Dava adamları
Hekimoğlu İsmail 01 Ocak 1970
Osman Yüksel, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin son sınıfına kadar okudu. Tahsilini tamamlayamadı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel'di. Osman Yüksel'i kendi yazılarından tanımaya çalışırsak şöyle diyordu:
Kula kul olmak için atılmadık meydana
Biz yalnız hakikate, hakka secde ederiz
Nasıl girdiyse dava sahipleri zindana
Bilsin ki kahpe devir biz de öyle gireriz
Osman Yüksel'in ömrü hapishanelerde geçti. Ankara'da Akdeniz Caddesi'nde bodrum katta otururdu. Bir küp pekmezi vardı. Her gün o pekmeze lokmasını batırır yerdi. Milletvekilliğini kazandığı zaman Meclis'teki nöbetçi onun kıyafetine bakıp, 'Buraya işçilerin girmesi yasaktır.' der. Osman Yüksel de 'Haklısın' der, 'adama değil de elbiseye önem verilen bu devirde, sen de beni elbisem için durduruyorsun'.
Osman Yüksel Serdengeçti mecmuasını çıkarırdı. Bu mecmuaları dükkânına asmıştı. Hangi mecmuadan kaç sene hapis yattığını onların altına yazmıştı. Çıkan dergilerin başına "Açın kapıları Osman geliyor.." yazardı. Çıkardığı kitapların isimleri bile her şeyi anlatırdı. "Bir nesli nasıl mahvettiler?", "Mabetsiz Şehir" gibi... Mabetsiz Şehir isimli kitabını yazarken onun bürosunda, bodrum katındaydım. Dedim ki; ağabey, mabetsiz şehir neresi? Dedi ki; Ankara'nın Yeni Şehir dedikleri muhitte cami yok, havra yok, kilise yok. İşte mabetsiz şehir burası... (Yıl 1952)
Osman ağabey derdi ki; evvelâ gönüllerdeki putlar kırılmalı, sonra dışarıdaki putlar kendiliğinden devrilir. Her peygamber 'Lâ ilâhe illallah' diye dava eder, bunu anlatırlardı. Müşrikler putlardan vazgeçerlerdi. Lâ ilâhe illallah'ın manası, Allah'tan başka ilah yoktur. Öyleyse ilah zannedilen her şeyden vazgeçecek ki insanlar ondan sonra Allah'a inanabilsinler.
"Uyu yavrum, tepesinde haç yatan camiler var,
Bu mu seni ağlatan
Camilere hilal götür ninni,
Hem yurdunu hem öcünü al ninni
***
Uyu yavrum, uşaklarla köleler
Uyandılar, vatanını bölerler
Seni bekler boynu bükük bebeler
Uyan artık uyanacak gün bugün
Dayan artık dayanacak gün bugün
Çilesini çekmediğimiz şey bizim değildi. Hapishanede çeşitli mahkûmlar vardı. Hırsızlar, caniler ve katiller. Onlar bir hiç için hapis yatmayı göze alırken biz neden Allah için razı olmayalım derdik. Böylece işkenceler, hapislikler bizi yıldırmadı. Bediüzzaman derdi ki: "Öyle bir hayat yaşayın ki hapishanede evi aramayasınız."
Necip Fazıl'ı da kendisinden öğrenelim: "Otuz üç yıl saatim işlemiş, ben durmuşum. Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum." Necip Fazıl, Abdülhakim Arvâsi'yle karşılaşınca ruhunu doyuran bir sohbette bulunmuşlar. O an'dan itibaren Necip Fazıl'ın hayatı değişti. Eskiden göklere çıkaranlar yeni yazdığı şiirlerle ona gerici dediler. O da şöyle cevap verdi:
"Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana
Yükseldik zannediyorlar, alçaldıkça tabana
Zaman korkunç bir daire
İlk ve son nokta nerde
Bazı gün geriden gelen yüz bin devir ilerde
Yeter senden çektiğim ey tersi dönmüş ahmak
Bütün iş bir saman kâğıdından kopya almak"
Necip Fazıl, Toptaşı Hapishanesi'nde yatarken hanımı Neslihan Kısakürek ona tenekeyle gazyağı taşırdı. Elektrik yoktu. Herkes petrol lambasıyla aydınlanırdı. Necip Fazıl da hapishanenin taş duvarları arasında petrol lambasıyla odasını aydınlatıp kitabını okuyordu. Oğlu Mehmed'e yazdığı mektup şöyleydi:
"Mehmed'im sevinin, başlar yüksekte
Ölsek de sevinin, eve dönsek de"
Her şeyini malını mülkünü davası uğruna harcadı. Fakir bir hayat yaşadı. Hayatın kamçısıyla sızar derinden kanlar. Senin büyük derdinden, başkaları ne anlar.
Vicdanı Paris'e, Moskova'ya satanlar,
Küfür diye bakarlar senin dualarına"
Cinnet Mustatili isimli kitabında onun hapishane hayatı daha iyi anlaşılır. Hayatı öyle ıstıraplar içinde geçiyordu ki:
"Söyleyin, söyleyin! Ben miyim yoksa
Bela mimarının seçtiği arsa,
Eşyadan muhacir, ruhtan öksüz"