« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

13 Nis

2015

Müsadere geleneğinde yeni halka

Ahmet Kurucan 01 Ocak 1970

Müsadere, sözlükte ‘ısrarla istemek ve çekip almak’ manalarına gelen bir kelime. Istılahta ise kamu görevlilerinin haksız yollarla elde ettikleri taşınır veya taşınmaz mallara devletin el koyması demek. Müsadereyi, istimlak ile karıştırmamak lazım. İstimlak, kamu yararı gerekçesiyle özel mülklerin bedeli ödenerek kamu malı haline getirilmesi için kullanılan bir kavramdır.

İslam hukukunda müsaderenin hukukî dayanaklarından bir tanesi Efendimiz’in (sas) şu hadisidir: “Kendisine görev verdiğimiz bir kimsenin vergi olarak aldığı küçük bir iğneyi dahi bizden gizlemesi hıyanettir ve hırsızlıktır.” Sadece bu mu? Elbette değil. ‘İbn-i Lutbiyye hadisi’ olarak bilinen ve 17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarında çok sık gündeme gelen meşhur hadis de var. Vergi memurunun, kendisine hediye edildiği söylenen mallara karşı Efendimiz’in (sas) “Annesinin evinde otursaydı bu hediyeler kendisine verilecek miydi?” sorusunu sorduğu hadisi kastediyorum.

Üzülerek kaydedelim ki çıkış noktası bu olan müsadere, tarihî süreç içinde öyle bir seviyeye gelmiştir ki, bütçe açıklarını kapatan gelir kalemlerinden biri olmuştur. Acı ama gerçek, kamu görevlilerinin hesabını veremediği, konumunu kullanarak rüşvet, zimmet, ihtilas, suiistimal, nüfuz vb. yollarla elde ettikleri mallar doğal olarak hazineye gelir olarak kaydediliyor ve bu gelirler hazinenin en büyük gelir getiren kaynaklarından biri oluyor. Sadece bu manzara bile Emevi’lerden günümüze –tabii ki bu hadiselerin gerçekleştiği zaman dilimi itibarıyla- ahlakî yozlaşmayı, helal-haram hassasiyet dengesinin yitirildiğini gösteren önemli bir delildir. Abbasiler döneminde Halife Cafer el-Mansur zamanında hazineye bağlı olarak çalışan Divânü’l-Müsadere adıyla bir birim bile kurulmuştur. Tarihi inanç haline getirenlerin kulakları çınlasın.

Madem tarihî süreç dedik; Ali Bulaç Bey’in 6 Aralık 2014’te ‘Müsadere’ başlığı ile kaleme aldığı yazıda belirttiği hususa da değinelim. Müsadere malları hazineye gelir getiren kaynak olmanın ötesinde, krallar, sultanlar, padişahlar, en genel manada iktidar tarafından muhaliflerin sesini kesmek üzere kullanılan bir araç da olmuştur. Muhaliflere yönelik devletin tüm imkânları kullanılarak yapılan bu haksız ve zalim uygulama asırlarca devam etmiştir.

Bu gözle tarih sayfaları arasında gezindiğimizde gördüğümüz manzara maalesef yüzümü ak edecek örneklerle dolu değil. Sadece mal varlığını müsadere edebilmek için kasten hapishanelere atılan, zindanlarda çürütülen, hatta öldürülen insanlar olduğunu söyleyeyim; gerisini siz anlayın. Amaç, iktidar sahiplerinin statükolarını devam ettirmek için ihtiyaç duydukları muhaliflerinin sesini kesme.

Sözün geldiği bu noktada meşruiyet diyeceksiniz umarım. Öncelikle kanunilikle meşruiyet ayırımını bir kez daha hatırlamakta fayda var. Bir şey kanuni olabilir ama meşru değildir. İktidar gücünü kullanarak yapılan uygulamalara kanunlar çıkartılarak, fermanlar yazılarak, fetvalar verilerek legal/kanunilik görüntüsü verilebilir ama bunlar evrensel hukukî kaidelere, ahlakî değerlere, temel hak ve özgürlüklere muhalif olduğu için meşru/legitimate değildir.

Tam burada bir soru daha, pekala ya Müslüman kimliği veya vicdanî rahatlık? Bunun için de bir çıkış yolu bulunmuş. Dinin aşkın boyutunu teşkil eden Allah-kul münasebetinde nerede durduklarını bilmediğimiz bu kişiler, muhaliflerini çeşitli konumlarda değerlendirerek mallarının müsadere edilebileceği konusunda güya vicdanlarını ikna etmişler. Mesela; ulu’l emre isyan edenler veya uygulamalarına muhalefet edip itiraz edenler bâğidir; kanları ve malları helaldir, kadınları cariyedir..” Ve daha İslam adına İslamsızlığın göstergesi sayılacak, insanı insanlığından utandıracak nice keyfî yorumlar, nice zalim tatbikatlar.

Olmaz demeyin. Oldu ve hâlâ oluyor. Çevre ülkelerde yaşanan hadiselere bakın. O kadar uzağa gidemem diyorsanız yaşadığımız ülkeye bakın; eminim gözleriniz tarafgirlik perdesiyle kapanmadıysa göreceksiniz. Belli bir düşünceyi, anlayışı destekleyen işadamlarına salınan vergi müfettişlerini, kanunî ve hukukî çerçevede yaptıkları hizmetlere karşı kanunu, hukuku ve vicdanı askıya alarak reva gördükleri zulmü, en küçük şeyler bahane edilerek verilen orantısız cezaları, tek kelime ile devlet eliyle yapılan asimetrik yok etme saldırısını müşahede edeceksiniz.

Aklıma Âl-i İmran Sûresi 75. Ayet geliyor. Bir kısım ehli kitap kendilerini alim, başkalarını cahil gördüğü için onlara yaptıkları her türlü zulmün caiz olduğuna inanıyor ve mallarına el koyuyorlardı. Bunlar da öyle olmasın! Yazık ki ne yazık.

İşte ayet: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur.’ demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.”

Son sözüm parti müftülerine, Diyanet İşleri Fetva Kurulu’na, İslam Ansiklopedisi gibi medar-ı iftiharımız bir manzumeyi kaleme alabilecek ilmî kifayeti gösteren hocalarımıza bir soru; devlet eliyle muhalif diye nitelendirilen toplumun bir kesimine yapılan bu maddî zulüm –orantısız ceza, kanunsuz ve hukuksuz müdahale ile kazanma ve mülkiyet hakkını engelleme- müsadere kapsamında mütalaa edilebilir mi? Edilir derseniz yazının başlığına taşıdığım müsadere geleneğinde yeni halka tespiti doğru demektir. Cevabınız hayır ise, bunun adı nedir? Gasp olabilir mi? Ve tabii ki dünyevî cezası, uhrevî mesuliyeti nedir?

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 44507

ulkucudunya@ulkucudunya.com