bizatihî mündemiçtir.”
Demokrasi, bu anormalliği önlemenin yoludur. Anormal yetkilerin istenildiği yerde, “altın kural ihlali” hevesleri var demektir, demokrasi samimiyetle istenmiyor demektir. Şunu da ekleyelim: Normal olup olmama keyfiyeti, sorumlulukla dengelenmiş olup olmamasıyla tanınır ve tanımlanır.
... Her gün her kanalda saatlerce futbol ve futbol kulüpleri tartışılıyor. Tartışmaların özü şudur: “Bana caizdir, sana değildir; sen müstehaksın, ben değilim!” Bu türlü tartışmaların hak-hukukla değil, sadece nefsaniyetle ilgisi var. Meşruiyet’ten, hakkaniyet, adalet, hukuk doğar; nefsaniyetten zulüm. Kendi kendine zulüm, başkasına zulüm. Zulmün çeşitleri çok.
Fiîli cesarette üstümüze yoktur; atlarız, hoplarız, kafalarımızı kırarız. Ama “fikrî-medenî cesaret” bahsinde, bırakınız görüşleri-kurumları, tuttuğumuz futbol takımımıza karşı bile ayaklarımız titrer. Dokundurmayız, nefsimizle ilgili her şeyin dokunulmazlığı vardır!
...”Altın kural” ihlalleri nasıl durur, ne zaman durur? Kendimizi, insanı, hayatı, hakikatin bütünlüğünü anladığımız zaman. Batı’da her şey kalıplar, kategoriler halinde bir süreç boyunca savrulup çalkalandı ve şimdiki yapıları ortaya çıktı. Demokrasi kültürü, Batı toplumlarında insan merkezli bir eğitimle gelmiş gelişmiş değildir. Ama bizde öyle olmak zorundadır. Çünkü hem bizde lehimize işleyecek kalıplar, kategoriler yoktur; olsaydı bile biz onların Batı’daki gibi asırlarca çalkalanmasını bekleyecek halde değiliz.
... “Altın kural”ın kıymetini bilmek zorundayız.