« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Kas

2007

Dünden bugüne tesettür…

Yasemin Güleçyüz 01 Ocak 1970

Kadını değiştir, her şey değişsin!
Tanzimatla birlikte başlayan Batılılaşma hareketleri toplum hayatını, dolayısıyla aileyi de etkilemişti. Kadının bu değişimde çok büyük bir payı vardı.
Osmanlı döneminde kadının evinden toplum hayatına atılması, mümkün olduğunca İslâm hukuku zedelenmeden yeni çözümler üretme tarzında gerçekleşmişti. Ama Batıyı aynen taklit etmek gerektiğini savunan bir kısım pozitivist aydınlar Batılılaşmanın sadece bilim, askerî ve eğitim alanlarında değil, öncelikli olarak kadınlar üzerinde gerçekleştirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü toplumu kadın üzerinden değiştirmek daha güvenilirdir. “Kadını değiştir, onlar da çocuklarını değiştirsin, toplum değişsin“ formülü.
Onlara göre geri kalmamızın nedeni dinin kadınlara biçtiği roldür. Özellikle dinin tesettür emri kadınların toplum hayatına katılımını engelleyen bir unsurdur. O halde tesettür meselesi çözümlenmelidir. Bu nedenle kadının sosyal ve aile hayatındaki konumu ile ilgili tartışmalarda söz dönüp dolaşıp hep dinin emirlerini tartışmaya gelir…
Zira “kadının hürriyeti” dine karşı mücadelenin sembolüdür.
İşte, hakikatin ancak deney ve gözlemle ortaya çıkacağını savunan pozitivizm felsefesinden kaynaklanan bu bakış açısı yeni cumhuriyet yönetimini de etkilemiştir.
Kadının kıyafetini “çağdaşlık projesi”nin ayrılmaz bir parçası olarak gören Kemalist reformlar bu yüzden kadını merkez noktaya almıştır.
“Aile mahremiyetine müdahale” anlamına geleceğinden, tesettür konusunda kanunî bir yasaklama getirilmemiştir. Günümüze gelinceye kadar tesettür konusu zaman içinde basamak basamak halledilmeye çalışılmıştır.
Dilerseniz bu aşamaları hatırlayalım…



1919: “Tesettür kalkacaktır!”
Mazhar Müfit Kansu’yu dinleyelim. Kansu'nun aktardığı konuşma, Erzurum Kongresi'nin bittiği gece geçer:
"Mazhar, not defterin yanında mı?" diye sordu.
"Hayır, Paşam" dedim.
"Zahmet olacak ama bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel!" dedi. Hemen aşağıya indim. Not defterimi alıp geldim. "Defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu" dedi.
Süreyya da, ben de, "Buna emin olabilirsiniz Paşam" dedik. Paşa bundan sonra, "Öyle ise önce tarih koy!" dedi. Koydum: 7-8 Temmuz 1919.
Sabaha karşı.
Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce, "Pekâlâ, yaz!" diyerek devam etti: "Zaferden sonra şekl-i hükümet cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zaman gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım...
"Neden durakladın?" deyince, "Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var" dedim. Gülerek, "Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!" dedi. Yazmaya devam ettim:
Beş: Latin hurufu kabul edilecek.
"Paşam, kâfi, kâfi" dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edasıyla, "Cumhuriyetin ilânına muvaffak olalım da üst tarafı yeter!" diyerek defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan bir adam tavrı ile, "Paşam, sabah oldu. Siz oturmaya devam edecekseniz hoşça kalın!" diyerek yanından ayrıldım
(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, s. 131–132.)


1925: “Kaçıncı maddedeyiz?”
Atatürk, bu yazılı notları çeşitli defalar ortaya getirmiş ve haklılığını herkese hatırlatmıştı. Mazhar Müfit bu süreci şöyle anlatıyor:
Çankaya'da akşam yemeklerinde, birkaç defa, “Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum'da tesettür kalkacak, şapka giyilecek, Latin hurufu kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defterini koltuğunun altına almış ve bana hayalperest olduğumu söylemişti” demekle kalmadı, bir gün mühim bir ders de verdi.
Şapka inkılâbını ilân etmiş olarak Kastamonu'dan dönüyordu (1925). Ankara'ya avdet ettiği anda otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisi'nin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisi'ne de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden, "Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?" deyiverdi. Bu bir lâtifeydi, fakat mahcup eden bir lâtife...

Balolar…
Atatürk'ün toplum hayatında kadını kullanarak getirmek istediği bazı yenilikler “cumhuriyet baloları”yla başlatıldı. İlk balo, Eylül 1925'te İzmir'de düzenlendi. 29 Ekim 1925 tarihinde ise, ilk “resmî” cumhuriyet balosu gerçekleştirildi. Başbakan, bakanlar, büyükelçiler, ordu komutanları ve basının ileri gelenleri eşleriyle birlikte bu balolara iştirak ettiler.
Dergimizin ilerleyen sayfalarında bu konuya ayırdığımız bölüm ilginizi çekecektir.


1935
Kadınların giyimlerinin düzenlenmesi faaliyetleri ilk kez 1935 yılında yapılan CHP Kongresinde gündeme gelmiştir. Kanun çıkarılmamış, inisiyatif belediyelere bırakılmıştır.

1960’lı yıllar…
Ülkemiz bir ihtilâlden çıktı. Adnan Menderes ve iki bakanı asıldı.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de değişim rüzgârlarının estiği yıllardı bu yıllar. Taşra insanları Prof. Dr. Şerif Mardin’in tabiriyle “kovuk”larından çıkmış modern yaşamı talep etmeye başlamışlardı. Şerif Mardin tabloyu bir röportajında şöyle yorumluyordu: “O zamanlar devletin kolları uzanmadığı için, taşra kendi kovuğunda yaşıyordu. Ama 60’dan sonra insanlar yavaş yavaş o kovuklardan çıkmaya başladı. Bu gerçekle yüzleşmek mecburiyetindeyiz. Kovuklarından çıkan insanların memleketinde ne yapılır, onlarla nasıl baş edilir?..” (16 Eylül 2007, Hürriyet.)


1968: “Hey sen. Sen. Başörtülü kız!..”
Hatice Babacan, Ankara İlâhiyat Fakültesi öğrencisidir. Ülkemizde başörtüsü nedeniyle üniversiteden atılan ilk öğrenci sıfatını taşır.
Reha Muhtar, babasının ağzından olayın nasıl gerçekleştiğini (Muhtar’ın babası o yıllarda İlâhiyat Fakültesinde öğretim görevlisidir) bir yazısında şöyle anlatır:
Profesör Neşet Çağatay kürsüde... Ders başlamadan öğrenciler arasındaki bir genç kızı işaret ederek “Hey sen... Sen... Başörtülü kız...” diye sesleniyor... Başörtülü kız “Ben mi efendim?” diye soruyor. Çağatay, “Evet, sen” diyor, “Sınıfta bu kıyafetle oturulmayacağını bilmiyor musun? Ya başındaki çıkar, ya da dışarı çık!..” (18 Eylül 2007, Vatan gazetesi.)
Olay büyür, İlâhiyat Fakültesi öğrencileri olayı protesto amacıyla toplu eylem yaparlar. Hatice Babacan başka bir üniversitede eğitimini tamamlar.
Gençlerin bu tepkisi Kemalistlerde büyük bir hayal kırıklığı yaşatmıştır. Prof. Dr. Şerafettin Turan tabloyu şu cümlelerle özetler: “1949 yılında kurulan Ankara İlâhiyat Fakültesinde 19 yıl sonra türbanın toplu eyleme varacak derecede bir soruna dönüşmesi, yalnızca öğrenci hareketleri yönünden değil laiklik anlayışı yönünden de düşündürücü idi... Sonunda boykot bitirilmiş, dersler başlamıştı, ama bu eylemle türban sorunu Türkiye'nin gündemine girmişti. Giderek daha büyük boyutlar kazanacaktı." (Prof. Dr. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 5. kitap.)

1970’li 80’li yıllar
Tesettürlü yazarlar Şule Yüksel Şenler, dergimizin değerli kalemlerinden Mümine Güneş ve geçtiğimiz aylarda ebedî âlemlere uğurladığımız Zeynep Münteha Polat’ın kitaplarının yoğun ilgi gördüğü yıllardı 1970’li yıllar...
Üniversitelerdeki başörtülü öğrencilerin sayısındaki hızlı artış, 80’li yıllarda başörtüsü yasağını gündeme getirmiştir.
En modern üniversitelerde başörtülü kız öğrencilerin oturma eylemi yaparak kaybettikleri haklarını aramaları Kemalistleri büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır. Çünkü modern bir eğitim aldıktan sonra halen dini en büyük referans noktası olarak kabul eden başörtülülerin varlığı, geleneksel-modern, ilerici-gerici ve aydın-Müslüman gibi tasniflerindeki geçersizliğin belirtisidir. (Nilüfer Göle, Modern Mahrem, s. 116, 132.)
Okumuş, aydınlanmış bir kadının örtünmesi, modernizmi ters yüz etmeyi ve modern kadın imajını reddetmeyi netice veren simgesel bir meydan okuma olarak algılanmıştır. Kamusal ve profesyonel çalışma alanlarında yer istedikleri için de, üniversite mezunu meslek sahibi başörtülülerin varlığı kabullenilmek istenmeyip, örtünmeleri ideolojik bir tutum varsayılarak en büyük bir tehlike kabul edilmiştir. Başta üniversiteler olmak üzere tüm eğitim birimlerini modernliğin ve lâikliğin kalesi olarak gören bir anlayış açısından yaşanılan durum, şimdiye kadar modernleşme adına elde edilen kazanımlara ciddi bir saldırı olarak düşünülmüştür.
(Nilüfer Göle, Modern Mahrem, s. 48. )

2000’li yıllar…
Başörtüsü sorunu bugün üniversitelerden, kamu kurum ve kuruluşlarına, özel dershanelerden, imam hatip liselerine kadar toplum hayatının değişik alanlarında varlığını devam ettirmektedir.
Bunun yanında kimi başı örtülülerin dinimizin tesettür emrine riayette lâkayt olması da ayrı bir problemdir. Zira tesettür emri kadın için başörtüsünü de içine alan, ama başörtüsünden ibaret olmayan ve hassas olunması gereken kurallar ihtiva eder. Şimdilik bu derin konuyu önümüzdeki sayılarda kapak dosyası olarak ele alacağımızı belirtmekle yetinelim.

Sonuç:
Evet, kazanılmış hakları elinden alınan başörtülü olarak eğitim ve çalışma hakkı engellenen kadınların işi zor! Hem de pek çok açıdan…
Özgürlükleri genişleten bir anayasanın hazırlık çalışmalarının yapıldığı şu günlerde, “irtica paranoyası” görenlerin sayısı gün geçtikçe artarken “first lady”mizin başörtülü olması bu tabloyu değiştirir mi dersiniz?
Bekleyip göreceğiz…

Ziyaret -> Toplam : 125,35 M - Bugn : 116034

ulkucudunya@ulkucudunya.com