YÛNUS EMRE (ö. 720/1320 [?])
Mustafa Tatcı 01 Ocak 1970
Mutasavvıf Türk şairi.
Tarihî kişiliği menkıbelerle iç içe giren Yûnus Emre’nin destanî hayatına dair ilk ve en geniş mâlûmat Uzun Firdevsî’nin (ö. 918/1512) yazdığı sanılan Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’de yer almaktadır. Buna göre Yûnus Sarıköy’de yaşayan, çiftçilikle geçinen fakir bir kişidir. Önce buğday almak üzere Karahöyük’e gider, bir süre Hacı Bektâş-ı Velî’nin yanında kalır, geri döneceği sırada buğday yerine Hacı Bektaş ona “nefes” vermeyi teklif eder, fakat Yûnus ısrar edince kendisine dilediği kadar buğday verilerek gönderilir. Köyüne yaklaştığı esnada gafletinin farkına varan Yûnus, buğdayın bir gün tükenip nefesin ise tükenmeyeceğini düşünerek tekrar tekkeye döner ve nasip ister. Durum Hacı Bektâş-ı Velî’ye arzedilince o, “Bundan sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın” der ve onu Tapduk Emre’ye gönderir. Yûnus da Tapduk Emre’nin yanına varıp durumu ona anlatır; Tapduk Emre halinin kendisine mâlûm olduğunu, hizmet edip emek vermesi halinde nasibini alacağını söyler. Yûnus kırk yıl boyunca erenler meydanına eğrinin yakışmayacağı düşüncesiyle tekkeye sadece düzgün odun taşır. Rum erenlerinin Tapduk Emre’nin tekkesinde büyük bir meclis kurdukları bir gün mecliste Yûnus Emre ile birlikte Yûnus-ı Gûyende denilen başka bir Yûnus daha bulunmaktadır. Tapduk Emre cezbeye gelince Gûyende’ye, “Yûnus, söyle!” der, fakat Gûyende işitmez. Tapduk bu sözü üç defa tekrarladığı halde Yûnus-ı Gûyende yine işitmez. Bu defa Yûnus Emre’ye dönüp, “Yûnus, vakit geldi, o hazinenin kilidini açtık, nasibini aldın, hünkârın nefesi yetişti, sen söyle!” der. Gönlü açılan, gözlerinden perde kalkan Yûnus “şevk denizine düşüp” inci ve mücevher değerinde sözler söylemeye başlar (Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî, s. 48-49).
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin, şeyhi Üftâde’nin sohbetlerinden derlediği Vâkı?ât’ta yer alan Yûnus’la ilgili rivayetler Vilâyetnâme’de anlatılanları tamamlar gibidir. Hüdâyî’ye göre Yûnus’un mürşidi Tapduk Emre “şeştâ” çalardı. Bir gün Tapduk yine şeştâ çalmaya başlayınca sesi Yûnus’a dokunur, Yûnus cezbelenir ve sanatını bırakıp Tapduk’a derviş olur. Vâkı?ât’taki bir rivayette Yûnus Emre’nin Tapduk Emre’ye otuz yıl hizmet ettiği, şeyhinin kızıyla evlendiği, pîrinin nefesinin bereketiyle şair olduğu belirtilir (Vâkı?ât-ı Üftâde, s. 91, 256). Yine Vâkı?ât’ta yer alan bir başka rivayete göre otuz yıl hizmetten sonra Yûnus, “Ben bu yolculuktan bir şey anlayamadım, muhtemelen sülûkü tamamlayamayacağım” diyerek tekkeden ayrılmış, fakat yolda rastladığı erenler ve onlarla yaşadığı olağan üstü hallerle gafletten uyanıp geri dönmüş ve Tapduk’un ayaklarına kapanarak kendini bağışlatmıştır (a.g.e., s. 374; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-beyân, I, 171). XVI. yüzyıl tezkirecilerinden Âşık Çelebi, Yûnus’un “kullâb-ı cezbe ile âlem-i mülkten cenâb-ı melekûta çekilmiş, âlemin insân-ı kâmil ve ferîdlerinden” olduğunu kaydetmiş, ardından onun ümmîliğine işaret ederek hal diliyle şiir söylediğini belirtmiştir (Meşâirü’ş-şuarâ, II, 689). XVII. yüzyıl Bayramî şeyhi Bolulu Himmet Efendi, sülûkünü tamamlayamayan sâlikin yolculuğunun hızlandırılması için celâl terbiyesinden geçirilebileceğini anlatırken Tapduk Emre ile Yûnus arasında geçen olayı örnek verir (Tapsız, s. 165). XVIII. yüzyıl Halvetî-Şâbânî dervişlerinden İbrâhim Hâs da Tezkire’sinin iki ayrı yerinde Yûnus Emre’den ve şeyhi Tapduk’tan bahseder (bk. bibl.). Süleyman Şeyhî de Yûnus’tan, Tapduk Emre’den, şiirlerinden ve tekkeye taşıdığı odunlardan söz etmiş, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Yûnus hakkında, “İlâhî menzillerin hangisine çıktımsa bu Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim” dediğini nakletmiştir (Bahrü’l-velâye, vr. 143b). Yûnus Emre ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasında geçtiği aktarılagelen başka bir rivayete göre Yûnus bir gün karşılaştığı Mevlânâ’ya, “Mesnevî’yi sen mi yazdın?” diye sormuş, Mevlânâ “evet” deyince Yûnus, “Uzun yazmışsın. Ben olsam, ‘Et ü kemik büründüm/Yûnus diye göründüm’ derdim” karşılığını vermiştir. Diğer bir halk rivayetine göre Yûnus 3000 şiir söylemiş, daha sonra Molla Kasım adlı bir zâhid bunları şeriata aykırı bularak 1000 tanesini yakmış, 1000 tanesini suya atmış, kalan 1000 şiiri okurken, “Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir” beytine rastlayınca pişman olup tövbe etmiş ve Yûnus’un velîliğine inanmıştır. Bu inanışa göre yakılan şiirler gökte melekler, suya atılanlar balıklar, kalan şiirler de insanlar tarafından okunmaktadır.
Tarihî Şahsiyeti. Yûnus Emre’nin tarihî şahsiyeti hakkında çok farklı görüşler ileri sürülmüştür. Onun Yıldırım Bayezid devrine (1389-1402) eriştiğini söyleyen (Beygu, s. 171-175), Kanûnî Sultan Süleyman dönemi (1520-1566) şairleri arasında ona da yer veren (Hammer, II, 566), VII. (XIII.) asrın sonu ile VIII. (XIV.) asrın ilk yıllarında yaşadığını ileri süren (Gibb, I, 165) araştırmacılar varsa da bu görüşler, Adnan Erzi’nin Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki bir mecmuadan (nr. 7912, vr. 38b) alarak neşrettiği belge ile ortadan kalkmıştır. Belgede Yûnus Emre’nin 638 (1240-41) yılında doğduğu, seksen iki yıl yaşadığı ve 720’de (1320) vefat ettiği kaydedilmektedir (TTK Belleten, XIV/53 [1950], s. 85-89). Buna göre Taşköprizâde’nin Yûnus’u Yıldırım devri şairi ve şeyhleri arasında göstermesi (Mecdî, s. 78) ve Âşıkpaşazâde’nin Orhan devriyle (1324-1362) I. Murad zamanını idrak ettiğini söylemesi (Âşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 193-194) doğru değildir. Yûnus Emre’nin doğum yeri hakkındaki rivayetlere dayanan görüşler de tutarsızdır. Vilâyetnâme’de (DİB Ktp., nr. 714, vr. 128a) onun Sivrihisar’ın Sarıköy’ünde doğduğu, mezarının da bu köye yakın bir mevkide bulunduğu kaydedilir. Mecdî, Tapduk Emre’nin Sakarya nehrine yakın bir yerde yerleşmiş olduğunu, Yûnus’un ise Bolu çevresinde ikamet ettiğini belirtir (Şekaik Tercümesi, s. 78). Lâmiî, Yûnus’un Kütahya suyunun üzerinde bu suyun Sakarya’ya karıştığı yere yakın bir mahalde yattığını söyleyerek Vilâyetnâme’ye katılırken (Nefehât Tercümesi, s. 691) Âşık Çelebi onun Bolulu olduğunu yazmaktadır (Meşâirü’ş-şuarâ, II, 689). Yûnus’un yaşadığı çevre hakkında Bektaşî geleneğinin doğruluğunu kabul eden Mehmed Fuad Köprülü, onun XIII. yüzyılın son yarısında Sivrihisar’da yahut Bolu civarında Sakarya suyuna yakın köylerden birinde yetişmiş bir Türkmen olduğunu belirtir (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 262-265). Kâmil Kepecioğlu’nun yayımladığı belgelerde, Şeyh Hacı İsmâil topluluğuna mensup olan Yûnus’un Karamanoğlu İbrâhim Bey’den Lârende’de Yerce denilen araziyi satın aldığı ve İsmâil adlı bir oğlunun bulunduğuna dair bilgiler vardır (Nilüfer, sy. 4 [1945], s. 68; Gölpınarlı, s. 63-64). Bu belgelerde yazılanlarla Vilâyetnâme’de yer alan bilgiler çelişmektedir ve burada adı geçen Yûnus’un Yûnus Emre olup olmadığı bilinmemektedir. Hacı İsmâil cemaatine mensup Yûnus Emre’nin bir iddiaya göre Horasan’dan geldiği düşünülecek olursa şiirlerinde yer alan Oğuz Türkçesi’nin izahı zorlaşacaktır. Dolayısıyla söz konusu belgelerin ciddi bir tenkide ihtiyacı vardır (metinler ve tenkidi için bk. Yûnus Emre Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, s. XXVI). Neticede oluşan kanaate göre Yûnus, Orta Anadolu’da Sakarya nehri çevresinde bir yerde doğmuş ve Nallıhan’a yakın Emrem Sultan’daki zâviyede Tapduk Emre Dergâhı’nda yaşamıştır. Sarıköy’deki arazisini zâviyeye bağışlamış, ölümünden bir süre önce Karaman’da arazi satın almıştır. Yûnus Emre’den başka Bursa’da yaşayan diğer bir Yûnus’un varlığından ilk defa söz eden Faruk K. Timurtaş’a göre bilinen iki Yûnus’tan ikincisi XV. yüzyıl başlarında vefat eden Bursalı Âşık Yûnus’tur (Yunus Emre Dîvânı, s. 19). Yûnus Emre bir yerde adının “Yûnus” olduğunu söyler: “Yûnus çağırırlar adım gün geçtikçe artar odum/İki cihanda maksûdum bana seni gerek seni.” İbrâhim Hâs’ın Tezkire’sinde “Şeyh Emrem Yûnus (k.s.) hazretleri” şeklinde geçmektedir (Tezkiretü’l-Hâs, vr. 37b). Şiirlerinde isminin önüne “Âşık, Bîçâre, Koca, Tapduklu, Miskin, Derviş” gibi sıfatlar da getirmektedir. Bursa’da yaşayan Âşık Yûnus’un ismi de bazı müellifler tarafından “Âşık Yûnus, Yûnus Emre” şeklinde anıldığı için bu iki şair tarih boyunca birbirine karıştırılmıştır (Gazzîzâde Abdüllatif Efendi, vr. 35b; Mustafa Lutfî, s. 73; Mehmed Şemseddin, s. 63-84). Hacı Bektâş-ı Velî’nin “nefes”ini kabul etmeyen Yûnus’un “Ehl ü iyâl var, nefes karın doyurmaz, bana buğday gerek” sözünden hareketle evlendiği ve çocukları olduğu söylenebilir. Başbakanlık Arşivi’nde 871 sayılı Konya Defteri’ndeki 924 (1518) tarihli bir belgede Yûnus’un İsmâil adında bir oğlundan söz edilerek, “Amma Yerce nâm yeri bu cemaatten Yûnus Emre, Karamanoğlu İbrâhim Bey’den satın almış, elinde mülknâmesi vardır. Yûnus Emre fevtolup evlâdına intikal eylemiştir” kaydı yer almaktadır (Öztelli, Belgelerle Yûnus Emre, s. 7; Kepecioğlu, sy. 4 [1945], s. 68). Yûnus’un bir şiirinde, “Bunda dahı verdin bize oğul u kız çift ü helâl/Ondan dahı geçti arzum benim âhım dîdâr için” demesi de çoluk çocuğunun bulunduğunu gösterir.
Tahsili. Eski kaynaklarda Yûnus Emre’nin ümmîliğinden söz edilmektedir (Mecdî, s. 78). Âşık Çelebi, Yûnus’un medresede başarılı olamayıp “Tanrı mektebi”nde ders okuduğunu ifade eder (Meşâirü’ş-şuarâ, II, 689). Bektaşî geleneğinde de Yûnus ümmî kabul edilmektedir. İsmâil Hakkı Bursevî, Yûnus’un ümmî fakat hikmet sahibi olduğunu belirttiği halde, “Çıktım erik dalına ...” diye başlayan şathiyesini şerhederken onun sülûkünden önce müftülük yaptığını söyler (Ferahu’r-rûh, haz. Mustafa Utku, III, 438; Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre, vr. 40b). Bu bilgi İsmâil Hakkı’dan önceki kaynaklarda yer almadığına göre adı geçen zat Bursalı Âşık Yûnus olmalıdır. Gibb (HOP, I, 170-175) ve Rıza Tevfik de (Rıza Tevfik’in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makaleleri, s. 36) Yûnus Emre’nin okuma yazma bilmediği kanaatindedir. Hüseyin Vassâf onu “ümmî-i kâmil” diye niteler (Sefîne-i Evliyâ, I, 146-154). Yûnus’un harfleri bile telaffuz edememesi iddiası gibi onun medresede tahsil görmüş bir kişi sayılmasının da bir abartı olduğuna işaret eden Köprülü’ye göre (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 273) o devrin ilmî ve felsefî sistemlerine Yûnus’un divanında yer yer beliğ işaretler vardır. Bunları gördükten sonra Yûnus’un ümmîliği hakkındaki geleneğin hiçbir zaman tarihî bir hakikat sayılamayacağı anlaşılır (a.g.e., s. 296, 334). Gölpınarlı ise Yûnus’un Sa‘dî-i Şîrâzî’den ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den tercüme yapacak kadar Farsça bildiğini kaydeder. Medrese öğrenimi görüp görmediği, icâzet alıp almadığı hususu açık değilse de Yûnus iyi bir tahsil görmüştür (Yûnus Emre ve Tasavvuf, s. 100-101). Yine Gölpınarlı, divanındaki bazı beyitlerden hareketle onun Konya’da eğitim almış olabileceğini ileri sürer (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. XIX). F. K. Timurtaş’a göre de Yûnus ümmî değildir ve büyük ihtimalle tahsilini Konya’da yapmıştır (Yunus Emre Dîvânı, s. 15). Sâdık Vicdânî, Yûnus’un ümmî olmadığı halde Resûl-i Ekrem’in vasfıyla nitelenmek için ümmî bilindiğini söyler (Tarikatler ve Silsileleri, s. 155). Bizzat Yûnus’un kendi tahsili hakkında verdiği bilgilerde de farklılık vardır. Bazı beyitlerine bakarak ümmîliğini ileri sürmek mümkündür: “Ne elif okudum ne cim varlıktandır kelecim (sözüm)/Bilmeye yüz binmüneccim tâliim ne yıldızdan gelir//Yerde gökte bu aşk ile aşktan gelir bu söz dile/Bîçâre Yûnus ne bile ne kara okudu ne ak.” Başka bir şiirinde ise gönlünde “ilm-i usûl” (tefsir, hadis, fıkıh, kelâm) sevdası olup zâhirî bilgi peşinde koştuğunu söyler. Onun ilmi ilhâm-ı rabbânî ile elde ettiği ilâhî aşk ve ahlâktan ibarettir. Bu da ancak bir mürşid-i kâmilden öğrenilebilir. Yûnus ve onu takip eden pek çok sûfî şair yaşadığı çağın kültürünü şifahen almıştır. Dolayısıyla Yûnus’un da öğrenimini yetiştiği tekke ve çevre içinde düşünmek gerekir. Şiirlerinde kendisi hakkında sık sık kullandığı ümmî sıfatı da “gelenekten gelen saf bilgiye sahip olan” anlamındadır. Divanındaki bazı beyitlere ve menkıbelere göre Yûnus Emre pek çok yeri gezmiş, “yukarı iller” dediği Azerbaycan’a kadar gitmiştir. İlden ile yürüyüp dost sırrını aradığını, Urum’da, Şam’da kendisi gibi bir garip bulamadığını, gurbet ilinde âşık olup Mecnun gibi dolaştığını, Şîraz, Bağdat, Tebriz, Şam, Nahcıvan gibi beldeleri gördükten sonra Rum’da (Anadolu’nun bazı illerinde) kışlayıp baharda memleketine döndüğünü söyler. Yûnus’un seyahatlerinin sebepleri, bunların ne şekilde gerçekleştiği tam olarak bilinmese de tarikatlar döneminde seyahat sûfîlerin hayatında nefis terbiyesinin önemli bir unsurudur. Ayrıca Yûnus’un, şeyhi Tapduk Emre’nin ailesi veya tarikat şeceresi bakımından bu yöreyle bağlantısı olabileceğinden “yukarı iller”de dolaşması tesadüfî değildir. Nitekim Tapduk Emre, Rumeli’ne ve özellikle tarikat silsilesinde adı geçen Sarı Saltuk’un ikamet ettiği Varna Zâviyesi’ne de bazı dervişlerini göndermiştir. Yûnus’un Horasan’dan Anadolu’ya gelen ve yine yukarı illere geri dönen bir derviş olduğu yönündeki görüş ise (İlaydın, sy. 384 [1983], s. 522) doğru değildir.
Mürşidi ve Tarikatı. Yûnus Emre’nin mürşidi Tapduk Emre’dir, ancak tarikatı kesin olarak belli değildir; bu konuda da değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir kısım araştırmacılar Yûnus’un tarikat pîrlerini Horasan’a bağlarken onun Nakşî, Halvetî, Mevlevî olduğunu veya Kadirîliğe mensup bulunduğunu söylemiştir. Bunların içinde üzerinde en fazla durulan tarikatlar Mevlevîlik’le Bektaşîlik’tir. Yûnus, divanında tarikat silsilesini Tapduk Emre, Barak Baba ve Sarı Saltuk şeklinde kaydetmiştir. Saltuknâme’de Tapduk Emre’nin Sarı Saltuk ve Yûnus Emre ile görüştüğü belirtilir (Ocak, Sarı Saltık, s. 78). Ancak gerek Barak Baba’nın gerekse Sarı Saltuk’un gerçek kimlikleri ve tarikatları da bilinmemekte, Vilâyetnâme’de Barak, Hacı Bektâş-ı Velî’nin halifesi diye gösterilmektedir. İbn Battûta’nın eserinde, Sarı Saltuk’un şeriata aykırı bazı fikirlerinin olduğuna dair rivayetler yer almaktadır (Ocak, Toplumsal Tarih, sy. 97 [2002], s. 29). Ebülhayr Rûmî’nin Saltuknâme’sinde ise Sarı Saltuk kâfirler ve Râfizîler’le savaşan Sünnî ve Hanefî bir velî şeklinde tanıtılır. Yûnus Emre’nin divanında on iki imamın adının hiç geçmemesi de onun Sünnîliğini gösterebilir. Kaynaklarda Sarı Saltuk’un Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Tapduk Emre ile görüştüğü belirtilmektedir. Fakat Sarı Saltuk’un intisabı konusu karışıktır. Franz Babinger’e göre Sarı Saltuk, Şiî-Bâtınî hareketlere katılmıştır (İA, X, 221). Mutaassıp bir Sünnî olan Niğdeli Kadı Ahmed’e göre ise Tapduk Emre ve yetiştirdiği dervişler her şeyi mubah ve meşrû gören (mubâhî), bâtıl mezhep ve meşrep sahibi sapık sûfîlerdir (el-Veledü’ş-şefîk, vr. 21b). Yûnus Emre’nin ve Tapduk Emre’nin Bektaşî olabileceği hususunda da çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazı kaynaklarda Hacı Bektâş-ı Velî’ye bağlanan Yûnus ve Tapduk Emre, Hacı Bektâş-ı Velî’nin Ahmed Yesevî ile münasebeti dolayısıyla Yeseviyye mensubu olarak gösterilir. Ahmed Yesevî’nin 1166 yılında öldüğü, Hacı Bektâş-ı Velî’nin ise 1210 yıllarında doğduğu göz önüne alınınca Vilâyetnâme’nin yeniden yorumlanması gerekir. Burada yazılanlardan hareketle Hacı Bektâş-ı Velî’nin Ahmed Yesevî’nin dervişleri arasında yer aldığını kabul etmek tarihen mümkün değildir. Söz konusu mânevî bağ doğru ise Yesevî ile Hacı Bektaş arasında Lokmân-ı Perende ile birlikte birkaç isim daha olmalıdır. Yûnus Emre şiirlerinde Hacı Bektâş-ı Velî’den doğrudan söz etmez. Vilâyetnâme’de Tapduk Emre’nin Hacı Bektâş-ı Velî ile münasebetine yer verilirse de bu münasebet Tapduk’un Hacı Bektâş-ı Velî’ye mensubiyetini göstermez. Gölpınarlı’ya göre Hacı Bektaş’tan hiç söz etmeyen Yûnus Bektaşî değildir. Hatta Sarı Saltuk’un, Barak Baba’nın ve Tapduk Emre’nin de Hacı Bektâş-ı Velî ile alâkası yoktur (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. XIII). Yûnus ve Tapduk Emre, Kalenderî mizaca sahip olmakla birlikte Bâtınî bir erkâna bağlı değildir. Yûnus’un seyahati sırasında konakladığı Yukarı Azerbaycan’daki Zâhidiye çevresi Ahî Mîrem’i de yetiştirmiştir. Dolayısıyla Ahî Mîrem’in Anadolu’ya gelip Tapduk Emre’den kalan bir zâviyede irşadda bulunması mümkündür. Bu durumda Yûnus Emrem ile Ahî Mîrem’in kabirleri karıştırılmış olmalıdır. Yûnus’un seyahat esnasında Tebriz’den Nahcıvan’a, oradan Gâh’a gittiği yahut Anadolu’dan Gâh’a, buradan da Nahcıvan ve Tebriz’e geçtiği düşünülebilir (Tatcı, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, sy. 58 [2011], s. 155-170). Neticede Yûnus Emre’nin Tapduk Emre ve Barak Baba vasıtasıyla Sarı Saltuk’a ulaşan silsilesinin Hacı Bektâş-ı Velî ile alâkasının belli olmadığı söylenebilir.
Vefatı. Yûnus Emre şiirlerinde kendisini “şairler kocası”, “bir âşık koca” diye niteleyerek uzun bir ömür sürdüğünü îmâ eder. Yûnus’un vefat tarihi ve kabriyle ilgili bilgiler de uzun yıllar tartışma konusu olmuştur. Mehmet Nâil Tuman, Yûnus Emre’nin vefat tarihinin bazı kaynaklarda 828 (1425), bazılarında 843 (1439) olarak verildiğini kaydeder (Tuhfe-i Nâilî, II, 1229-1230). Bursalı Mehmed Tâhir, bir kısım kaynaklarda Yûnus’un vefat tarihinin “gülşen-i tevhîd” terkibinin karşılığı olan 843 (1439) şeklinde verildiğini, ancak risâlesindeki, “Târih dahı yedi yüz yedi idi/Yûnus cânı bu yolda kodu idi” beytine göre bu tarihten çok önce vefat etmiş olması gerektiğini söyler (Aydın Vilâyetine Mensub Meşâyih, s. 31; Osmanlı Müellifleri, I, 193). Bazı araştırmacılar, Yûnus’un Risâletü’n-nushiyye’sini tamamladığı 707 (1307) yılını tarikata intisap ettiği yıl olarak değerlendirip Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki belgede kayıtlı vefat tarihini (720/1320) doğru kabul etmemekte, bu tarihten sonra öldüğünü ileri sürmektedir (Öztelli, Belgelerle Yûnus Emre, s. 6-7). Yûnus’un 1307’de tarikata girdiğini söyleyen Hikmet İlaydın seksen yıl kadar yaşadığını düşünerek 1352-1362 arasında vefat ettiğini ileri sürer (TDl., sy. 384 [1983], s. 517). Bu görüşü destekleyen Âşıkpaşazâde gibi bir kaynak varsa da bu iddia, Yûnus’un eseriyle Adnan Erzi’nin yayımladığı tarih ve Vilâyetnâme’deki rivayetlere uymamaktadır. M. Fuad Köprülü, Adnan Erzi’nin 1950’de neşrettiği belgeden sonra Yûnus’un vefat tarihinin 1320 olduğunu kabul etmiştir. Anadolu’nun pek çok yerinde ve Azerbaycan’da Yûnus’a ait mezar ve makamlar mevcuttur. Bunlar Yûnus’un seyahat ettiği yerlerdeki sohbetlere katıldığını, çok sevildiğini ve hâtırasının yaşatıldığını gösterir. Muhtemelen bazı seyahatlerinde mürşidi Tapduk Emre ile beraber bulunduğundan destanî hayatları sevenlerinin tahayyülünde yaşamış ve yaşatılmıştır (Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 274). Fuad Köprülü’nün başlattığı Yûnus Emre araştırmalarıyla birlikte Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki ona ait mezarlardan üçünün Yûnus’un gerçek mezarı olduğu iddiası gündeme gelmiş ve bu iddia zaman zaman büyük tartışmalara yol açmış, konuyla ilgili çoğu popüler nitelikte birçok yazı yayımlanmıştır. Anadolu’da Yûnus’un mezarının bulunduğu söylenen yerler şunlardır: Eskişehir Sarıköy (şimdi Yûnusemre köyü), Karaman, Aksaray Ortaköy, Bursa, Manisa Kula Emresultan köyü, Erzurum Dutçu (Düzcü) köyü, Isparta Keçiborlu, Afyon Sandıklı, Ankara Nallıhan Emremsultan köyü, Ünye ve Sivas. Bunların yanında Azerbaycan’ın Gâh bölgesinde de bir makam mevcuttur. Bazı kaynaklarda Yûnus’un mezarının Sivrihisar yakınlarındaki Sarıköy’de olduğu belirtilmektir (meselâ bk. Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî, s. 49; Lâmiî, s. 691; Mecdî, s. 78; Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârî, s. 529). Sarıköy’deki mezar Ankara-Eskişehir demiryolu hattının yapılması esnasında 6 Mayıs 1946 tarihinde açılmış, kabirdeki bakiyeler geçici mezara nakledilmiş, 1970’te yeni yapılan bir anıtmezarla bugünkü yerine getirilmiştir. Fuad Köprülü, Abdülbaki Gölpınarlı ve Faruk K. Timurtaş da Yûnus’un mezarının burada yer aldığını kabul ederler.
Eserleri. 1. Risâletü’n-nushiyye. 707 (1307) yılında mesnevi şeklinde yazılmış 600 beyitlik bir risâle olup Yûnus’un seyrüsülûk ehline öğütlerini içerir. Risâle “fâilâtün fâilâtün fâilün” vezniyle yazılmış on üç beyitlik bir nazımla başlar ve kısa mensur bir bölümle devam eder. Asıl mesnevi “mefâîlün mefâîlün feûlün” veznindedir. Risâletü’n-nushiyye, Yûnus’un ilâhilerine nisbetle daha az şiir özelliğine sahip bir eserdir ve Anadolu sahasında yazılmış tasavvufî muhtevalı ilk özgün nasihatnâmelerden biridir (eserle ilgili bazı değerlendirmeler için bk. Kaplan, XXI [1973], s. 65-82; Kissling, s. 160-164; Ayan, s. 121-126). Eserin Latin harfleriyle çeşitli neşirleri yapılmıştır: Yunus Emre Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân (haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1965; Yunus Emre Divan ve Risâletü’n-nushiyye adıyla, 2. bs., İstanbul 1991); Yunus Emre Divanı ve Risaletü’n-Nushiyye (haz. Yusuf Subaşı, İstanbul 1983); Yunus Emre Dîvânı III: Risâletü’n-nushiyye: Tenkitli Metin (haz. Mustafa Tatcı, Ankara 2008); Yûnus Emre: Dîvân ve Risâletü’n-nushiyye: Âşık Yûnus’tan Seçmeler (haz. Mustafa Tatcı, İstanbul 2008); Risaletü’n-nushiyye (haz. Osman Horata - Umay Günay, Ankara 1994). 2. Divan. Tertibi hakkındaki en eski tarih Şinasi Tekin’in bir mecmuaya dayanarak verdiği 707 (1307) yılıdır (bk. bibl.). Birçok nüshası içinde en eskilerinin XIV. yüzyıla kadar geriye gittiği tahmin edilmektedir (meselâ Ritter nüshası [XIV. yüzyıl], Raif Yelkenci nüshası [XIV veya XV. yüzyıl], Fâtih nüshası [tahminen XV. yüzyıl], Yahyâ Efendi nüshası [XVI. yüzyıl], Nuruosmaniye nüshası [1540]). Daha sonraki dönemlerde istinsah edilen divanlara “Yûnus” mahlaslı başka şairlerin şiirlerinin de karıştığı görülür. Divan yazmalarında mevcut pek çok istinsah hatası, beyit ve mısraların yer değiştirmesi, birbirine karışıp iç içe giren veya ikiye, üçe bölünen şiirler, aynı şiirin farklı yazmalarda değişik beyit sayılarıyla kaydedilmesi divanın tertibinde dikkatle ele alınması gereken hususlardır. Diğer bir mesele de hangi şiirlerin Yûnus Emre’ye, hangilerinin Âşık Yûnus’a veya başka bir Yûnus’a ait olduğunun tesbit edilmesidir. Bundan dolayı bugüne kadar tam bir Yûnus Emre divanı ortaya konulamamıştır. Yûnus’un şiirleriyle ilgili araştırmalarda divan nüshalarından başka mecmua ve cönklerin de incelenmesi gerekir; zira mecmualarda Yûnus’a ait şiirlere rastlanmaktadır. Bu eserler henüz sistemli biçimde taranmadığından bunlardan bir bütün halinde faydalanılamamıştır. Söz konusu mecmualar arasında Grek harfleriyle kaleme alınan 1480 tarihli bir yazma da bulunmaktadır. II. Murad devrinde Türkler’e esir düşen György (Georg) adlı bir Macar tarafından yazılan Tractatus adlı eserde “Yûnus” mahlasıyla iki ilâhi kaydedilmiştir (Tekin, III/8 [1987], s. 367-392). Yûnus’un ilâhileri daha söylenip yazıldığı tarihten itibaren dilden dile dolaşmaya, ezberlenip okunmaya başlanmış, XIV. yüzyıldan itibaren abdalân-ı Rûm vasıtasıyla Osmanlı fetihlerine paralel şekilde bütün Türk-İslâm coğrafyasına yayılmıştır. Akıncı ocaklarında ve zâviyelerde besteli Yûnus ilâhilerinin okunduğu tahmin edilmektedir. Günümüzde Anadolu’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada müslüman Türk kültürünün izlerinin sürmesinde Yûnus’un ilâhilerinin büyük etkisi vardır. Bunlar aynı zamanda asırlardan beri Anadolu’da ve Rumeli’de faaliyet gösteren tarikatların ortak düşüncesi ve sesi haline gelmiştir.
Yûnus’un 417 şiirinden 138’i aruz, diğerleri hece vezniyle yazılmıştır. Aruzla kaleme alınan şiirlerdeki kusurlar biraz da o devirde veznin henüz yeterince işlenmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Şiirlerin çoğunluğu beyit esasına göre, bir kısmı da musammat tarzında tertip edilmiştir. Bu sebeple aruzla veya heceyle yazılan bazı gazeller ikiye bölündüğünde her beyit kıta şekline de girebilmektedir. Musammatlar genelde “müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün” vezniyle kaleme alınmıştır. Heceyle söylenen şiirler şeklen gazele benzediğinden bunlara “heceli gazel” demek mümkündür. Böylece Yûnus Emre ilk defa gazeli hece veznine uyarlayıp yeni bir şekil ortaya koymuş, daha sonraki mutasavvıf şairleri de bu gazelleriyle etkilemiştir. Yûnus Emre’yi kullandığı dile bakarak bir halk şairi yahut divan şairi saymak doğru değildir. Kafiyeyi bir ses estetiği olarak değerlendirip benzeşen her türlü sesle kafiye yapan Yûnus’ta kulak kafiyesinin esas olduğu görülmektedir. Divanda bir küçük mesnevi dışında bütün ilâhilerin kafiye şeması aa-ba-ca-da ... yani gazel şeklindedir. Yûnus’un kafiyeye titizlikle riayet ettiği söylenemez. Divanda şathiyye/münâcât türünde yirmi sekiz beyitlik bir manzumenin dışındaki şiirlerin şekliyle ilgili çeşitli görüşler ileri sürülse de Yûnus’un şiirleri semâi ve gazel tarzında kaleme alınmıştır. Cönk ve mecmualarda “ilâhi, nefes, nutuk” başlıkları altında kaydedilen şiirleri farklı birer edebî tür değildir. İlâhi, nefes ve nutuk, seyrüsülûk ile fenâ ve tevhid makamlarına yükselerek bekada karar kılan mutasavvıf şairlerin “Hak ve hakikatten söyledikleri” kelâmlardır. Divanda münâcât, na‘t, istişfâ, mi‘râciyye, nasihatnâme, vücudnâme, yaşnâme, baharnâme ve lugaz” denebilecek türden şiirlere rastlanmaktaysa da bütün bu konular ilâhi başlığı altında değerlendirilebilecek niteliktedir. İbrâhim Hâs da Tezkire’sinde Yûnus’un şiirleri için ilâhi demektedir (vr. 39a, 169b).
Yûnus Emre’nin divanının başlıca neşirleri şunlardır: 1) Burhan Ü. Toprak, Yunus Emre Divanı (I-III, İstanbul 1933-1934). Eserde Yûnus’a ait olduğu belirtilen 355 şiire yer verilmiştir. Burhan Toprak, daha sonra tesbit ettiği 350 şiirden ancak 115’inin Yûnus Emre’ye ait olabileceği kanaatine varıp divanı yeni bir değerlendirmeyle tekrar yayımlamıştır (Yunus Emre Divanı, İstanbul 1950). 2) Naci Kasım, Tam ve Tekmil Yûnus Emre Dîvânı (İstanbul 1969). Arap harfleriyle neşredilen Dîvân-ı Âşık Yûnus’un yeni harflerle yayımıdır. Birçok okuma hatasının bulunduğu bu neşirdeki şiirlerden bazıları Yûnus’a ait değildir. 3) Cahit Öztelli, Yûnus Emre: Bütün Şiirleri (İstanbul 1971; Yûnus Emre, Yaşamı ve Bütün Şiirleri, İstanbul 1986, 3. bs.). 273 şiirin yer aldığı yayında filolojik hususlara hiç dikkat edilmediği gibi kullanılan yazmalar ve nüsha farkları belirtilmemiştir. 4) Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Divanı (I, İstanbul 1943; II-III, İstanbul 1948). Divanın ilk ciddi neşri sayılmaktadır. Gölpınarlı daha sonra, Fâtih nüshasını esas alıp diğer bazı nüshalarla birkaç mecmuadan şiirler ilâve ederek Yunus Emre Risâlat al-Nushiyye ve Dîvân adıyla (İstanbul 1965) bir neşir daha gerçekleştirmiştir. Gölpınarlı’nın, “Yûnus davasını kökünden halletmiştir” dediği bu neşirde metin farklılıklarının gösterilmediği, tek yazmaya dayandığı için mısra değişmeleri, beyit fazlalıkları ve istinsah hataları gibi problemlerin giderilemediği görülmektedir. 5) Faruk Kadri Timurtaş, Yunus Emre Divanı (İstanbul 1972). Yûnus’a ait 192, Âşık Yûnus’a ait on beş şiirin yer aldığı eser biraz daha genişletilerek tekrar yayımlanmıştır (Ankara 1980, 1986, 1989). Son neşirde Yûnus’a ait 326, Âşık Yûnus’a ait otuz yedi şiir bulunmaktadır. 6. Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı I: İnceleme (Ankara 1990); Yunus Emre Divanı II: Tenkitli Metin (Ankara 1990); Yûnus Emre Külliyatı, Yûnus Emre Divanı-Tenkitli Metin (İstanbul 2008). Tatcı’nın doktora çalışmasına dayanan bu neşirde divanın tenkitli metni ortaya konmuş, dil ve üslûp özellikleri incelenmiştir. Ayrıca Yûnus’a ve Âşık Yûnus’a ait şiirler birbirinden ayrılmış, kurulan bu metinden hareketle tahlil çalışmaları yapılmıştır.
Şiirlerin Şerhleri ve Üslûbu. Yûnus Emre’nin bazı şiirleri şerhedilmiştir. Bunların başında, “Çıktım erik dalına ...” diye başlayan şathiyyesi gelir. En tanınmış şerhi Niyâzî-i Mısrî’ye ait olan şiir Şeyhzâde Mehmed Efendi, İsmâil Hakkı Bursevî, İbrâhim Hâs, Şeyh Ali Nakşibendî, Bekir Sıdkı Visâlî Efendi ve Şevket Turgut Çulpan tarafından da şerhedilmiştir. Bunlardan Mısrî, Şeyhzâde ve Bursevî’ye ait şerhleri Suat Ak yayımlamıştır (İstanbul 2012). Bu şiirin şerhine dair Emine Sevim’in hazırladığı yüksek lisans tezi Yûnus Emre’nin Şahsiyeti ve Yûnus Emre Şerhleri adıyla neşredilmiştir (Necla Pekolcay’la birlikte, Ankara 1991). Söz konusu şerhlerin tamamı Mustafa Tatcı tarafından bir eserde toplanmış (Yûnus Emre Şerhleri, Yûnus Emre Külliyatı içinde, İstanbul 2008), Yûnus Emre’nin şiirlerinin yorumlanmasıyla ilgili en geniş çalışmayı da Mustafa Tatcı gerçekleştirmiştir. Önce dört cilt halinde basılan şerhler (İşitin Ey Yârenler, İstanbul 2009; Aşk Bir Güneşe Benzer, İstanbul 2009; Dervîşler Hümâ Kuşu, İstanbul 2009; Aşk İmâmdır Bize, İstanbul 2010) daha sonra daha da genişletilerek tek ciltte toplanmıştır (İşitin Ey Yârenler, İstanbul 2012).
Öte yandan Yûnus Emre, Eski Anadolu Türkçesi’nin oluşumunda çok önemli rol oynayan ilk Türk şairidir. Onun kullandığı kelimeler ve ifade kalıpları, bunlara yüklediği anlamlar ve mecazlar Türkçe’nin edebî bir dil haline gelmesi yolunda büyük bir merhaledir. Esasen Yûnus’u diğer mutasavvıf şairlerden ayıran özelliği de budur. Süleyman Şeyhî, Yûnus’tan sonra gelen şairlerin onun gibi şiir söylemeye muvaffak olamadıklarını kaydederken (Bahrü’l-velâye, vr. 143b) İsmâil Hakkı Bursevî, “Şeyh Yûnus bu lisanın hatmidir. Zira ondan sonra gelen erbâb-ı mezâkın her biri onun mezâkı üzerine gitmiş, nazımda onu taklit etmiştir” der (Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre, vr. 41a). Yûnus’tan önce sözlü bir edebiyat varsa da Anadolu’da gelişen Batı Türkçesi’yle ilk ve en güzel şiirleri Yûnus ortaya koymuş, şifahî birikimden yararlanarak dili sanatkârane bir üslûpla işleyip Türkçe’de bir tasavvuf dili oluşturmuştur. Yûnus’un sade dilinde yer alan, devrin Türkçe’sinde kullanılan Arapça ve Farsça kelimelerden bazıları Türkçe fonetiğe uydurulmuştur. Ayrıca onun divanında günümüzde kullanılmayan (arkaik) birçok kelime mevcuttur. Şiirlerinde dönemin kültürünü yansıtan dinî terim ve kavramların yanında çok sayıda halk söyleyişi ve deyim de vardır. Yûnus Emre’nin fikirleri Gülşehrî, Kaygusuz Abdal, Âşık Paşa ve Ahmed Fakih’ten farklı değildir. Ancak o Türkçe’ye getirdiği değişik bir sesle ve kelimelere yüklediği anlamlarla onlardan ayrılır. İlâhilerinin asırlarca okunup günümüze ulaşmasının sebebi şiirlerine hâkim olan bu üslûptur (Timurtaş, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, II, 405-412; ayrıca bk. Mansuroğlu, I/1 [1946], s. 9-17; IV/3 [1951], s. 215-219; Banarlı, III/7 [1974], s. 37-46).
Düşünceleri. Türk tasavvuf edebiyatı sahasında kendine has bir tarzın kurucusu olan Yûnus Emre, Ahmed Yesevî ile başlayan tekke şiiri geleneğini özgün bir söyleyişle Anadolu’da yeniden ortaya koymuş ve Rumeli coğrafyasında gelişen tasavvuf edebiyatı ondan büyük ölçüde etkilenmiştir. Yûnus tasavvufî düşünceyi derinden kavrayıp yaşamış, ilâhilerinde samimiyeti, heyecan ve aşkıyla derinlikli, akıcı bir üslûba ulaşmış, bütün insanlığı ilâhî aşka, kardeşliğe, merhamet ve şefkate davet etmiş, insan olmanın, kendini bilmenin, Cenâb-ı Hakk’a ulaşmanın şartlarını ve yollarını anlatmıştır. Onu panteist, mistik veya hümanist kabul etmek yahut bu düşüncelerin temsilcilerine yakın görmek isabetli değildir. Her şeyden önce Yûnus’un tasavvuf anlayışı Kur’an ve Sünnet’e, kendisinden önce yaşayan mutasavvıfların düşüncelerine ve tecrübelerine dayanır. Gerçekte Yûnus’un sevgi temeli üzerine kurulu düşünce dünyası insanı sevme noktasında kalmayıp Allah sevgisine uzanır. Ondaki sevgi kademe kademe zerreden küreye bütün varlığı içine alan ilâhî bir sevgiye dönüşür. Şiirlerinde çevresinden, tabiattan, insanî değerlerden bazı örnekler verse de Yûnus hiçbir zaman maddî unsurları amaç edinmemiştir. Her şeyin özünde mevcut mutlak varlık olunca varlıklara ve insana verilen değer de Allah için olmaktadır. Onun tarif ettiği insan Hz. Peygamber’in şahsında temsil edilen “insân-ı kâmil”dir (er kişi). Bu insan yaratılış gayesi olan ilâhî ahlâka ulaşmış, üstün özelliklerle donanmıştır. Yûnus’a göre ahlâk insana yakışmayan davranışları terkedip ilâhî yaratılıştaki asla (fıtrat-ı asliyye) yönelmektir. Ahlâkî olmayan davranışlar Yûnus’un dilinde hayvanî nefse ait “yaramaz” kelimesiyle ifade edilir. Yaramaz davranışların yararlı hale dönüştürülmesi insân-ı kâmil olmanın esasıdır. Kâmil insan aşk ile Allah’a ulaşmış, ilâhî ahlâkla ahlâklanmıştır. Yûnus’un tanımını yaptığı ikinci insan tipi iyi ile kötü, güzel ile çirkin gibi ikilikler arasında bocalayan sûfî veya gerçek sevgiyi bilmeyen âşık tipidir. Böyle kişilerin davranışları dramatiktir. Yûnus Emre insân-ı kâmilin üstün özelliklerini sayarak insanların bu mertebeye ulaşmasını ister ve onları aşka, ilâhî fakra ve tevhide davet eder. Bunun için izlenecek yol bellidir: Tapduk Emre’nin izinden yürümek ve onun mânevî şahsında temsil ettiği Muhammedî ahlâkın rengine boyanıp benlikten geçmek, “fenâ fillâh”a ulaşmak. Ancak mâna yolu nefs-i emmâresine yenik düşen insanlara kapalıdır. Yûnus bu kişiler için, “Bir zerre aşkı olmayan belli bilin yabandadır”; “Aşkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer”; “Bu hayale aldanan otlar davara benzer” der. Yûnus tevhid ehli bir mutasavvıftır. Ona göre varlık tektir, mutlak varlık Allah’tır. Eşya Hakk’ın esmâ, ef‘âl ve sıfatlarının tecellisidir. Eşyanın kendine ait müstakil bir varlığı yoktur. Varlıklara bağımsız bir vücut nisbet etmek insanı şirke götürür. Bu sebeple, “Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu” der. Ledün ilmi insanın benliğinden sıyrılıp kurtulmasıyla başlar. İnsanı insan yapan öz yaratılışındaki aşk cevheridir. Aşk var olmanın sebebidir; kulun eksiklerini tamamlayan, onu Hakk’a lâyık kılan bir cevherdir. Yûnus kesrette vahdet idraki içinde yaşamış bir erendir. Düşüncelerini yorumlarken onun Kur’an ve Sünnet’e bağlılığını göz ardı etmemek gerekir. Lâmiî Çelebi, “Yûnus’un şiiri baştan başa tevhid sırlarıyla dolu remizlerdir” der (Nefehât Tercemesi, s. 691), Âşık Çelebi onu, “Yûnus irfan mektebinde okuyan bir ârif, sözü hâle dönüştüren bir Allah dostu ve sır sahiplerinin sırlarını açıklayan bir dilin sahibidir” sözleriyle tanıtır (Meşâirü’ş-şuarâ, II, 689). Süleyman Şeyhî de Türkçe ibarelerle gazel ve ilâhi tarzında pek çok tasavvufî sırrı açıkladığını söyler (Bahrü’l-velâye, vr. 143b). Yûnus’un divanında âyet ve hadislerden, klasik dönem mutasavvıflarından ve halk kahramanlarından pek çok alıntı vardır. Onun şiirlerinde sosyal olayların ve mahallî hayatın izlerini görmek mümkündür. Yûnus’un sanatı tefekkürünü, tefekkürü sanatını örtmez. Düşünceleri şiirin sınırlı yapısı içinde kaybolup gitmez. Şiirlerindeki öğreticilik insana bıkkınlık vermez. Çeşitli aşk halleriyle hallenen Yûnus’un şairliğini ispat etmek gibi bir düşüncesi de yoktur; zira Hak sırrının peşindeydi, sabırla aradığını bulmuş ve “Hak’tan gelen şerbeti içmiştir.”
Literatür. 1. Hayatı ve tasavvufî kişiliği: H. Baki Kunter, Yûnus Emre-Bilgiler-Belgeler (Eskişehir 1966); Memet Fuat, Yûnus Emre (İstanbul 1971, 5. bs., 2007); Sabahattin Eyüboğlu, Yûnus Emre (İstanbul 1973); Cahit Öztelli, Belgelerle Yûnus Emre (Ankara 1977); Yûnus Emre (İstanbul 1986); İsmail Tosun, Yûnus Emre ve Hocası Tapduk Emre’nin Yaşam Öyküsü (İzmir 1981); N. Ziya Bakırcıoğlu, Yunus Emre Divanı (İstanbul 1981); Mustafa Uzun, Çağrı: Yunus’dan Seçme Şiirler (İstanbul 1981); Refik Soykut, Emrem Yûnus (Ankara 1982); Abdullah Rıza Ergüven, Yunus Emre (İstanbul 1982, 2001); Kul Sadi, İrfan ve Yûnus Emre (İstanbul 1983); Cevdet Kudret, Yûnus Emre (3. bs., İstanbul 1985); İlhan Başgöz, Yunus Emre (İstanbul 1990, 3. bs., 2003); Önder Göçgün, Dünden Bugüne Yûnus Emre (Ankara 1995); Hikmet İlaydın, Yûnus Şiirinden Günümüze Yaklaştırmalar-Korkma Ebedî Varsın (Ankara 1998); Azmi Bilgin, Yûnus Emre (İstanbul 2000); Talat Sait Halman, A’dan Z’ye Yûnus Emre (İstanbul 2003); Cengizhan Orakçı, Yûnus Emre Divanı’ndan Seçmeler (Konya 2005); Hayati Develi, Yûnus Emre Divanı’ndan Seçmeler (İstanbul 2011). 2. Doktora çalışmaları: Behçet Dede, Yunus Emre’nin Eserlerinin Tahlili (1990, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divanı (inceleme-metin, I-II, 1990, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Said Khourchid (Sait Hurşid), La langue de Yunus Emre: Contribution à l’histoire du turc pré-Ottoman (Ankara 1991); Mustafa Taşpınar, Yunus Emre ve Meister Eckhart’ta İnsan Sevgisi (1992, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Bildiri kitapları: Uluslararası Yunus Emre Semineri-Bildiriler: 6-7-8 Eylül-İstanbul 1971 (İstanbul 1971); Uluslararası Yûnus Emre, Nasreddin Hoca, Karamanoğlu Mehmet Bey ve Türk Dili Semineri Bildirileri: 10-12 Haziran 1977, Konya Mevlana Enstitüsü (Ankara 1977, s. 1-149); II. Uluslararası Türk Halk Edebiyatı Semineri Bildirileri (Ankara 1987); Yunus Emre Sempozyumu (Bildiriler), 2-5 Mayıs 1988 (Ankara 1990); IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri: Yûnus Emre Seksiyonu (Ankara 1991); Yunus Emre Sempozyumu: Bildiriler (İstanbul 1991) (İstanbul 1992); Yûnus Emre Sempozyumu: Bildiriler, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2 Mayıs 1991 (İstanbul 1992); 454. Manisa Geleneksel Mesir Şenlikleri 1. Ulusal Yunus Emre Sempozyumu (Ankara 1995); Uluslararası Yûnus Emre Sempozyumu Bildirileri (Ankara, 7-10 Ekim 1991) (Ankara 1995); Aksaray Üniversitesi I. Uluslararası Yûnus Emre Sempozyumu Bildiri Kitabı (Aksaray 2009); Uluslararası Türklük Bilgisi Sempozyumu, 25-27 Nisan 2007 (I-II, Erzurum 2009); X. Uluslararası Yunus Emre Sevgi Bilgi Şöleni Bildirileri (06-08 Mayıs 2010) (haz. Erdoğan Boz, Eskişehir 2011); Doğumunun 770. Yıldönümünde Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu-Bildirileri (ed. Hacı Bayram Başer, İstanbul 2010); I. Ulusal Yûnus Emre Sempozyumu (22-23 Mayıs 2009) (Karaman 2010). 3. Bibliyografik çalışmalar: Türker Acaroğlu, “Yunus Emre İçin Bir Bibliyografya Denemesi” (Kitap Belleten, sy. 4 [İstanbul 1963], s. 8-10; Emre, I/1[Eskişehir 1964], s. 21-24; II/15 [1965], s. 23-25); Fethi Erden, “Yunus Emre Bibliyografyası” (Türk Yurdu, V/319 [Ankara 1966], s. 188-198); Cahit Öztelli, “Yeni Bir Yunus Emre Bibliyografyası” (Türk Folklor Araştırmaları, XIII/253 [İstanbul 1970], s. 5698-5699); Ferit Rağıp Tuncor, “Bibliyografya” (Türk Edebiyatı, I/5 [İstanbul 1972], s. 40-43); İsmet Binark - Nejat Sefercioğlu, “Yunus Emre Hakkında Bir Bibliyografya Denemesi’ne Ek” (Türk Kültürü, XIV/167 [Ankara 1976], s. 47-74); İrfan Ünver Nasrattınoğlu, “Yunus Emre Bibliyografyalarına Ek” (Türk Kültürü, XVI/184 [Ankara 1978], s. 51-59); Mustafa Can, “Yunus Emre Bibliyografyası” (Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, sy. 4 [Konya 1987], s. 301-319); Süleyman Tülücü, “1991-1997 Yılları Arasında Yûnus Emre Üzerine Yayınlanmış Bazı Kitaplar” (EKEV-Akademi Dergisi, I/2 [İstanbul 1998], s. 107-115); İsmet Binark - Nejat Sefercioğlu, Yunus Emre Hakkında Bir Bibliyografya Denemesi: Kitap, Makale (Ankara 1970); Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Bibliyografyası (Ankara 1988); Yûnus Emre-Makalelerden Seçmeler (der. Hüseyin Özbay - Mustafa Tatcı, İstanbul 1994).
Yûnus Emre’nin bestelenmiş ilâhileri konusundaki en önemli çalışma Cemalettin Server Revnakoğlu’nun “Yûnus’un Bestelenmiş İlâhileri Nerede ve Nasıl Okunurdu?” başlıklı makalesidir (Türk Yurdu, İstanbul 1966, V, 319, s. 128-137). En beğenilen Yûnus ilâhilerinin notaları ise Yûnus İlâhîleri Güldestesi (der. Cüneyt Kosal, Ankara 1991) ve Besteleriyle Yûnus Emre İlâhîleri (der. Ahmet Hatiboğlu, Ankara 1993) adlı eserlerde bir araya getirilmiştir. Yûnus Emre çeşitli tiyatro oyunlarına, televizyon filmlerine ve birkaç romana da konu olmuştur. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Eskişehir Valiliği 2013 yılını “Yunus Emre Yılı” ilân etmiş ve bunun için 2012 yılında “Yunus Emre Tiyatro Oyunu Yarışması” ve “Yunus Emre Roman Yarışması” adıyla iki yarışma açmıştır.