ŞEMSEDDİN SÂMİ (1850-1904)
Abdullah Uçman 01 Ocak 1970
Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatının tanınmış gazetecisi, sözlükçü ve dil bilgini, tiyatro ve roman yazarı.
1 Haziran 1850’de Yanya (Janinë) vilâyetinin Ergiri (Gjirokastra) sancağına bağlı Pırmeti kazasının Fraşiri (Frashëri) köyünde doğdu. Arnavutça literatürde daha çok Sâmi Frashëri olarak tanınmıştır. Babası Hâlid Bey ile büyük babası Durmuş Bey, Berat’tan Fraşiri’ye gelip yerleşmiş timar beyleri neslinden, annesi Emine Hanım ise Fâtih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devri ileri gelenlerinden İmrahor İlyas Bey’in soyundandır. İlk öğrenimine başladığı Fraşiri’de Kalkandelenli Mahmud Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri aldı. Küçük yaşta önce babasını (1859), iki yıl sonra annesini kaybedince ağabeyi Abdül Fraşiri’nin yanında diğer beş kardeşiyle beraber Yanya’ya gitti (1865). Burada büyük kardeşi Naim Fraşiri ile birlikte Zosimea Rum Lisesi’ne kaydoldu ve sekiz yıllık okulu yedi yılda bitirdi (1871). Yeni ve modern bir öğrenim programının uygulandığı bu okulda Latince, Rumca, İtalyanca ve Fransızca öğrendi; Müderris Yâkub Efendi gibi bazı hocaların yanında Arapça ve Farsça’sını geliştirdi. Bir süre Yanya Mektûbî Kalemi’nde çalıştı.
1872’de İstanbul’a giden Şemseddin Sâmi, Naim Fraşiri ile birlikte Matbuat Kalemi’nde çalışmaya başladı. Bu arada Hadîka gazetesinde yazılar yazdı, Fransızca’dan çeşitli tercümeler yaptı. Aynı yıl Türk edebiyatının ilk telif romanı kabul edilen Taaşşuk-ı Tal‘at ve Fitnat’ı yayımladı. Yayımını üstlendiği ve günlük çıkardığı Hadîka’nın kapanmasıyla Sirâc gazetesine geçti. Nisan 1873’te Nâmık Kemal’in Vatan yahut Silistre adlı piyesinin Gedikpaşa’daki Osmanlı Tiyatrosu’nda sahneye konması üzerine çıkan olaylar sırasında Sirâc da kapandı. Matbuat Kalemi’ndeki görevini sürdürürken bir yandan da bazı tiyatro eserleri kaleme aldı. Bu sırada Trablusgarp vilâyet gazetesini çıkarmak için İstanbul’dan tecrübeli bir gazeteci istenince Matbuat Müdüriyeti tarafından Trablusgarp’a gönderildi (1874). Yeni görev yerine Yanya, Brindisi, Mesina ve Napoli yoluyla gitmesi ona Avrupa’nın bir kısmını görme fırsatı verdi. Orada bir yıl kadar Türkçe-Arapça yayımlanan Trablusgarb gazetesinin başyazarlığını yaptı. 1875’te İstanbul’a döndü, yine gazeteciliğe devam ederken bazı tiyatro eserlerini yayımladı. Rodos’ta sürgünde bulunan Ebüzziyâ Mehmed Tevfik adına imtiyazını aldığı Muharrir mecmuasını çıkardı (1876). 9 Şubat 1876’da Mihran Efendi ile birlikte Türk basın tarihinin önde gelen yayın organlarından olan Sabah gazetesini kurdu ve kamuoyunda büyük ilgi gören gazetenin bir yıl kadar başyazarlığını yaptı. Sava Paşa, Cezâyir-i Bahr-i Sefîd valiliğine tayin edilince mühürdarı sıfatıyla 1877’de onunla beraber Rodos’a gitti. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkması ve Rus ordularının Balkanlar’a kadar inmesi üzerine beş ay sonra gittiği Yanya’da Âbidin Paşa nezaretinde kurulan Sevkiyyât-ı Askeriyye Komisyonu’nda kâtip olarak çalıştı. Ayastefanos Antlaşması ile savaşın sona ermesinin ardından İstanbul’a döndü ve bu defa Tercümân-ı Şark gazetesinin başyazarı oldu; burada “Şundan Bundan” başlığıyla fıkralar yazdı.
Savaştan sonra toplanan Berlin Kongresi’ni takip eden günlerde Arnavutluk topraklarından bir kısmının Yunanistan’a bırakılmasını öngören Ayastefanos Antlaşması hükümlerine bir nevi tepki olarak ortaya çıkan, liderliğini ağabeyi Abdül Bey’in yaptığı Arnavut ittihadı (Prizren Arnavut Cemiyeti) grubuyla o da yakından ilgilendi. Bu arada Rumeli ve Balkan meseleleriyle ilgili siyasal içerikli yazılar yazdı; yazılarında Arnavutlar’ın Osmanlı Devleti’nden ayrılmak gibi bir niyetlerinin olmadığını belirtti. Bu sırada Arnavutluk meselesini birtakım siyasî manevralarla halletmeyi tasarlayan II. Abdülhamid’in bilgisi dahilinde kurulan Cem‘iyyet-i İlmiyye-i Arnavûdiyye’nin kurucuları arasında Abdül Bey ve Sava Efendi ile birlikte Şemseddin Sâmi de yer aldı. Cemiyet adına İstanbul Cemiyeti Alfabesi (İstanbul Alfabesi) adıyla tanınan ve Latin harflerini esas alan bir Arnavut alfabesi düzenlediği gibi Arnavutça’nın gramerini de hazırladı. 1878’de Tercümân-ı Şark gazetesinin kapanmasıyla gazetecilik hayatı sona eren Şemseddin Sâmi, ertesi yıl yine Mihran Efendi ile birlikte kurduğu Cep Kütüphanesi’nde Gök, Yer, İnsan, Medeniyyet-i İslâmiyye, Kadınlar ve Esâtîr adlarıyla ansiklopedik nitelikte bilgiler içeren küçük hacimli kitaplar yayımladı. 1880’de II. Abdülhamid’in iradesiyle saraya alınarak Mâbeyn-i Hümâyun’da kurulan Teftîş-i Askerî Komisyonu kâtipliğiyle görevlendirildi. Hayatının sonuna kadar sürdürdüğü bu görevinde rahat bir çalışma ortamı içinde sözlüklerini ve diğer önemli eserlerini hazırladı.
Yine bu sırada Victor Hugo’nun Sefiller’ini Türkçe’ye çevirmeye başladı. Hemen arkasından Aile (1880, üç sayı) ve Hafta (1881-1882) dergilerini çıkardı. 1882’de Fransızca’dan Türkçe’ye Kamûs-ı Fransevî’yi yayımladı. Bunu Türkçe’den Fransızca’ya Kamûs-ı Fransevî takip etti (1885); bu eseri dolayısıyla II. Abdülhamid tarafından kendisine “Ûlâ sınıf-ı sânîsi” rütbesiyle İftihar madalyası verildi. Ertesi yıl Küçük Kamûs-ı Fransevî’yi yayımladı. Bu yoğun faaliyetler arasında ancak 1884’te evlenebildi ve Erenköy’de yaptırdığı köşke yerleşti. 1889-1898 yılları arasında tek başına hazırlayıp tamamladığı tarih, coğrafya ve meşhur adamlar ansiklopedisini Kamûsü’l-a‘lâm adıyla neşretti. Bu büyük eserin fasiküller halinde yayımı sırasında 1892’de Teftîş-i Askerî Komisyonu başkâtipliğine yükseltildi; 1894’te Ûlâ sınıf-ı evveli rütbesine terfi ettirildi. 1896’da yine formalar halinde Kamûs-ı Arabî’yi neşretmeye başladı. Bütün bu faaliyetleri sürdürürken bir yandan da dil öğrenimi konusunda küçük hacimli kitaplar ve Türkçe’nin ıslahı üzerine çeşitli makaleler kaleme aldı. 1900’de Türk dilinin en önemli sözlüklerinden olan Kamûs-ı Türkî’yi yayımladı. Bu arada Kütübhâne-i Müntehabât adıyla bir seri kitap neşrine başladı. Çeşitli hastalıklarına rağmen hayatının son yıllarında kendini doğrudan doğruya Türk dili ve edebiyatı araştırmalarına veren Şemseddin Sâmi bu sırada vaktinin büyük bir kısmını Orhon Âbideleri, Kutadgu Bilig, et-Tuhfetü’z-Zekiyye fî lugati’t-Türkiyye ve Lehce-i Türkiyye-i Memâlik-i Mısır gibi Türk kültürünün bazı temel eserlerini hazırlamakla geçirdi. Ancak maddî imkânsızlıklar ve rahatsızlıkları yüzünden bu eserleri yayımlaması mümkün olmadı. Henüz verimli olabileceği bir yaşta iken 18 Haziran 1904’te vefat etti ve Erenköy’de Sahrayıcedit Mezarlığı’na defnedildi. 1968 yılında kemikleri Feriköy’deki aile kabristanına nakledildi. Daha sonra adı Fatih’te Akdeniz caddesi üzerindeki bir sokağa verildi.
Tanzimat’ın ilânını takip eden yıllarda kendi kendini yetiştiren kişilerden biri olan Şemseddin Sâmi roman ve tiyatro yazarlığından gazeteciliğe, lugatçılıktan ansiklopedi yazarlığına kadar değişik alanlarda faaliyet göstermiş ve önemli eserler vermiş bir şahsiyettir. Elli dört yıllık hayatına tek başına bir insanın gerçekleştirmesi pek mümkün görünmeyecek sayıda eser sığdırmıştır. Yenileşme dönemi Türk edebiyatında Batılı yeni edebî türlerden roman ve tiyatro denemeleri yapmış, Taaşşuk-ı Tal‘at ve Fitnat adlı romanıyla Türk edebiyatında roman türünün ilk örneğini ortaya koymuştur. Telif roman türünde ilk deneme olmasının getirdiği bazı acemiliklerle birlikte kadın-erkek ilişkilerini farklı bir bakış açısıyla ele alması, anne-babanın zorlamasıyla gerçekleşen bir kısım evliliklerin faciayla sonuçlanması yüzünden görücü usulü evliliğin tenkidi ve toplumda kadına değer verilmemesi gibi meseleler üzerinde durması bakımından aynı konu etrafında daha sonra yazılacak eserler için örnek teşkil etmiştir. Piyesleri, gerek yazıldığı devrin konuşma dili gerekse kuruluşu ve sahnelenmeye uygun oluşları dolayısıyla benzerlerinden daha başarılı bulunmasına rağmen muhtemelen Nâmık Kemal’in tiyatrolarının gölgesinde kalmış ve fazla şöhret kazanmamıştır. Tiyatro eserleri arasında, Arnavutluk’taki yemin (besa) âdetinin konu edildiği Besa yahut Ahde Vefâ, Nâmık Kemal’in Vatan yahut Silistre piyesinden önce Gedikpaşa’daki Osmanlı Tiyatrosu’nda temsil edilmiş olması bakımından önem taşır. Konusunu doğrudan doğruya Endülüs tarihinden alan Seydi Yahya ile Dahhâk’in zulmüne karşı ayaklanan demirci Gâve’nin hikâyesini anlattığı Gâve adlı diğer oyunu Firdevsî’nin Şâhnâme’sinden ilham alınarak yazılmıştır.
Birçok tercümesi ve öğretici nitelikte telif eseri bulunan Şemseddin Sâmi’nin Türk dili ve kültürü bakımından üzerinde durulması gereken en önemli yanı ansiklopedi ve sözlük yazarlığıdır. Türk kültür hayatında tarih ve coğrafya ile dünya sahnesinden çekilmiş devletler, milletler ve ülkelerle meşhur adamlar üzerine Doğu ve Batı kaynaklarından faydalanılarak hazırlanmış olan ve Türkiye’de ilk ansiklopedi kabul edilen Kamûsü’l-a‘lâm, müellifi tarafından “tarih ve coğrafya fenlerinin bir mahzen-i kebîri” diye nitelendirilmiştir. Fasiküller halinde yayımlanan bu altı ciltlik eser alfabe sırasına göre tertip edilmiş olup toplam 4830 sayfadır. Devrinde şarkiyatçıların takdirini kazanan eser önemli bir başvuru kaynağı olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Türkçe’nin sadeleşmesi ve yazı dili ile konuşma dilinin birbirine yakın olması meselesi üzerinde de duran Şemseddin Sâmi birçok yazısında bilinçli bir dil âlimi olarak bu konuya dikkat çekmektedir. Bu tür yazılarında Türk dilinin ne olduğu, nasıl geliştiği ve nasıl incelenmesi gerektiği hususları üzerinde ciddi bir şekilde durmuştur.
Daha önce Ali Suâvi ile Süleyman Paşa tarafından dile getirilen, Türk diline Osmanlıca denilmesinin doğru olmadığı yolundaki görüşün 1880’li yıllardan itibaren yazdığı yazılarda Şemseddin Sâmi tarafından da benimsendiği görülmektedir. Bu konudaki yazılarında Osmanlıca ve Çağatayca tabirlerine karşı çıkarak bunların esasen geniş bir coğrafî alana yayılmış Türk dilinin birer kolundan başka bir şey olmadığını söylemiştir. Türkçülüğün ilmî mânada bir nevi beyannâmesi kabul edilen bu yazılarında Türk dilinin ve Türk milletinin Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’den çok önce de var olduğu üzerinde durmuş, Osmanlıca yerine Lisân-ı Türkî denmesinin daha uygun olacağını belirtmiş ve bu görüş doğrultusunda hazırladığı sözlüğüne de Kamûs-ı Türkî adını vermiştir.
Türk dilinin belli bir düşünceyle hazırlanmış ilk sözlüğü kabul edilen Kamûs-ı Türkî’nin Türkçe kelimelere tam alfabetik sıra ile yer verilmesi ve Türk adının yine ilk defa bir sözlüğe konulması bakımından önem taşımaktadır. Şemseddin Sâmi 1899’da Kamûsü’l-a‘lâm’ın yayımının tamamlanmasından sonra Kamûs-ı Türkî’nin hazırlıklarına başlar (Teşrînievvel 1899). Yirmi yıllık bir birikimin ardından iki yıllık yoğun bir çalışma ile 20 Teşrînisâni (3 Aralık) 1901’de tamamladığı sözlüğü onun Türk diliyle ilgili en önemli eserdir. Türkçe kelimelere de yer veren ilk sözlük olan Ahmed Vefik Paşa’nın Lehce-i Osmânî’sinden (1876) sonra Kamûs-ı Türkî o günün konuşma ve yazı dilinde kullanılan Türkçe asıllı kelimelerle birlikte Arapça, Farsça ve Batı kaynaklı kelimeleri de bir araya getiren zengin muhtevalı bir sözlüktür. Nâmık Kemal daha 1866’da yayımlanan “Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı makalesinde bir yazı dili ve bir edebî dil meydana getirmek için o dildeki bütün kelimeleri içeren bir lugata ihtiyaç olduğunu belirtmiştir. Bu görüş doğrultusunda eserini hazırlamaya başlayan Şemseddin Sâmi “İfâde-i Merâm” başlıklı önsözünde şöyle demektedir: “Lugat kitabı bir lisanın hazinesi hükmündedir. Lisan kelimelerden mürekkeptir ki bu kelimeler dahi her lisanın kendine mahsus birtakım kavâidine tevfîkan tasrif ve terkip edilerek insanın ifâde-i merâm etmesine yararlar. (...) Dilimiz lisân-ı Türkî’dir, bu lisana mahsus lugat kitabına dahi başka isim düşünmek abestir. Lisanımızda müsta‘mel kelimelerin cümlesi de herhangi bir lisandan me’hûz olursa olsun, hakikaten müsta‘mel ve ma‘lûm olmak şartıyla Türkçe’den ma‘duddur.” İyi bir sözlüğümüz olmadığı için dilimize ait kelimeleri unutup bunların yerine Arapça, Farsça, Rumca ve İtalyanca gibi dillerden kelimeler alıp kullandığımızı belirten yazar, daha önce hazırlanan sözlüklerde yer alan kelimelerin çoğunun konuşma ve yazı dilinde kullanılmayan kelimelerden meydana gelmiş olmasını eleştirir. Şemseddin Sâmi, bir yandan eserine kullanımdan düşmüş olmakla birlikte ileride canlanmasını arzu ettiği birtakım Türkçe kelimeleri alırken diğer yandan bir tasfiyeye zemin hazırlamak üzere Arapça-Farsça asıllı bazı kelimelerin terkedilmesinden söz eder. Öte yandan sözlükteki kelimelerle ilgili deyimler üzerinde de durmuş, her kelimenin farklı anlamlarını belirtmeye çalışmış, gerekli durumlarda kendi verdiği örneklerle açıklama yoluna gitmiştir. Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin Türkçe’de kazandığı anlamlarına da yer veren müellif, Arapça’da kullanılmadığı halde Türkçe’de galat olarak türetilmiş bir kısım kelimeleri eserinde göstermiş, ancak yazı dilinde galat kelime kullanılmaması gerektiğini özellikle vurgulamıştır. Şemseddin Sâmi, eserin önsözünde daha önce hazırlanan lugatların düzenleniş biçimini eleştirmiş, bu hususta Batı’daki sözlükleri örnek aldığını söylemiş, Türkçe, Arapça ve Farsça asıllı kelimelerde alfabetik sıraya uyduğunu ifade etmiş, kelimeleri harekelerini dikkate almadan “hurûf-ı hecâ” tertibiyle vermiştir. Ayrıca kelimelerin hangi dile ait olduğunu belirttiği gibi hangi kökten türediklerine de işaret etmiştir. Kelimelere anlam verilmesi konusunda da eski sözlükçüleri eleştiren müellif eserinde şöyle bir yol izler: Önce -yabancı ise- kelimenin hangi dilden alındığı, gramer kategorisi (kelime türü), terimlerin hangi bilgi dalına ait olduğu belirtilir; daha sonra sıra numarasıyla farklı mânalar açıklanır ve örnekler verilir, arkasından o kelimeyle yapılmış deyimler sıralanır. Ayrıca çeşitli sanat ve bilim dallarına ait terimlerle kelimenin anlamını değiştiren özel tabirler farklı işaretlerle ayrılmış, kelime türünün değişmesi de bir işaretle belirtilmiştir. Kamûs-ı Türkî taramaya dayalı bir sözlük olmadığından eserde imzalı örneklere rastlanmaz; bütün örnekler müellif tarafından verilmiştir. Eserde kelimelerin doğru okunabilmesi için bazı özel işaretler kullanılmış, böylece Türkçe kelimelerdeki fonetik problemi bir dereceye kadar çözülmeye çalışılmıştır. Başta Redhouse, Zenker ve Ahmed Vefik Paşa’nın lugatları olmak üzere yerli ve yabancı çeşitli sözlüklerden yararlandığı anlaşılan Şemseddin Sâmi, muhtemelen bazı bilgileri iyice tahkik edememesi ve eserin aceleye gelmesi yüzünden eski sözlüklerdeki bir kısım yanlışları tekrarlamış ve bu sebeple kendi döneminde eleştirilmiştir.
Sözlükte yer alan 29.000 dolayındaki kelimenin yaklaşık üçte biri Türkçe, geri kalan kısmı Arapça, Farsça, Fransızca, Rumca, İtalyanca ve diğer yabancı dillerden giren kelimelerden ibaret olup bu aynı zamanda XIX. yüzyılın sonlarındaki Türkçe’nin söz varlığını göstermektedir. 1317 (1899-1900) yılında iki cilt halinde yayımlanan Kamûs-ı Türkî’nin ilk iki fasikülü bizzat Şemseddin Sâmi, geri kalan kısmı İkdamcı Ahmed Cevdet tarafından itina ile basılmıştır. Devrine göre tamamen modern bir görüşle hazırlanan Kamûs-ı Türkî yayımlandığı sırada büyük bir ihtiyaca cevap vermiş, basımı üzerinden 100 yıldan fazla bir zaman geçtiği halde değerinden fazla bir şey kaybetmediği gibi daha sonra hazırlanan hemen bütün sözlükler için vazgeçilmez bir kaynak olmuştur. 1985, 1990, 1998 ve 2004 yıllarında tıpkıbasımı yapılan sözlük günümüzde de kullanılmaktadır.
Şemseddin Sâmi dilin ıslahı ve Türkçe kelimelerle zenginleştirilmesi için “aslî lisanımız” dediği Şark Türkçesi’nin lugat hazinesine başvurulmasının şart olduğunu öne sürmüştür. Kamûsü’l-a‘lâm’a yazdığı “Türk”, “Tûran” ve “Tûrâniye” maddelerinde Türklüğü Osmanlı Devleti sınırları dışına çıkararak geniş bir coğrafyaya yaydığı ve İslâmiyet öncesi Türk tarihiyle de bütünleştirdiği görülmektedir. Tanzimat’tan sonra hemen bütün edebiyatçı ve fikir adamlarının üzerinde durduğu Türk dilinin ıslahı meselesinde Şemseddin Sâmi’yi en fazla meşgul eden şey, konuşma ve özellikle yazı dilinin Arapça-Farsça kelime ve terkiplerin hâkimiyetinden kurtarılması konusudur. Ancak bu hususta aşırılığa kaçmamış, sadece Türkçe’de karşılığı bulunan ve konuşma dilinde kullanılmayan kelimelerin tasfiyesini istemiş, kökeni ne olursa olsun konuşma dilindeki kelimelerin Türkçe’ye dahil olduğunu kabul etmiştir.
Türk edebiyatı hakkında da benzer görüşler ileri süren Şemseddin Sâmi, Türk edebiyatının başlangıcını Orta Asya’ya kadar götürür. Edebiyat alanında önceliği halk edebiyatına vermiş, millî bir hassasiyetle Orhon Âbideleri ve Kutadgu Bilig gibi eserlerle Ali Şîr Nevâyî gibi büyük Türk ediplerinin eserlerinin okullarda okutulmasını teklif etmiştir. Şemseddin Sâmi edebiyatta yenilik taraftarı olmuş, döneminde görülen eski-yeni tartışmalarında daima yeniliği savunanların yanında yer almış, Ahmed Midhat Efendi gibi o da bilhassa halk kitlesinin mutlaka eğitilmesi gerektiğini, bunun için edebî eserlerde sade ve anlaşılır bir dil kullanılmasının lüzumu üzerinde durmuştur. Ayrıca Latin harflerinin kabulü doğrultusunda bazı fikirler ileri sürmüş, çeşitli Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de başta Arapça ve Farsça olmak üzere Doğu dillerinin modern usullerle okutulması yolunda bir müessesenin kurulmasını teklif etmiştir.
Eserleri. Roman: Taaşşuk-ı Tal‘at ve Fitnat (1290; Latin harfleriyle ilk baskısı 1964’te Sedit Yüksel tarafından yapılmış, daha sonra değişik yayınevleri tarafından defalarca basılmıştır). Oyun: Besa yahut Ahde Vefâ (1292), Seydi Yahya (1292), Gâve (1293) (bu eserler Şemseddin Sami’nin Tiyatroları: Besa yahut Ahde Vefa, Seydi Yahya, Gâve adıyla yayımlanmıştır [haz. Enver Töre, İstanbul 2008]). Sözlük ve Ansiklopedi: Kamûs-ı Fransevî (Fransızca’dan Türkçe’ye, 1299, 1315, 1318, 1322), Kamûs-ı Fransevî (Türkçe’den Fransızca’ya, 1302), Küçük Kamûs-ı Fransevî (Fransızca’dan Türkçe’ye, 1303), Kamûsü’l-a‘lâm (I-VI, 1306-1316), Kamûs-ı Arabî (Arapça’dan Türkçe’ye, cîm harfinin sonuna kadar, 1314-1315), Kamûs-ı Türkî (I-II, 1317-1318; tıpkıbasımı 1978; Hayat Büyük Türk Sözlüğü adıyla da yayımlanmış [İstanbul, ts.], Temel Türkçe Sözlük ismiyle genişletilmiş yayını Mertol Tulum v.dğr. tarafından hazırlanmıştır [I-III, İstanbul 1985]). Tercüme: Târîh-i Mücmel-i Fransa (Saint-Ouen’den, 1289), İhtiyar Onbaşı (Dumanoir-Ennery’den beş perdelik trajedi, 1290), Galatée (Florian’dan mitolojiye ait manzum bir oyun, 1290), Şeytanın Yâdigârları (F. Soulié’den macera romanı, 1295), Sefiller (V. Hugo’dan, 1297; metne sadakati dolayısıyla çok eleştirilen ve yarım kalan bu tercüme daha sonra Hasan Bedreddin tarafından tamamlanmıştır), Robinson (Daniel de Foe’dan, 1302). Cep Kütüphanesi Serisi: Medeniyyet-i İslâmiyye (1296), Esâtîr (1296), Kadınlar (1296), Gök (1296), Yer (1296), İnsan (1296), Emsâl (1296), Letâif (1300), Yine İnsan (1303), Lisan (1303), Usûl-i Tenkîd ve Tertîb (1303). Öğretici Eserleri: Arnavutça Alfabe (1296), Küçük Elifbâ (1300), Arnavutça Gramer (1303), Tasrîfât-ı Arabiyye (1303), Yeni Usûl Elifbâ-yı Türkî (1308), Nev Usûl Sarf-ı Türkî (1308), Kavâid-i Sarfiyye-i Arabiyye, Kavâid-i Nahviyye-i Arabiyye, Usûl-i Cedîd Kavâid-i Arabiyye (1317), Tatbîkat-ı Arabiyye (1318). Diğer Eserleri: Himmetü’l-hümâm fî neşri’l-İslâm (1301), Hurdeçîn (1302), Bâkî’nin Eş‘âr-ı Müntehabesi (İstanbul 1317), Ali b. Ebî Tâlib Efendimizin Eş‘âr-ı Müntehabeleri ve Şerh ve Tercümesi (1318). Orhon Âbideleri, Kutadgu Bilig, et-Tuhfetü’z-Zekiyye, Lehce-i Türkiyye-i Memâlik-i Mısır, Kırâat-ı Türkiyye, Nev Usûl Nahv-i Türkî, Müntehabât-ı Arabiyye, el-Muallâkatü’s-Seb‘a, Kavâid-i Nahviyye ve Sarfiyye, Zübde-i Şehnâme adlı telif ve tercüme eserleriyle bir piyes müsveddesi olan Vicdan Muhasebesi yayımlanmamıştır. Şemseddin Sâmi’nin bazı makaleleri Sami Frachëri-Vepra (Tiranë 1988), Kamûsü’l-a‘lâm’da geçen Arnavutlar ve Arnavutluk’la ilgili maddeler Shqipëria dhe Shqiptarët (Tiranë 2000) ve Personalitet Shqiptare në Kamus’el-a’lam (Üsküp 1994) adıyla Arnavutça’ya çevrilmiş, ayrıca Letâif, Taaşşuk-ı Tal‘at ve Fitnat, Seydi Yahya, Lisan, Medeniyyet-i İslâmiyye, Himmetü’l-hümâm fî neşri’l-İslâm adlı eserleri de bu dile tercüme edilmiştir.