Osman Yüksel Serdengeçti (O.Zeki Yüksel)
01 Ocak 1970
Osman Zeki Yüksel Antalya Akseki'de doğdu. Aralarında A. Hamdi Akseki, eski Müftülerden Hacı Salih Efendi'nin de bulunduğu alimler yetiştirmiş bir aileye mensuptu.
İlkokulu Akseki'de, Ortaokulu yatılı öğrenci olarak Anyalya'da okudu. Ankara'da Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra girdiği Dil ve Tarih Coğrafya Fakultesi'nde 2.sınıf öğrencisiyken Mayıs 1944 te meydana gelen olaylara karıştığı için öğrenimini yarıda kesti.
Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş’le birlikte bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakılınca Fakulte’ye başvurarak öğrenimine devam etmesine izin verilmedi. Bunun üzreüne MEB Hasan Ali Yücel'e hitaben "Yüksek makamın Alçak Vekiline" sözleriyle başlayan bir dilekçe yazdı. Dilekçeyi Bakan’a verme cesaretini kimse bulamadı. Yeniden hapsedildi.
Hapisten çıkınca Serdengeçti Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Serdengeçti dergisinde Serdengeçti imzayla çıkan yazılarından dolayı bu soyadla tanındı. Pek çok sayısı toplatılan Dergi’de çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı. Başlığının altında "Allah Vatan Millet Yolunda" cümlesi sürekli yer alan Dergi’deki yazılarında sık sık kullandığı "Açın kapıları Osman geliyor" sözü yeni tutuklanmalara hazır olduğunu bildiriyordu. [1]Dergi ancak 33 sayı çıkabildi. ( 1947- Şubat 1962).
Terk Parti yönetiminin İslam üzerindeki ağır baskılarını protesto eden aydınların önde gelenleri arasında yer aldı.
1952 de Bağrıyanık adlı bir mizah gazetesi çıkardı. Başlığı altında "Hak yolunda bağrı yanık yolcular" sözü yer alan bu yayınında da inancının mücadelesini zengin esprilerle dolu yergileriyle sürdürdü. 1965 de AP listesinden Antalya Milletvekili seçilerek, Parlamento’da görev yaptı ( 1965-69).
Batılılaşmayı protesto için Meclis’e kıravatsız gelip gittiği için kıravatsız Milletvekili olarak da ün kazandı. AP’nin politikası ve Parti ileri gelenlerine yöneldiği eleştiriler yüzünden AP'den ihraç edildi. Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayımladığı yazı ve kitaplarla devam etti. Son olarak Yeni İstanbul'da gazetesinde "Selam" başlığı altında günlük fıkralar yazdı.
10 Kasım'da İstanbul'da vefat etti.[2]
H. Üzmez’in ‘Şu Bizimkiler’, A.Rahmi Balcıoğlu’nun ‘Serdengeçti’ kitabında kendisinden bahsedilir. Vefat yıldönümlerinde hakkında bir çok yazılar yazıldı.[3] [4]
Eserleri:
-Mabetsiz Şehir ,
-Bir Nesli Nasıl Mahvettiler ,
-Bu Millet Neden Ağlar ,
-Gülünç Hakikatler ,
-Ayasofya Davası ,
-Türklüğün Perişan Hali ,
-Mevlana ve Mehmet Akif ,
-Kara Kitap ,
-Radyo Konuşmaları ,
-Müslüman Çocuğun Şiir Kitabı , [5]
[1] "Kalemini Hak yolunda bir kılıç gibi kullandı, bu nedenle de Anadolu'da efsanevi bir kahraman gibi tanındı" der Mehmet Ateşoğlu.
[2] 10 Kasım 1997.Zaman G.H. Üzmez:’’Kurtuluş Savaşı O’nun çocukluk rüyası gibiydi. O günleri ‘Bir Nesli Nasıl Mahvettiler’ de akıcı ve yakıcı bir dille şöyle anlatır:’ Seferberlik yıllarıydı. Cepheye gidenler.. cepheden gelenler.. Oralarda kaybolup gidenler.. Kendileri yerine künyeleri gelenler.. Dul kalan kadımlar.. Yetim kalan çocuklar.. Şehid oğlunun üzerine ağıt yakan bağrıyanık analar.. Anadolu baştan başa bir ‘Dullar ve Yetimler Ülkesi’ne dönmüştü..’
Tabii ki küçük Osman bütün bunları anlayamaz. Bir gün annesine:’Bunlar nereye gidiyorlar?’ diye sorar. Annesi kısa yolda:’Gavurları öldürmeye gidiyorlar’ der. ‘Gavurlar nasıl insanlar?’ Annesinin biraz canı sıkılır. ‘Ne bileyim evladım der, şapkalı herifler işre..?’
Aradan yıllar geçer. Ülke Yunan istilasından kurtarılır. Cumhuriyet kurulur. Devrimler yapılır. Sarık, fes yasaklanır. Başlara ‘şapka’ takılır. Osman ağabey o yıllarda ilk mektep talebesidir. Bir gün mektebe şapkalı şapkalı adamlar gelir. Küçük Osman alı al, moru mor, büyük bir korku ve şaşkınlık içinde eve koşar ve annesine nefes nefese şu haberi verir:
-Anne anne! Mektebe gavurlar geldiler! Kara Kara şapkalı herifler!.. hani biz onları denize dökmüştük.’
Annem:’Aman oğlum uss!,dedi. Elleriyle ağzımı kapatarak kuşku içinde etrafına bakındı. Çok şükür söylediklerimi bir duyan olmamıştı..’
Babası akseki Müftüsüydü. Ve eski bir Kuvvayı Milliyeciydi. İlk İslami terbiyeyi ailesinden almıştı. Okuduğu okullarda O’na:’Bir Türk cihana bedeldir’ diye öğretmişlerdi. O zamanki eğitim, insanları kafatası yapısına göre ayırıyordu. Kimisine ‘Dolikosafal’ kimine ‘Brakisafal’ diyordu. O da Osman Oğulları’ndandı. Katıksız, öz ve has bir Türk’tü. Brakisafallar kategorisine giriyordu. Elbetteki Türklüğüyle övünmeliydi. O da öyle taptı. Hiç bir zaman Kemalist olmadı.Ama ‘şoven milliyetçi’ oldu. ‘ırkçı-turancı’ oldu. 1944 olalarına karıştı.Tutuklanıp hapse atıldı. Tabutluklarda işkence gördü. İdam talepleriyle yargılandı. Sonunda suçsuz olduğu anlaşıldı. Beraat ederek çıktı. Çıktı ama, o günleri hiçbir zaman unutmadı. ‘Şeflik devri2 dendi mi, saçları diken diken olurdu. Tek Parti zulmü O’nun yüreğinde korkunç bir düşmanlık oluşturmuştu. 1965 seçimlerinde AP’den Antalya milletvekili seçilerek Meclis’e girdi. Hiçbir zaman sistemle bütünleşmedi. İçi kann ve nefretle dolu olarak ömrünü tamamladı.’
Milletvekili seçilmesi O’nda hiçbir değişiklik yapmamıştı. Yine gösterişsiz, fakir, garip bir Anadolu çocuğuydu. ’40 yıl mahpus olduk..Dört yıl mebus olduk..’derdi. Aleyhinde çok davalar vardı. Onlardan kurtulmak için dokunulmazlık zırhına bürünmeliydi. MSP’ne başvurdu. Soğuk karşıladılar. Garip şey.. Hazıra konanlar davanın asıl sahiplerini saf dışı ediyorlardı. Dağdan gelen bağdakini konuyordu. Osman Ağabey aldırmazdı böyle şeylere.. Ömrünün büyük bir kısmı, mahkemelerde ve hapishanelerde geçti. Korkmadı, yılmadı, sinmedi.. ‘Bir can değil mi, derdi, ha yorganda çıkmış, ha urganda.. Ne farkeder?’
Kendi değimiyle:’ Malatya hadisesi ruhunda bir ınkılap yaptı.’’Irkçılık ve kavmiyetçilik marazları’ndan tamamen temislendi. ‘Şol asyanın ırmaklaru.. Akar Türklük deyu deyu’ şiirini, ‘Şol Asya’nın ırmakları.. Akar Allah deyıu deyu’ şeklinde değiştirdi. ‘İslami cihad’ yoluna girdi. Bediuzzaman:’Bir oğlum olsaydı adını Serdengeçti koyardım’ dedi. O’nu kendisine ‘manevi evlat’ edindi. Akşam sabah dualarına dahil etti.
Bütün hayatı boyunca, fakirlerin, mazlumların, güçsüzlerin, gariplerin, bağrı yanık, gözü yaşlı insanların yanında oldu. Zalimlere asla taviz vermedi. Eğilip bükülmedi. Onlardan hep nefret etti. Esir Türk ülkelerini hiç dilinden düşürmezdi. Onlar için kitaplar yazdı. Ağıtlar yaktı. Yazık ki ‘Kızıl Tiranlar’ dediği zalim Sovyet İmp.nun çöküşünü göremedi. Bu mutlu günleri görseydi, mesela kahraman Çeçenler için ne destanlar yazardı. ‘Dünya Türklüğünün esaretten kurtulduğunu görmeden ölürsem gözlerim açık gider’ derdi.. Partilere inanamzdı. Onların ‘kahve dövücünün hınk deyicisi’ olduklarını söylerdi. ‘Biz parti ve patırtıların üzerindeyiz’ derdi. CHP’ye müthiş düşmandı.Öbür partiler arasında fark görmezdi. ‘Aynı ayakkabının sağ ve sol tekleri’derdi. Islam’ı siyaset kürsülerinde konuşanlara çok kızardı. Onlara ‘mirasyedi’ gözüyle bakardı. Dine zarar vereceklerine inanırdı.
Biz Bediuzzeman, S. Hilmi Tunahan, bunlar gibi daha başka büyükleri O’nun yazılarıyla tanıdık. Eğer Osman ağabey olmasaydı, Üstad N. Fazıl bile bizim yanımızda sadece büyük bir şair olarak kalacaktı. O gerçek bir Serdengeçti’ydi. Kalemi davanın hizmetinde değil, davanın ta kendisiydi.
[3] Y. Yalçıner (11Kasım 1997 Akit):’O’nu, bu kaypaklıkların,dünyevileşmelerin alabildiğine arttığı şu günlerde gerçekten özlüyorum;özlüyoruz..O, olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan adamlar kafilesinin acaba son erlerinden miydi? Bilemiyorum; yoksa onun emsaller, o erlerden kalanlar var da, bunca guruha karışmamak için kuşe-i uzletlerine mi çekildiler?..
Adresini verirken bile nükte yapar; ‘Bir debiz iki deniz üçüncüsü bendeniz!’ der, içimizde bu adama sımsıcak duygular coşturan,çın çın kahkahayı patlatırdı. Ankara’da Denizciler Caddesi’nde Deniz Otel’in arkasında camekanı perdeli,hiçbir zaman hiç kimsenin ‘kitapçı dükkanı’dır diye taheyyül ve tahmin edemeyeceği yer;yediği içtiği yatıp kalktığı ‘bendeniz’in ziyaret edildiği, aranırsa bulunduğu yerdi. Üstad da gelir,borç para ister, sonra bir dolmuş parasına razı olup Başbakanlığa Menderes’i görmeye oradan gidermiş. Herşey toz içindeydi. Kitap yüklerinin dükkan diplerindeki karanlığının üstündeki tahta kerevette yatağı vardı. Tine tahta masasının arkasında kendisi oturur, biz gelenler de kitap balyalarının üstüne ilişirdik. Her gelen uğrar mıydı O’na? ‘Hergele meydanı’nın asıl adının ‘hergelen meydanı’ olduğunu yedi ceddi Ankaralığıma rağmen ondan duymuştum. Bir sokak ötesi çocukluğumun geçtiği Leblebeci Mahallesi idi oysa ve ben bizim semti ‘Hergele meydanı’ diye bilirdim. Meğer, her gelenin ilk düştüğü yer olması yüzünden dilde aşınıp o hali almış. ‘Elbette her gelen evvelemir bize gelir..’ derdi. ‘Lakin şimdilerde senin gibi hergeleler gelir oldu Karaoğlan!’
Sırtında laciverdi güneşte atmış maviye dönük rengiyle ceketi, ayağında yine ceketle pantolonu gibi bilmem kaç yılın eskisi yamutulmuş Sümerbank kundurası.. Hergelen meydanına gelen ahaliden biriydi o..
Osman Yüksel ağabey, adeta yine bir nükteye sarmalanırcasına bir 10 Kasım günü darı Beka yolculuğuna çıktığında ben mahbesteydim. Cenazesinde bulunamadım. İçime hicran oldu. Ve ilk defa bu sene, O’nun nüktesini yakalamak arzusuyla Akit’in manşet kenarında kıvılcımlanan haberi vesile edip hasret gidermek istedim.
1969 seçim kampanyasını baştan sona Ordu dağlarında birlikte yaşadık. 17 yaşımda tanıştığım ağabeyimle içeri girdiğim 70 li yılların sonuna kadar can dostu olduk. Öğle sanıyorum ki, Hüseyin Üzmez ağabeyden sonra en ziyade hatırası olan eşhastan biriyim. Ama elim varıp da O’nu,o,harikulade tevazu adamını nükteleriyle tanıtacak satırları yazamadım.
Tevazunun abidesiydi gerçekten.. Atilla Özdür ağabeyimin hakkı saklı kalmak şartıyla) Ve hala ben, bir benzerine şahid olamadım.
Birlikte Bolvadin’e gitmiştik bir tarihte.. Konferans verecekti. Yola çıktık. ‘Otobüste yoğurt torbası gibi çalkalandık’ Bolvadin’e indik. Millet oluk oluk bir yana akmakta.. Şehir hoparlörleri ‘Osman Yüksel filan sinamada konuşacak’ diye bas bas bağırmakta. Kalabalığa uyduk, sinama salonunu bulduk. Ama içeriye girmek ne mümkün. İte kaka ilerliyoruz. Öndeki adam, Osman ağabey’i tanımıyor, ‘Dur be adam ne itiyorsun’ diye dikleniyor. Meram anlatıncaya kadar göbeğimiz çatlıyor. Neyse, belki yarım saati aşkın sürede Osman abi ancak sahnenin yanına vardı. ‘Otobüste torba yoğurdu gibi çalkanalnmış, Bolvadin’de Ermeni pastırmasından beter olmuştu. Bilene ne ziyafet!’ Ankara’ya döndüğümüzde maceramızı böyle özetleyecekti. Tam sahne kenarından çıkmaya çabalarken, bu defa elinde mikrofon esip yapmakta olan sunucu ile başı derde dirdi. Genç mikrofonla bağırıyordu:
‘Hop hemşehrim sahneye çıkma.. Dur ya’v.. Dur diyorum sana..’ Baktı durduramıyor, Osman abinin , üstüne yürürdü. Yakapaça olunca herhalde Osman abi kim olduğunu nihayet duyurabilmiş ki, telaş ve mahcubiyetle yakasını bırakıp ellerine sarılıp öpmeye başladı. O zaman da kalabalık şaşırdı; acaba bu sunucunun önce azarlayıp sonra da elini öptüğü şu üstübaşı dökülen adam kimdi ki?
Osman ağabey kürsüye geldi. Mikrofona geçti: ‘Ne o, şaştınız di’mi?’ diye sordu. ‘Zaloğlu Rüstem bekliyordunuz, Karamürsel sepeti gibi bir adam çıktı öyle mi?’
Şimdi bazı bazı şuraya buraya davetli gittiğim oluyor. ‘Karamürsel sepeti’ görüntüsünün sukutu hayali ile karşılandığımda gülümsüyor,O’nunla olan bu hatıramı anlatıyorum.
Kimseye ‘ylk’olmadı. Kimseye yaranma çabası yaşamadı.O’nun gıravatla birilerine benzemenin şerrinden uzak kalmak ve o birilerini protesto etmek için boynuna değil beline takarak gittiği meclis hatırasını anlata anlata gıravatlanıp Meclis’e girenleri; eşik aşık aşındırarak makam sahibi olanları,İmam Hatiplere kestiği üç kuruşluk makbuzların itibarını ihale dosyalarının görünmez bölümlerine ekleyerek milyarlar vurup servet edinenleri görüyorum da, Osman Yüksel ağabey’imi özlüyorum.
Yine bir 10 Kasım geçti. Bize hayırlısıyla ilk ve son defa olsun nükte yapmak bile nasip olmadı. Ağır yükümüz omuzlarımızda özlemimisi gidereceğimiz günü bekleyip duruyoruz. Çünkü inanıyoruz : Kişiler sevdikleriyle haşrolunacak. Rabbim O’na gani gani rahmet eylesin..
[4] A.Hamdi Turgut (11 Kasım 97 Akit):’’Serdengeçti’ kelime manası ile ‘Dalkılıç’ anlamına gelmektedir. Dalkılıç, Osmanlı ordusunda ya bir muhasarayı yarmak, yahut da bir muhasaradaki kaleye ölümü düşünmeden surlara tırmanarak kaleye ilk giren gönüllü yiğitlerdir. Genelde bu huruç veya baskını gerçekleştiren Dalkılıçlar gönüllülerden meydana gelirlerdi. Yaptıkları hareket genelde intihar saldırısı olduğu için,içlerinden binde bir sağ kalan olursa,onlar da ‘Serdengeçti ağası’ olarak anılırdı. Napoelon Bonapart, Mısır seferinde 1799 tarihinde Suriye’yi işgale kalktığında, Cezzar Ahmed Paşa karşısında büyük bozguna uğramıştı. İşte o zaman Napoelon, ‘Birkaç yüz dalkılıç meydana çıktığı zaman bunların önünde durmanın güç mağlup olmanın ise imkansız olduğunu bizzat yaşadım’ demiştir.Tarihimizde serdengeçti ve serdengeçti ağası budur.
Osmanlı İmp.I.Dünya Harbi’nde tedi cephede 20.asrın son serdengeçtileri ile savaşını verirken, Antalya’nın alimler beldesi Akseki’de Müderris ve Müftü Ahmed Salim Efendi’nin 1917 de bir oğlu oldu. Bu çocuk da tıpkı diğer kardeşlerine benziyordu. Diğer kardeşleri ne kadar sessiz, sakin, hatta elinden lokmasını alsanız ses çıkarmayan insanlar idi ise, bu Osman onlaron aksine bir lav parçası gibi idi.
Çıkık elmacık kemikleri, oldukça çukurda fakat çakmak çakmak gözleri ile orta boylu, zaif-naif oldukça derbeder, atelşi konuşmalarla hemen dikkati çeken, benden birkaç yaş büyük bir gençti. Doğduğunda ismi Osman olarak tesmiye edilmiş.
Ankara’da Gazi Lisesi’ni bitirip DTC Fakültesi Sosyoloji ve Felsefe bölümüne öğrenci olarak giren Osman işte orada en büyük hafakanları yaşadığı dönemdir. Bilhassa son sınıfa gelince mezuniyet tezi Türkiye’nin Anna Pauker’i, Doç.Behice Boran tarafından reddedilince, Osman’ın içinde bastırdığı yanardağ indifaına sebeb olmuştur.
Osman Yüksel’i Ankara’da çok nadir cereyan eden bir toplum hareketinde tanıdım. Toplantı dağılınca beraber kaldık. Ankara kalesinin batı cephesindeki park yeni yapılıyordu. Orada bir aşağı bir yukarı ta güneşin grubuna kadar konuştuk,konuştuk. Osman,Üniversite talenesi, ben ise lise talebesi. Kanlarımız kaynaştı, o da, ben de müderriszade idik. O devirde sayısı çok az, islamı ve Türklüğü şiar edinmiş gençler idik. Çünkü;Türkite Cumhuriyeti’nde kayıp olmuş bir generasyon vardı. ‘Elhamnulillah Müslümanın’ diyordu, diyordu da, (Kelimei Şehadet’î) getiremiyor, babasının cenaze namazını dahi kılmayı bilmiyordu.’ İşte öyle bir dönemde tanımıştım Osman Yüksel’i.
· · bana daima, ‘Hocanın oğlu’ diye hitap ederdi. Babam rahmetli ise bana seni Osman aradı demez, ‘Seni deli oğlan aradı’ derdi. Allah her ikisine de rahmet buyursun. Diyeceksiniz ki, baban niye öyle söylerdi? Çünkü, Osman’la konuşurken Osman feveran eder,babama, babasına, hatta o devirde Diyanet İşleri Başkanı Hamdi Akselili’ye suskunlukları için veryansın ederdi. Babam bir gün, ‘Oğlum Osman bey, Hamdi Aksekili Hocaefendi İstiklal Mahkemesinde ipten döndü. Ben ise;İstiklal Harbindeki naçiz hizmetlerim yüzü suyu hürmetine ipten döndüm. Ayrıca Aksekili senin çok yakın akrabandır. Bu fevri ifadelerin tabiatı ile hem kendine hem de çevrene zarar verebilir. Devir tedbir devridir’demişti.
Amma karşısındaki Osman’dı,ona nasikat vız gelirdi. Nihayet Osman’a bütün itidal tavsiyelerimzie rağmen, bir gün, B.Boran’ın tezini reddettiği dünlerde idi.’
-Hocanın oğlu ben karar verdim, bir mecmua çıkaracağım adı da Serdenheçti olacak dedi. İsmi çok sevmiştim. Osman’a yakışır bir isimdi.
Ulus meydanında sonradan sabotaj bir yangınla yanan Maarif Vekaleti’nin köşesinde Ankara sanatçı ve entellektüellerinin buluşma yeri olan İstanbul Pastanesinde oturuyorduk, kalk matbaaya gidelim, tanıtım afişlerini alalım, dedi. Kalktık, MEB’nın karşısındaki Alaaddin Kıral matbaasına gittik. Üçüncü hamur kartonlara basılmış A4 ebatındaki kırmızı renkle basılmış afişleri okuduğumda alev alev yanıyordu. Hala hafızamdam silinmeyen bir rapağraf mecmuasının ilk sayısında çıkacak yazısından alınmıştı ve şöyle diyordu:’Ağzının sağ yanı ile Kur’an okuyup, sol yanı ile kızıl ıslıklar çalan o bakan sensin Hasan Ali! Diğerleri de en az bu parağraf ağırlığında idi.
Mecmuanın bir kısım afişini dağıtma işi de bana düşmüştü. Afişi bir vitrine astırıyorduk, ertesi gün kaldırılıyordu. Bir daha versek dükkan sahibi özür diliyor almıyordu.
Serdengeçti’nin basılma serüvenini daha evvel yazdığım için burada tekrar etmeyeceğim. Osman Yüksel soyadını bir daha yalnız mahkeme ilanlarında okudu ve kullanmadı.
Bütün Türkiye Osman’ı Serdengeçti olarak tanıdı. O hakiki bir serdengeçti idi. Hatta Serdengeçti ağası.’