865’te doğdu Şeyh Said. Babası, Şeyh Mahmud Fevzi’dir; dedesi, Şeyh Ali Septi Efendi. Şeyh Ali, Şeyh Halid-i Bağdadi hazretlerinin halifesidir. Bir ihtimal, kendileri de yörenin pek çok büyüğü gibi Kadiri dergâhından Şeyh Halid-i Bağdadî vesilesiyle Nakşibendî dergâhına geçmiştir. Aslen, Bismil ile Savur arasındaki Çılsütun Köyünden olan Şeyh Ali, Lice-Hani yörelerinde bir süre kaldıktan sonra Palu’nun Kelhasi Köyüne yerleşir. Talebeler yetiştirir. Halka irşadda bulunur. Çevrenin manevi hayatının öncüsü olur. Şeyh Ali’nin oğulları da babalarının yolunda manevi terbiyeyi alır, hem ilim öğrenir hem amel eder. İlim, zihinlerini açar. Amel, kalplerini aydınlatır. Medresede ders, onlara sistematik düşünme kabiliyeti verir. Halka irşad, onları toplum hakkında derin bir bilgiye ulaştırır. Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmud, irşad vazifesiyle Hınıs’ın Kolhisar Köyüne yerleşir.
Şeyh Said, onun yedi oğlunun en büyüğüdür. “Medresede Şeriatı öğrenir, 12 ilmi tahsil eder. Tekkede tasavvufi bir hayat yaşayarak onun inceliğine, hikmetine, aşk ve şevkine vasıl olur. Bu şekilde kalp tezkiyesini, gönül tasfiyesini icra etmiş olur.” “Medrese hayatını yaşamış, ilmin ışığında gönül âlemine bakarak, bu âlemle de (müşahede edilen dünya ile de) meşgul olmuştur.” Böylece hem zihni hem kalp gözü açılmış ve pek çok gelişmeyi çevresindekilerden daha erken fark etmiştir.
Şeyhin ailesi de çevresi de âlimlerden oluşuyordu. Kardeşi Şeyh Bahaddin Hınıs Müftüsüydü. Amcası Şeyh Hasan, Palu Müftüsüydü, sonradan Çan nahiye müdürü olmuştu. Hanili Salih Bey, onun müridi ve dostuydu. Salih Bey, “ulum-u Arabiye, ulum-u diniye-i aliye’yi tahsil etmiş, kendi başına bazı fünunu öğrenmiş*”; “Arapça, Türkçe, Farsça, Kürtçe (Kurmanci ve Zazaki) biliyordu; biraz da Fransızca bilir. İngilizceyi de Ermeni bir muallimden biraz okumuştu.*”
Salih Bey; Ziya Gökalp, Diyarbakır’da iken onunla tanışıyordu ve onun çizgisini değiştirmesi üzerine onun hakkında hicviyeler de kaleme almıştı. İstanbul ve Ankara basınından haberdardı. Mehmet Akif ve arkadaşlarının çıkardıkları Sebilürreşad dergisini okuyor, böylece İstanbul’daki âlimlerin ve Müslüman aydınların Türkiye’deki değişimi nasıl gördüklerini öğreniyordu. Yıl 1924… Kasım ayından hemen sonrası Ankara’dan gelen haberler iyi değildi.
“Medreseler kapandı. Şer’iyye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı. Gazetelerde bir kısım dinsiz yazarlar, dine hakaret etmeye, Peygamberimiz aleyhisselatu vesselama dil uzatmaya cüret ediyorlar.” Şeyh Said, bazı risaleler görmüştü: “Abdullah Cevdet; Musa mağrur iken, İsa meşhur iken, Muhammed emin iken bunlar bir din çıkarmışlar da bu kadar ukala bir din çıkaramazlar mı, diyordu.**”
Bu küfrî sözler, Şeyhin ve arkadaşlarının canını sıkıyordu. “İzmit yazarlarından Kılıçzade Hakkı, Fahr-i Kainat Efendimiz hakkında itale-i lisanda (kötü sözde) bulunmuştur… (Açılan dava üzerine adam) önce para cezası almış, sonra Temyiz mahkemesince (Yargıtay) berat etmiştir.**” “Meşihat-ı İslamiye, kız mektebi yapılmış, piyano ve keman çalıp sabaha kadar orada eğleniyorlarmış.**” “Muş Mebusu İlya Sami (Atanmış milletvekili, seçilmiş değil) ve iki kişi ‘Reddiye’ diye bir kitap çıkarmışlar, müctehitlerin zaman-ı sabıkta halifelerin dalkavukluğunu yaptığını yazmış.**” “Fermasonluk haberleri alınıyordu.**”
Şeyh, bunları okudukça “Cibilliyet-i İslamiye’si ile mahzun oluyordu.**” Şeyhin görüş alışverişinde bulunduğu şahsiyetlerden biri de: müridi ve kayınbiraderi Cibranlı Albay Halit Bey’di. Halit Bey, Harbiye’yi bitirdikten sonra Ermeni ve Ruslara karşı zaferler kazanmış büyük bir komutandı. Erzurum’da Garnizon Komutanı iken, Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’le birlikte Azadi örgütünü kurmuştu. Türkiye’de Lozan sonrasında başlayan değişimi, Yusuf Ziya Bey üzerinden de günü gününe takip ediyor; Cumhuriyet projesinin İslam için ve kimlikleriyle hakları İslam ve Şeriat üzerinden tarif olunan Kürtler için nereye varacağını iyi biliyordu.
Ankara’daki gelişmeyi, Kemalist ideoloji profesörlerinden Neşet Çağatay, “Türkiye’de Gerici Akımlar” adlı kitapçığında şöyle anlatıyordu: “1923 tarihi, Türk milletinin kaderi bakımından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte monarşik idare bırakılıp Cumhuriyet rejimine geçilmiş… Bin yıldır kader ve kültür birliği yapılan İslam dairesinden ayrılıp Batı kültür ve medeniyet dairesine girilmiştir. Bu, bir milletin tüm bir silkinişi ile bin yıllık bir geçmişi bırakıp kendisine yepyeni bir hayat yolu çizmesidir ki böyle bir örneğe tarih boyunca ender rastlanır.” Lozan’da İslam üzerinden bir Türklük tarifi yapılmıştı; Müslüman olanlar Türk; gayri Müslimler azınlık diye kabul edilmişti. Mustafa Kamal ve İnönü; antlaşmanın en mühim kavramlarından “Türk” kavramını tamamen kendilerince yorumluyorlardı. Ziya Gökalp ve hocası Moiz Kohen (Munis Tekinalp)’in “Türk” tarifini sürece uydurarak, ‘Türk’ü “Göklerden (haşa) ilham almayan, geçmişe (dine) sırtını dönmüş, modern akıl ve bilimi kendisine mürşit edinmiş, medeniyetin ışığını çağdaş Garp’te arayan ve böyle bir Türk olmaktan mutluluk duyan her kişidir” kalıbında tanımlıyorlardı. Türkiye’yi bu yöndeki tektip bir vatandaş üretimi için dizayn edeceklerdi.
Müslüman Türk’e dinini unut, Müslüman Kürde de hem dinini hem Kürtlüğünü unut ve şablonumuzun içine gel diyeceklerdi. Bunu ne Müslüman Türk ne de Müslüman Kürd kabul edebilirdi. Laik devrimler, henüz Diyarbakır yöresinde pratik hayatta izlenmiyordu. Ama “hükümetin muğayir şer’-i şerif harekâtı*” belli olmuştu. Şeyh Said ve arkadaşları bu durumdan derin bir te’sir altında kalıyorlar*, duyduklarını Müslüman halkla paylaşıyorlardı.
Şeyh Said; Şeyh Halid’in medrese-tekke ve mirliği birleştiren hareketinin en belirgin temsilcilerindendi. O da, Şeyh Ubeydullah-ı Nehri gibi “mir” değildi ama mes’uliyet hissi, onu toplumun hem manevi hem dünyevi rehberi yapmıştı. Ortada bir kötülük vardı. Şeyh Said, o kötülüğe diliyle ve eliyle karşı koymamak için gözlerini kapatamaz, kulaklarına pamuk tıkayamaz, şuurumu bastırayım, hislerimi saklayayım diye toplumun dışına çıkamazdı, inzivaya çekilemezdi. Onun akidesi ve gördüğü terbiye bunu kabul etmezdi. “Medreselerin kapatılması emri verilince her tarafta su-i tesir yaptı, dinlerini öğretmek men olunca teessür başladı… Dini teessür, bir cinnet-i muvakkate hâlini almıştı. Ahali intihar edercesine ileri atılıyordu*” “Dinimiz uğruna birkaçımız ölelim, Diyarbekir’i ele geçirelim*” sesleri duyuluyordu.
Şeyh; âlimlere, şeyhlere mektuplar yolladı. Onlara “hükümetin getirdiği dinsizliğe, kuvvetle karşı koymayı**” teklif etti. Kimi cevap vermedi. Çan Şeyhlerinden Şeyh Eyyüb ise “Millet yeni muhacirlikten dönmüş, cihan harbinde yıpranmışız, hükümete karşı hükümet lazımdır,… Ben cephede alay komutanlığı yapmışım, hükümetin de milletin de gücünü biliyorum***” diye cevap vermiş; imkân ile mesuliyet arasında bağlantı kurmuştu. Bunda kuşkusuz, şehir merkezlerindeki medreselerin kapatılması ve ancak büyük merkezlerdeki bazı memurların açıktan içki içmeleri dışında inkılâpların etkisinin yöremize ulaşmamasının da etkisi vardı.
Öyle ki o günlerde özellikle Genç (Darahini) ve çevresinde idare neredeyse tamamen çoğu şeyh evladı olan kadıların elindeydi. Geleneksel çizgideki âlim ve şeyhler, kadı gibiydiler. Ancak vaka vuku bulduğunda hüküm veriyorlardı. Hâlbuki Şeyh-i Piran, mesuliyet sahibi bir emir hassasiyetiyle, aldığı haberlerin nereye varacağını ve Meclis’te alınan kararların Müslüman toplumun hayatı üzerinde nasıl bir netice doğuracağını hesaplıyor; irade-i cüziye sahibi olduğunu unutmuyor**, önderi olduğu toplumun başına gelecek manevi felakette kendisinde sorumluluk buluyor; meselenin imkân-mesuliyet sınırını aştığını düşünüyor ve tehlikeye karşı tedbir öneriyordu: Bir araya gelelim, istişare edelim, hükümete çağrıda bulunalım, olmazsa karşı koyalım.
Bu durum İstiklal Mahkemesi önündeki ifadesine şöyle yansıyordu: “Risale yazıp şeriat ahkâmını tasrih ederek kanunları da şeriata mutabık bir şekilde talep etmek istedik, Meclis-i Mebusan’a göndermek istedim.” “Evvala bu fikri kitabetle halletmek için gidip münakaşa-i ilmiye yapayım dedim ve bazı rüfeka bulmak istiyordum, fakat kader-i ilahi beni Piran’a sürükledi. Piran vakası çıktı, önünü alamadık.” “İmam Şeriat ahkâmını icra etmezse dedim, bu şer’an isyanın cevazına delildir. Vakta ki (bu vaka) vuku buldu, işte Şeriat (isyan) vaciptir” diyor.”
Kıyam Başlıyor
1924’teki Nasturi (Asuri-Suryani Hırstiyanları) olaylarını soruşturmakla görevli Divan-ı Harp, Binbaşı Kasım gibi muhbirlerin Azadi örgütünün faaliyetleriyle ilgili raporlarını değerlendirmek üzere Bitlis’e gelmiş, Eylül-Ekim aylarında eski Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey; 20 Aralık’ta da Cibranlı Albay Halit Bey tutuklanmıştı. Halit Beyin tutuklanmasından sonra Şeyh’in de ifadesi isteniyordu.
Şeyh, yaşlı ve rahatsız olduğunu belirterek Bitlis’e gitmedi; Hınıs’ta ifade verdi ama kıyam hazırlıklarına da devam etti. Şeyh Eyyüb’ün (Çan şeyhi) vefatından sonra Çan’a gitti; ardından Genç vilayetine geçti. O günün tanıklarının verdiği bilgiye*** göre, Genç Valisi, durumu hükümete rapor etmek için onunla görüşmek istedi. Şeyh Said, görüşmeyi vilayette değil, valinin evinde olması, valinin hanımının karşılarına çıkmaması ve valinin başına takke koyması şartıyla kabul etti. Şeyh, kıyam hazırlıklarını validen sakladı, ardından Piran’a kardeşi Şeyh Abdurrahim’in yanına gitti.
Hınıs’tan Çan’a, Çan’dan Çapakçur (Bingöl), Genç ve nihayetinde Piran’a uzanan seyahat sırasında Çapakçur Kaymakamı Çan Şeyhi Şeyh Mustafa, Şeyh İbrahim (eniştesi) ve Şeyh Şerif gibi mühim âlimlerin görüşlerini aldı. Şeyhin oğlu Şeyh Ali Rıza, bu gelişmelerden bir süre önce Halep üzerinden İstanbul’a gitmiş; Seyyid Abdulkadir gibi büyüklerle görüşmüş ve oradan dönüp muhtemelen 10 Şubat 1925’te babasıyla bir araya gelmiş; ona İstanbul ve Ankara’daki gelişmeleri aktarmıştı. Ali Rıza, kesin olarak kıyamdan yanaydı.
13 Şubat 1925’te Şeyh Said ve yanındaki takriben üç yüz kişi Piran’da Şeyh Abdurrahim’in evindedir. Hükümet; Teğmen Mustafa’nın komutasındaki küçük bir jandarma birliğini Piran’da, Şeyh Said’in yanında olup askerlik işlemleriyle ilgili aranan birkaç kişiyi sözde yakalamak için görevlendirir. Şeyh, onları teslim etmez ve durumu idare etmeye çalışır. Teğmen Mustafa direnir, Şeyh Abdurrahim ve arkadaşları onlara silahla karşılık verir.
Dönemi anlatan bir tanığın ifadesiyle “Hükümet neyi doğuracağını bildiği bir hamileye düşük yaptırır.***”
(firavun'un, Musa'nın zuhuru korkusu ile: bebekleri katlettiği, düşürdüğü gibi)
Bu hadise olmasaydı (kıyam) “Kitabeten hitabeten belki bir sene sonra olurdu, belki altı ay sonra olurdu yahut olmazdı**”.
Şeyh Abdurrahim, muhtemelen 25–26 yaşındadır; yiğittir, samimidir ancak ya Şeyhin uzun yolculuğundan habersizdir ya da heyecanına yenik düşer ve Şeyhi program dışına çıkarır. O olaydan sonra da itaatin olduğu her noktada zafer vuku bulacak, heyecana yenik düşme veya başka nedenlerle itaatsizlik durumunda ise zarar edilecektir.
Şeyh, derhal komutanlarını tayin eder. Bütün cephe komutanları Şeyh ve âlimlerden oluşur; yardımcılıklarına ise ağalar ve iyi savaşçılar (agitler) verilir. Kıyam boyunca, şeyhler ve âlimler hakkıyla itaat eder ancak ağalar ve ahali yer yer denetim dışına çıkar, bildiği gibi davranır. Piran Hadisesinden sonra, Şeyh Said ve yanındakiler, yol boyunca katılanlarla birlikte Darahini’ye doğru hareket ettiler; şehir 16 Şubat’ta ele geçirildi, şehrin valisiyle küçük askeri birlik esir alındı.
Darahini, geçici başkent ilan edildi; valiliğe de Modan aşireti reisi: Fakih Hasan atandı. Çapakçur (Bingöl) cephesi komutanı Şeyh Şerif’ti; bu cephe Elazığ’a kadar uzanacaktı. Muş Cephesi Komutanı: Şeyh Abdullah ê Melekan’dı; Erzurum’da bu cepheye aitti. Maden cephesi komutanı: Şeyh Abdurrahim’di. Şeyh Abdurrahim, Siverek’e kadar uzanacak, orada Şeyh Eyyüb’ün kuvvetleriyle birleşecekti. Diyarbakır cephesi komutanlığını ise Şeyh bizzat kendi üzerine almıştı.
İstiklal Mahkemeleri Kuruluyor
Şeyh ve komutanlarının hareketi ilk kez 16 Şubat’ta Ankara basınına yansıdı. Haberin yankısı, büyük oldu. İnönü’nün tedbir almakta yetersiz gördüğü Başbakan Fethi Okyar, 2 Mart’ta Meclis’ten güven oyu alamadı, bir gün sonra da onun yerine sertlik yanlısı İnönü geçti. İnönü hükümeti, atanmış Meclis’te 4 Mart’ta, güvenoyunu aldı. Aynı gün, “Takrir-i Sükûn Kanunu” kabul edildi. Kanun, tek kelimeyle cinayetlere resmi bir kılıf hazırlıyordu.
Buna göre kıyam bölgesine bakmak üzere ve kıyam bölgesi dışındaki ilgilileri yargılamak üzere Ankara’da olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kuruluyordu. Şark İstiklal Mahkemesi’nin reisi Denizli Mebusu Mazhar Müfit (Kansu), savcısı Karasi Mebusu Ahmet Süreyya (Örgeevren), üyeleri Urfa Mebusu Ali Saib (Ursavaş) ve Kırşehir Mebusu Lütfi Müfit (Özdeş), yedek üyesi ise Bozok Mebusu Avni (Doğan)dı. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin reisi Afyonkarahisar Mebusu ‘Kel’ lakaplı Ali (Çetinkaya), savcısı Denizli Mebusu Necip Ali(Küçüka), üyeleri Gaziantep Mebusu ‘Kılıç’ Ali, Rize mebusu ‘Bakkal’ Ali (Zırh) ve yedek üyesi Aydın Mebusu Reşit Galipti.
İstiklal Mahkemelerinin verdikleri idam kararları temyiz edilmeden ve Meclis onayına sunulmadan derhal infaz edilecekti. Bu, hükümetin bölgedeki durumu “savaş” hâli gibi görmesi anlamına geliyordu. Ama bir farkla, çünkü yaşanan savaşsa esirlerin idam edilmemesi gerekiyordu. Fakat esirlerle ilgili hükümler, Libya’da İtalya’ya direnenler için geçerli olmadığı gibi Şeyh Said ve arkadaşları için de geçerli olmayacaktı. Bundan mıdır bilinmez; Türkiye Cumhuriyeti isyan sonrasında faşist İtalya’nın ceza yasasını virgülüne bile dokunmadan Türkçeye çevirdi ve adına da “Türk Ceza Yasası” dedi.
5 Mart’ta Mustafa Kamal’in çağrısıyla seferberlik ilanı yapıldı ki bu ikinci seferberlik ilanıydı. Çünkü daha önce Fethi Okyar, Çukurova yöresinde seferberlik hükümlerine tabi olanları silah altına almış ve kıyam bölgesine sevk etmişti. Şark İstiklâl Mahkemesi o kadar gaddar idi ki halk, hâlâ o mahkemeyi Şark Mahkemesi değil; Şank (idam) Mahkemesi diye anar. Pek çok yaşlı onun gerçek adının da böyle olduğunu sanır.
Hükümet, Dış Destek Aldı
Hükümet, içeride “Bu Kürtçü bir ayaklanmadır” diyerek Türk halkının desteğini almaya çalışırken dışarıda “Bu modern inkılâbımıza karşı gerici bir kalkışmadır” diyerek destek arıyordu. İngiltere, hükümetin Musul’a doğru asker yığmadığından emin olunca harekâtında serbest bıraktı; Fransa, Türkiye-Suriye sınırındaki demiryolunu hükümet ordusunun hizmetine verdi. Rusya da, Türkiye’ye desteğini bildirdi. Özellikle Fransa’nın desteği çok önemliydi. Ayaklanmanın akışını değiştiren, Suriye-Türkiye sınırındaki ve Fransa denetiminde olan demiryolu oldu.
Hükümet, Şeyh Eyyüb liderliğindeki Siverek aşiretlerinin karşı koyuşu yüzünden, Urfa-Diyarbakır hattında yapamadığı asker sevkıyatını bu demiryolunu kullanarak Mardin üzerinden yaptı. Aynı şekilde uçak yakıtı trenlerle Mardin’e taşınıyordu. Bu durum, Türkiye’nin değişik yörelerinden yüz binlerce askerin bir anda kıyam bölgesine sevk edilebilmesine yol açtı ve kıyamın bir bölgeye sıkışmasına neden oldu. Eğer bu askeri sevkıyat yapılamasaydı kıyam Irak, Suriye, İran sınırını bulacak, böylece hükümet için kontrolü imkânsız hâle gelecekti.
Türkiye, isyan sırasında ilk kez kendi hava kuvvetlerini aktif olarak kullandı, böylece hava kuvvetleri daha kuruluş aşamasında bizzat içeride, halkın bir bölümüne karşı kullanılmış oldu. Bu, “Ortadoğu orduları” denen ve neredeyse bütün savaşlarını içeride veren orduların rolü için bir örnekti. Daha önce İngilizler, Irak Kürdistanı’nda Şeyh Mahmut Berzenci kuvvetlerine karşı uçak kullanmışlardı ve yıllar sonra Saddam’ın hava kuvvetleri yüz binlerce Müslüman Kürdü ve Şiiyi katledecek, ama Amerika’ya karşı bir tek kurşun sıkamayacaktı.
Şeyh Said kıyamı sırasında hızla uçak alımına yönelen hükümet, Almanya, İtalya ve Fransa’dan yaptığı alımlarla uçak sayısını 85’e çıkardı. Pilotlar, genellikle Almanlar tarafından eğitildi ve kıyam eden ahali üzerine bombalar yağdırdı.
Şeyh Said kıyamı, İslam dünyasında pek çok yönüyle bir ilkti. Batılılaşma projelerine karşı ilk kurşunu Şeyh Said ve arkadaşları sıkıyorlardı. Onlardan önceki bütün karşı çıkışlar, sadece protesto biçimindeydi. Bunun için Batı, bütün imkânlarıyla Kemalist hükümetin arkasında durdu. Ona, Müslüman halkın üzerine yağdırmak üzere kurşunlar, bombalar verdi. Şu bir hakikat ki bu kıyamda kurşun yerli; kurşun veren ise Rus veya Batılıydı.
Kıyam Hızla Yayıldı
Tasarlanan zamandan önce başlayan kıyam, yine tasarlanan zamandan önce genişledi. Genç (Darahini), Elazığ, Ergani, Siverek il merkezleri ele geçirildi. Diyarbakır, Şeyh Said’in planladığından çok daha erken kuşatıldı. Şeyh Said ve askerlerinin Diyarbakır öncesinde, şehir ele geçirme sorunu yoktu. Şehirlerde asayişi sağlama sorunu vardı. Şehirlerdeki istihbarat şebekeleri çökertilmemişti. Belki Seferberlik Tetkik Kuruluna yüklenen işlev o günlerde o istihbarat şebekeleri tarafından işletiliyordu. O şebekeler, kıyamı yanlış yönlendirip halkı ona karşı isyan ettirme, en azından kıyama güveni azaltma operasyonu yürütüyordu; böylece devletin görünen kuvvetlerinin yapamadığını gizli (derin) kuvvetlerle gerçekleştiriyordu.
İstihbarat elemanları, Şeyh Said’in askerleri arasına karışıp önce Darahini’de, sonra Elazığ’da yağma yapmış ve zayıf insanları yağma yapmaya sevk etmişti. Darahini’deki yağma denetim altına alınmış ancak devletin çok daha örgütlü olduğu Elazığ’da hem çok yağma olmuş hem de yağma hadisesi abartılarak aktarılmış; bu yüzden kıyam âlimlerine gönüllü olarak şehirlerini teslim eden çoğunluğu Türk, Elazığ halkı Şeyh Said’in askerlerine karşı hükümetin tarafına geçmiş ve şehri hükümete vermişti. Elazığ’da şehir meydanında hemen darağaçları kurulmuş ve idamlar gerçekleştirilmişti. Bu çok ağır bir darbe oldu. Denebilir ki kıyamın hedefine ulaşmamasında en çok bu olay, sonra Diyarbakır’a yönelik başarısız harekât etkili olmuştu.
*Hanili Salih Beyin mahkemedeki ifadesinden
**Şeyh Said’in mahkemedeki ifadesinden
***Dava Dergisi, 1991 Haziran-Temmuz özel Şeyh Said sayısı