Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi Hazretleri...
01 Ocak 1970
İbn Arabi’nin Tasavvuftaki Yeri ve Doktrini:
İbn Arabî gerek yaşadığı dönem içerisinde gerekse vefatından sonra sürekli tartışılmış ve hatta neredeyse zahir-batın ilimlerinin ayrışma noktasındaki spekülasyonlarda her zaman odak noktası olmuştur. Bunun bir nedeni kendisinden önce dile getirilmemiş ya da sembolik ifadelerle örtülmüş marifet ilmine dair birçok konuyu eserlerinde ve sözlerinde açıkça beyan etmesi olduğu kadar kendine has üslubunun çok derin ve karmaşık bir yapısı olmasıdır. Belki bu nedenle üstadın kendisi eserlerini avamın okumasını men etmişse de şüphesiz dünyanın birçok yerinde tasavvufun derinliklerine merak salan hemen herkes bir şekilde referans noktası olarak ona dayanmak zorunda kalmıştır. Belki bu durumdan ötürü tasavvufa hâkim olmayanlar ya da sufi olmayanlarca her zaman yanlış anlaşılmış ve bu yanlış anlama neticesinde kimileri ona olduğundan daha farklı bir libas biçerek İslam’ın dışında bilgelik atfederken batıni ilimlerden uzak bazı Müslümanlar ise onu zındıklıkla suçlayacak kadar ileri gidebilmişlerdir. Hatta denilebilir ki yüzyıllar boyunca tasavvufa dönük neredeyse tüm eleştirilerin odağında İbn Arabî ve eserleri durmuştur.
Bununla birlikte metafizik, kozmoloji, ahlak, İslami ilimler, psikoloji gibi çok geniş bir perdede eserler vermiş olsa da İbn Arabî’nin gözlemlenebilen en büyük etkisi kendinden önce net bir sistem taşımayan tasavvufu “Vahdet-i Vücud Teorisi” ile sistemleştirmesi ve böylece kendinden sonrakiler için büyük bir kolaylık sağlamasıdır ki zaten “Şeyh’ül Ekber” lakabının yakıştırılma sebebi de budur.
Muhyiddin İbn Arabi’den önce ifadeleri olsa da onun tarafından sistemetik bir şekilde dile getirilip ortaya konulduğu için ona atfedilen “Vahdet-i Vücud Teorisi” varlığın aşkın birliğini ifade eder. Ancak bu anlaşılması zor bir konu olduğu için onun marifet ilmiyle ortaya koyduğu metafizik doktrinleri sıradan bir felsefe gibi ele alınmış salt bu nedenden ötürü geçmiş dönemlerde zındıklıkla suçlandığı gibi maalesef modern dönemlerde de yanlış anlaşılıp panteist, monist ve hatta tabiat mistiği olarak tanımlanmaya çalışılmıştır.
Oysa ki “Vahdet-i Vücud”un ortaya koyduğu mana şudur; mevcudat varoluşunu Allah’ın varlığından almaktadır ancak Allah Mutlak Hakikat olarak müteal yani aşkındır. Burada Mutlak Hakikatten ayrı olarak müstakil bir gerçeklik planı tasavvur etmek İslam’da en büyük bir günah kabul edilen şirke girmek demektir. Çünkü bu şekilde bir tasavvur açıkça düalite inancı oluşturmakta ve kelime-i tevhidle formulize edilmiş olan “mutlak hakikatten başka hakikat yoktur” manasına gelen “la ilahe illallah” (hiçbir ilah yok, sadece Allah) ifadesini inkâra sapmak demektir.
Vahdet-i Vücud düşüncesinde; kendinden ibaret olan Zat her ne kadar tasavvur ve idrak edilemez olarak Mutlak Aşkın ve değişimin dışında olarak nitelendirilse de tasavvuf ıstılahında taayyün denilen kendini belirleme halinde belirli modelleşmelere sahiptir. Yani esasta Mutlak Teklik düzleminde kendinden başkası olmayan bir hiçliğe, Ahadiyete sahipse de bir olma (Vahdaniyet) düzleminde kendinde gördüğü ve bildiği sıfatlar söz konusudur. Ancak bu sıfatlara “O’dur” denilemeyeceği gibi, “O değildir” de denilemez. Bu İbn Arabî’nin şu ifadesinde gözlemlenebilir: “O, birliksiz bir (Vahid) ve tekliksiz tektir (Ahad).”
Menkıbeler:
"Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; "Gece gemide Hızır (a.s) ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır (a.s.) olduğunu anladım. Daha sonra Hızır ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim.”
* * *
"Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Nebi ve rasullerden meydana gelen mûcizelerle evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri yerdeki seccâdeyi alıp havaya doğru kaldırarak yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda onun Hızır olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete inanmayan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu."
* * *
"Hocalarımdan Ebü'l-Abbâs Mürsi hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-i zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; "Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü'l-Abbâs'ın o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdîk et." buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlattım. Bana; "Sana söylediğim sözün doğru olduğunu isbât etmek için Hızır (a.s)’dan yardım istedim" buyurdu. Bunun üzerine hocama îtirâz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim."
Hızır (a.s) ile görüşmelerini anlatan bu üç hadise İbn Arabi’nin özel hayatını, batıni tecrübelerini, Şeyhlerini ve dostlarını anlattığı “Ruh’ül Kuds” adlı eserinden alınmıştır.
* * *
Konya’da kaldığı zamanların birinde Selçuklu Sultanı, Muhyiddîn İbn Arabî hazretlerine 100.000 dinar değerinde kıymetli bir ev bağışlamıştı. İbn Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün evin kapısında otururlarken bir fakir gelip dedi ki: "Allah rızâsı için bana bir şey ver." Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu ki: "Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun." Böyle söyleyip, içerden cübbesini alıp evi o fakire terketti.
* * *
Bir kimse İbn Arabî’nin büyüklüğüne inanmaz, ona buğzederdi. Her namazının sonunda da ona on defâ lânet etmeyi kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenâzesinde İbn Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-i Arabî'yi evine dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden tebessüm ederek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: "Bana her gün namazlarının sonunda on defâ lânet okuyan bu kimse, af ve mağfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim."
* * *
“Büyük âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf ediyordu. O esnâda ihrâmını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve kendi kendine; "Benim gibi bir âlime hürmet etmemek ne ayıp şey" diye düşündü. Biraz sonra büyük bir câmide vâz verecekti. Câmi çok kalabalıktı. Bütün cemâat onun vâzını dinlemek için bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye çıktı. Fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu. Ter içinde kaldı. "Bugün biraz rahatsızım, konuşamayacağım" dedi ve kürsüden indi. Evine gidip; "Yâ Rabbî! Ne gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de bunlar başıma geldi" diye Allahü teâlâya yalvarıp ağladı. O gece rüyâsında Muhyiddîn İbn Arabî'yi gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi olduğunu anlayıp pişman oldu. Muhyiddîn Arabî'yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken kapısı çalındı. Gördü ki Muhyiddîn Arabî hazretleri karşısında durmaktadır. "Buyurun" deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn İbn Arabî onun özrünü kabûl etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O âlim kimsenin ilmi kendisine iâde olundu.”
* * *
Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim’in ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devam edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü teâlâ âyet-i kerîmesinde "Biz de: Ey ateş İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik" buyurmaktadır" (Enbiyâ Sûresi-69) dedi. Ortada bulunan mangalı alıp içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin elbisesini ve ibn Arabî’nin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe sok!" deyince filozof ellerini uzatır uzatmaz ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir" buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce getirerek müslüman oldu.
* * *
Evi, Muhyiddîn-i İbn Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: "Bir gece yatsı namazından sonraydı. İbn Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam âniden çukurun içinde kayboldu..."
* * *
Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet etti: "Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bir gün Kâbe-i muazzamada, Kâbe'nin mânâsı hakkında bir vâz veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkâr ettim. O gece, mânevî mânâda Kâbe'nin Muhyiddîn-i Arabî'nin etrâfında dönerek, onu tavaf ettiğini gördüm."
* * *
Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn ibn Arabî yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî'ye denildi ki: "İbn Arabî hakkında ne dersin?" buyurdu ki: "Hakîkatler deryâsı, kutb-ul aktab ve gavs'dır." İbn-i Arabî'ye Sühreverdî'den sorulunca buyurdu ki: "Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur."
* * *
Kendisine bir gün "Ruhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?" diye sordular. Onlara verdiği cevapta; "Üç şekilde: 1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek" buyurdu.
Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî bu konuyla alakalı olarak şöyle demiştir: "Hocam İbn Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü."