‘Süreç'ten öğrendiklerimiz
Sevgi Akarçeşme 01 Ocak 1970
Süreç kelimesi 17 Aralık'tan bu yana farklı bir anlam kazandı. İçinde yaşarken tam idrak edemesek de tüm Türkiye'nin tarihinde, toplumun algısında çok açıdan milat oldu bu “süreç”.
Devletin tüm gücüyle yok etmek için uğraştığı, bu uğurda iktidar sahipleri tarafından her yolun mubah görüldüğü Hizmet gönüllüleri içinse sanırım bu kelime başka bir anlam taşıyacak. Birkaç nesil sonra bile “süreç” dendiğinde akla devlet gücü eline geçtiğinde adeta canavarlaşan bir parti kadar para ve iktidarla imtihanı kaybetmiş ama kendini dindar zanneden bir prototip gelecek akla. İnsanlar, çocuklarına “bu kadarı da oldu mu?” dedirtecek “süreç” hikayeleri anlatacak.
Hâlâ devam eden güç sarhoşluğuna ve hukuksuzluklara bakınca “süreç” bitmemiş gibi gözükse de aslında süreç başlarken, yani 17 Aralık'ta bitmişti. Ne tür suçlara karıştıklarını en iyi kendileri bilenler ya hesap verecek ya da bunları kapatmak için daha büyük suçlar işleyip masumlara haksızlık yapma yoluna gideceklerdi. İkincisini seçtikleri için süreç uzadı ama sonuç değişmedi, değişmeyecek de… İktidarlarını korumak için ülkeyi savaşa sokmak dahil bir çılgınlık yaparlarsa ülkece çok daha ağır bir bedel ödemiş olacağız ama sürecin sonucu ve kaybedeni değişmeyecek.
Peki neler öğrendik bu süreçten? En başta karakter ve ilke sahibi olmak için dindarlığın, daha doğrusu şeklî dindarlığın yeterli olmadığını gördük. “Alnı secdeye gidenler”in bile ne kadar zalimleşebileceğine ve buna dinî kılıf bulabileceklerine şahit olduk. Başörtüsü, içki gibi hassasiyetleri kırmızı çizgi yapanların yalan ve iftira gibi toplumu çürüten günahlar konusunda zerrece vicdan azabı duymadıklarını, tek kutsallarının para olduğunu tecrübe ederek gördük.
Aydın olmak için eğitimin, diplomanın gerekli olduğunu ama yeterli olmadığını, aydın olmanın bir duruş meselesi olduğunu öğrendik. Profesör, doktor gibi unvanların iktidarın emrine nasıl baskıcılığı kolaylaştırıcı olarak verilebildiğini ilmin izzetine acıyarak gördük. Gerçek bir aydının, zor zamanlarda, hakkı söyler, prensipleri hatırlatırsam ne kaybederim hesabı yapmadan konuşması gerektiğini hatırladık. Aydın zannettiklerimizin dökülen foyalarının ortasında hayal kırıklığı ile baş başa kaldık.
Süreçten hâlâ öğreneceklerimiz var. Mesela, ötekinin kendi tercihlerine göre var olma hakkını savunmanın onunla aynı fikri paylaşmak demek olmadığını toplumun tüm kesimlerinin zihnine okuma fişlerini ezberletir gibi çocuk yaşlardan yerleştirmek gerekiyor. Dini referans alanların Allah'ın “birbirinizle tanışmanız için sizi ırklara ve boylara ayırdık” (Hucurat, 13) mesajını aslında pek de anlamadıkları görülüyor hoşgörüsüz toplumumuza baktıkça. Hâlbuki senin tasvip etmediğin bir ötekine göre sen de başka bir nedenle öteki olabilirsin. Bir nebze huzur istiyorsak “ortak bir zemin”de buluşmanın yollarını aramak gerek. O yol da evrensel insani prensiplerden geçiyor. Zaten İslamî olmak da insanî olmayı gerektiriyor. Hangi ülkeler İslamî değerlere daha uyuyor araştırmasında Müslüman olmayan ama insani gelişmişlikte zirvedeki toplumların üst sıralarda çıkması şaşırtıcı değil bu nedenle. Müslüman ülkelerde ise teori ve pratik arasında uçurum var.
Süreç sonrası hepimize düşen aldığımız derslerle, ahlakı sadece şekilde arayan, aydını, medyası, siyaseti yozlaşmış bir toplumu nasıl değerler üzerine yeniden inşa edebileceğimize kafa yormak.