Özkişi Niyetine
Serpil Özçeşmeci 01 Ocak 1970
"Herkes kitaptan kendini okur. Eğer kendisi güçlüyse kendini kitaba katar. Yabancı şeyi kendisiyle birleştirir." Goethe
Bahaeddin Özkişi'nin Göç Zamanı adlı hikaye kitabını elime aldığımda ne yazar, ne de kitap hakkında hiçbir fikrim ya da referansım yoktu. Kendimi kitaba katacak ve onun kahramanlarıyla uzun süre yarenlik edecek bir ruh hali içinde de değildim. Hacmi küçük bir kitaptı. Hikayeler oldukça kısaydı. Kısa sürede okur ve vaktimi de değerlendirmiş olurum düşüncesiyle kitabı elime aldım. "Sokakta" ve "Göç Zamanı" sehpada üstüste duruyordu. Oldukça sade bir tasarıma sahip kitaplardaki turuncu-kahve, mor-yeşilden daha cazip geldiği için belki de ilk sırayı "Göç Zamanı" kazanmıştı.
İlk işim satır aralarında yazarın ayak izlerini aramak, cinsi-cibiliyeti hakkında az da olsa bir fikir sahibi olabilmekti. Ama yazar ortada yoktu. Ve ben bu konuda bir adım bile ilerlemeden üslubun açıklığı, çok kısa bir anlatım içinde ulaşılan yoğunluk, olayın kendinden ziyade, ruhu/pisikolojisi üzerinde geliştirilmiş derin tahliller beni çoktan kitaba bağlamıştı. Ve ben yazarı ararken, Rilke'nin cisminden öte bir tada varmış anlatıcıdan, insanı hisleriyle çırılçıplak yakalayan köre, dedesinin anlatımıyla ölümü bir masal kadar güzel hisseden bir çocuğun düşlerinden, hayal ülkelerinden babasını bekleyen çocuğun düşlerine, hayatı aydınlatan şeyin içimizin ışığı olduğunu farkeden adamdan, kurşun döktürülen çocuğun halk inaçları üzerindeki derin tahlillerine kadar her mekan ve zamandan, her yaştan onlarca kahramanın ve olayın peşinden oradan oraya sürüklendim.
Okuma ilerledikçe, hikaye dili bu kadar sağlam bir yazardan nasıl hiç haberdar olmadığıma içten içe sinirleniyor, ama bir yandan da onu hiç bir referans olmadan kendimin keşfetmesinden gizli bir haz duyuyordum.
Hikayelerde dil net ve açık. Yazar insanın özüne ait bilgiyi gereksiz bir mesaj verme çabası olmadan, olayın kendi keyfiyeti içnde öylece veriyor. Öyle büyük maceralar, enterasan vak'alar da yok. Bazen bir an, bazen bir bakış, bazen bir park ya da kahvede bir oturumluk süre, bazen satın alınan sıradan bir nesne, hikayeye konu olabiliyor. Yani yaşamın içindeki çoğu zaman ihmal ettiğimiz ya da önemsiz gördüğümüz her renk, her ayrıntı var hikayelerde. Yazar bir an'a bir ömrü dolduracak bir anlam yüklüyor bazen. Bazen de o an'da, o ışıkta varlığın, yaşamın anlamını, özünü yakalıyor. Sürekli oluşunu sorgulama, kainat içindeki yerini tesbit etme hali yoğun olarak hissediliyor. Alıştığımız giriş, gelişme, sonuç bölümleri, belli bir şekle uyma kaygısı yok. Biçim-anlam tartışması aşılmış gibi, insan okurken kendini daha rahat hissediyor. Hikayelerde olaydan ziyade düşünce yoğun bir anlatım ortaya çıksa da artık o bir öncesi olmayan metinler koymuş ortaya. Evrenin bir parçası gibi hissediyor kendini. Adeta "Takva sahibi biri öldüğünde yer ve gök ağlar.." hadisini hatırlatırcasına bütün evren onun sevincine de, hüznüne de ortak oluyor. Halka ait şeyler daha çok yalın ve olağan halleriyle değil de -bu yüzden hikayelerinde folklorik öğeler pek yer almamış- derin ve psikolojik yönleri ile ele alınmış. Bunları jakoben bir aydın tavrıyla değil de -katılmasa bile- anlamaya çalışarak, saygı sınırını aşmadan ortaya koymuş Özkişi. Belki kendimizi kitaba katıştaki rahatlık, kitabın bizi -halkı- hesaba katan bu latif anlatımdan kaynaklanıyor biraz da.
Hikaye kitabını bitirme sabrını gösteremeden "Sokakta"ya geçiyorum. Kısa sürede okuyup bitiriyorum. Hikayelerdeki bu folklorik ve dini motiflere saygı, aynen "Sokakta" romanında da devam ediyor. Hatta yazar bunları farkeden, inceleyen ve saygıyla dile getiren kişi olmaktan çok; yaşayan, inanan kişi olarak çıkıyor karşımıza. Yoksa nasıl bu kadar naif bir dille halka ait kaygıları, üzüntüleri, hurafeleri, inaçları dillendirebilir ki? Yazarın yaşam öyküsünü ciddi bir şekilde merak ediyorum. Ben de "Körün Gördükleri" adlı hikayede olduğu gibi bu konudaki bilgilere ulaşırsam, kafamda yazarın kimliği açıkça şekillenecek, diye düşünüyorum. Ve kitaplarda bu (genellikle) alışık olamadığımız saygının, halkın arasından bir sesle konuşuluyormuş hissinin, kitabın bir yerinde tersyüz olmamasını garanti etmiş olmanın rahatlığıyla devam edeceğim okumalarıma. Belki böyle bir insanla bir yolla iletişim kurma şansını yakalayabileceğim. Ne yazık ki kitapların yayınevinden gelen bilgi yazarın 1975'te vefat ettiğini gösteriyor; üzüntüm büyük. Ama hayat öyküsü bazı şeyleri netleştiriyor yine de. Yazarın "Sokakta"nın öyküsünü üzerine inşa ettiği "ONLAR" -yani cinler-, halk inaçları ve din hakındaki yoğun bilgisinin temelinde baba Ömer Lütfi Efendi ve dede; Nakşi Şeyhi Hacı Halit Efendi yatıyor.
1975 yılı "Peyami Safa Roman Yarışması"nda "Başarı Ödülü" almış "Sokakta". Konusunu son 200 yıllık değişimden alıyor roman. 'Cinler'in işlediği varsayılan bir cinayetin etrafında kurgulanmış olaylar. "Değişme"nin nasıl değerlerimizi yok ettiği, bozulmanın sokağın adetlerinin bozulmasıyla başlayıp, tek tek bireylere nüfuz ettiği bir cemaat bilinciyle yaşanıp, herkesin herkesten haberdar olduğu 'sokakta' artık kimsenin kimseden haberinin olmadığı, bu anlamda "İnsan-Tabiat (çevre)-Allah" ilişkisindeki herhangi bir aksaklığın insanın fıtratını bozacağı dahası kendi "oluşu-hali"ne bir ihanet olacağı anlatılıyor. Ve sokağı koruyan cami, türbe, şadırvan vb.'ne sahip çıkmanın önemi şiddetle vurgulanıyor. Roman cinayeti araştıran komserin, cinayet sanığı arkadaşının ölümünden sonra, sokağın bozulmasını önlemek için nasıl nöbeti devraldığı anlatılarak son buluyor. Nöbet; camiyi, türbeyi, şadırvanı, konakları eski manalarıyla sokakta yaşatabilmek. Mutlak bir son da değil, bir umudun devam edişi romanın sonu. Kurgu bir an bana T. Cansever, M. Özel, M. Armağan da izlerini bulduğumuz "Cami-pazar-medrese" merkezli şehir tasarımlarına ilk işaretlerden biri de Özkişi'den mi geldi acaba? sorusunu sordurtuyor. (Maket evler çalışması da biraz bu savımı destekler görünüyor.)
"Kötü nedir doktor? Kötü, güçlerin kullanma yönünün saptırılmasından başka nedir?... Neden büyüye inanmak çağdışı da bir ilizyon olayı inanılır, neden doktor? Bir metal gövdesinin basit bir hücresinde yatan gücün illa Hiroşima gibi bir şahidi mi olmalı? İnkar, gücünü bilgisizlikten alır dostum." (Sokakta, s.118)
"Gerçek insanı ümit, iman, heyecan meydana getirir." (Sokakta, s.142)
"İnsanın gözünü perdeleyen, her şeyi bir arada aynı anda görmekti. Görmeyi bilmemek bir eğitim eksikliğiydi." (Sokakta, s.38)
"Ben yaprakta bizzat hayatı ve bu hayatı mümkün kılan hikmeti seyrettim." (Sokakta, s.39)
"Eskiler bize, kadının değeri kadın olduğu kadardır, diye belletmişlerdi." (Sokakta, s,42)
"Yeni insana mezarın koza, yaşadığı hayatın bir kurt hayatı, mezar sonrasının da kelebeklik olduğunu anlatmaya pek imkan yok." (Sokakta, s,48)
"Değişiklik, hemen her konuda olduğu gibi insanın içinde kıpırdanan çirkin bir varlığı beslemeyi hedef almış. O varlık bize atardamarımızdan daha yakın. Şeytan bu." (Sokakta, s,49)
"Akıldır; gelişmiş, mükemmelliğe ulaşmış akıldır, mutlu yarın."
"Sokakta"yı okuyuşumdan kısa bir süre sonra Ahmet Hamdi'nin kendisine "Devam et evladım, sen on tane Said Faik edersin!" dediğini öğreniyorum.
Bu taltif, yazarın üçüncü kitabı "Köse Kadı"yı okumamı da zorunlu kılıyor. Nede olsa "Huzur"un yazarından herkese bu iltifatın gelmesi mümkün değil.Roman, Osmanlı'nın Yükseliş Dönemi'nde serhadlerdeki hikayesi üzerine bina edilmiş. Avusturya-Macaristan sınırında Din-i Mübin'e hizmet ve Devlet-i Ebed Müddet'e adanmışlığın destansı öyküsü. Onlarcasında aynı durumun yaşandığı kesin olan kalelerden, İstolni-Belgrad'ın üst olarak kullanılıp, müthiş bir haber alma teşkilatının kuruluşunun öyküsü. Sistemin temelindeki üç kilit isim; kale kumandanı Ali Bey, Şeyh Necmettin Efendi ve sistemin beyni Köse Kadı (bin Türk esirinden daha kıymetli, padişahın bilinmeyen kardeşi Köse). Sistem merkezde idari siyasetin getirdiği zaaflardan, konjonktürel şartlarının çalkantısından müstağni olmasa da, sınırlardaki bu hakikat ehlinden sadır olan, hakiki siyasetin aslında Yükseliş Dönemi'nin başarısında ve yok denecek kadar bir kuvvetle Avrupa'daki var oluşta gerçek sebep olduğu ortaya çıkıyor. Bu üçlünün hizmet ülküsünde varlıklarının zerrelerine kadar mal, can ve ailelerinin fevkinde bir adanmışlıkla kesintisiz bir iş ve gönül birliğini sürdürmeleri yükselişin sırrı.
Ve Macaristan kontolünün sırf sınırların Avusturya karşısında güvenlik altına alınması kaygısına dayanması.. İlke; "Adalet".. Ve sık sık "Kardeşlik", "Tek İnsanlık" yönünde mesajlar geliyor.
Özkişi'de hep o günlerdeki "Hakikat Ehli"ne ve "Hakiki siyasete" bir özlem varmış gibi hissediliyor. Sanki, bozulmanın, özden uzaklaşmanın önüne böyle geçilebilirmiş gibi. Korkunç bir veba salgınından sonra Macar halkına yardım için uğraşan tüm kahramanlar ve cesurlar ölüyor. Macar asilleri ise kalelerini karantinaya alıyorlar. Fakat aynen "Sokakta"daki gibi nöbeti devralacak kişi yoldadır. Umutsuzluk yoktur romanın sonunda ve Özkişi'de.
"Köse Kadı" devamı niteliğindeki "Uçtaki Adam" ile birleştirilip tek kitap halinde sunulmuş okuyucuya.
Romanlarda da fevkalede bir güzellik konmuş ortaya. Fakat hikayelerde ki dil daha oturmuş. Romanları bize bu kadar güzel kılan ise edebi üsluptan çok dildeki latiflik ve konular sanırım.
Tüm eserlerinde kendi duruşunu kavrama ve sorgulamadaki yoğunluk ve yöneldiği nokta kemale doğru bir seyir izlerken, ömrünün kifayet etmemesi onu en olgun ve verimli olabileceği çağda aramızdan ayırmıştır. Onu ulaştığından ziyade önemli kılan da yöneldiği bu noktadır bizim için.