En önemli mesele: Seçim güvenliği
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
"Seçim güvenliği", 1 Kasım'la ve sandıkla sınırlı değil; ülkemizde ve bölgemizde iç içe geçmiş birçok sorunun tam merkezinde duruyor. PKK'nın "kent savaşı"nı ve iktidar için 17/25'ten sonra bir çaresizliğe dönüşen dikta arayışını, ekonomik dengelerin ne zaman kırılacağını, kısaca Türkiye'nin üzerine bindiği alametin nereye doğru sürüklendiğini kestirmek istiyorsanız "seçim güvenliği" başlığı altındaki haberleri takip ederek sorularınıza cevaplar bulabilirsiniz.
Güneydoğu'da seçimlerin birçok yerde PKK'nın silahlı baskısı altında yapılması yeni bir durum değil. Daha çok kırsalda, son seçimle birlikte giderek şehir merkezlerinde halkın özgür iradesi ile oy kullanabildiğini kimse iddia edemez. Sandıklar kapanmadan yarım saat önce KCK sorumlusu, yani siyasî komiser sandık mahalline gidip bütün tutanakları dolduruyor. Öncesi ve sonrasındaki şiddet ortamı ve tehditler, akıp giden hayat içinde parti tercihini önemsiz bir ayrıntıya dönüştürüyor. PKK, hegemonyasında boşluk bırakmıyor. Kontrolü kaybettiğini gördüğü anda bir iki infazla otoritesini yeniden kuruyor. Bu yüzden Güneydoğu'da, özellikle HDP'nin yüzde 100 oy aldığı yerlerde, serbest ve güvenli seçimlerin yapıldığını söylemek mümkün değil.
Meselenin seçim güvenliğinden önce bir can güvenliği meselesi olduğu ortada. Şimdi ilk defa PKK'nın "devrimci halk savaşı" veya "özyönetim-özerklik için kent savaşı" yürüttüğü şartlarda seçim yapılacak. 7 Haziran'a göre değişen hiçbir şey yok; aynı oylar aynı sandıklardan gelecek; sadece bu sefer devlet sandık güvenliğini sağlayamadığını "resmen" kabul ve ilan etmiş olacak.
Erdoğan'dan gelen ve bazı seçim kurulu başkanlarının bir talimat gibi uygulamaya geçtiği "sandıkların birleştirilmesi" veya "taşımalı sistem" önerisi, bu her seçimde var olan sorunun bir fırsata dönüştürülmesi anlamına geliyor. "Güvenlik" gerekçesi haklı bir gerekçe gibi görünüyor; ama o zaman sormanız gerekiyor: "PKK ile ateşkes ilan edilen seçimlerde neden aynı durumu sorun etmediniz?"
Mesele zannedildiği gibi HDP'nin kaybedeceği, AK Parti'nin kazanacağı oylarla ilgili değil. PKK, sandıklarla sınırlı olarak şiddet uygulamaktan vazgeçtiğini ve sandıklara kefil olduğunu ilan etse HDP oylarında sanıldığı kadar büyük bir düşüş yaşanmaz. Güneydoğu'da kırsal kesim oyu çok az bir yekûn tutuyor; sorunlu şehir merkezleri de sınırlı sayıda. PKK açısından tek sorun örgütlü bir şekilde fiziki güç gösterisi ve HDP'yi hizalama fırsatını kullanmamak. Asıl Erdoğan bu şiddet ortamını bir avantaja dönüştürüp PKK-HDP'yi oyundan düşürmeye çalışıyor. Sandık güvenliği bütünüyle sağlansa bile Türkiye genelinde HDP oylarında ciddi bir değişiklik vuku bulmaz. Öyleyse amaç ne? Seçim güvenliğinin "çatışmasızlık" dönemlerinde bile sağlanamadığını hatırlatarak bu soruya sandığın ötesinde bir cevap bulmamız lazım.
Hukuku kaybedince devlet yönetiminde akıl ve mantığı da kaybediyoruz. Erdoğan'ın Putin'le görüşmeden önce ve sonra söyledikleri, soğukkanlı bir aklın devrede olması gereken uluslararası alanda karikatüre dönüşen durumu özetliyor. Mekke'de VIP önceliği yüzünden 753 insan ölüyor, Cumhurbaşkanınız Suudi yönetimini savunuyor. Erdoğan'ın seçim güvenliği bilmecesi, aynı muhakeme dünyasından gelen bir hesapla PKK'yı bir şeylere zorluyor.
Halbuki Hükümet HDP üzerinden PKK'yı seçim güvenliği kapsamında şiddeti durdurmaya zorlayabilir. Bunun için AGİT'e müracaat edilmesi ve adil seçimler için son zamanlarda artan sivil inisiyatifin harekete geçirilmesi gibi çok etkili ve caydırıcı araçlar hemen elinin altında duruyor. AGİT heyetleri Şırnak'a, Silopi'ye, Cizre'ye, Yüksekova'ya gözlem heyetleri gönderebilir. HDP bu heyetlerin can güvenliği için PKK'ya doğrudan çağrıda bulunabilir. Oy ve Ötesi gibi sivil oluşumlar aynı şekilde Güneydoğu'da görev yapabilir.
Seçim güvenliği Erdoğan ile PKK arasında stratejik bir bilek güreşine dönüşürse seçimlerin boykot edilmesi veya seçimden sonra "hile" tartışması başlayabilir. PKK bu soruna, genel kent savaşının taktik bir uzantısı olarak, Erdoğan ise tek parti iktidarının devam olarak bakacaktır. Bu iki bakışa teslim olmak, her alanda hukuk ve rasyonalite kaybının büyümesi, krizin derinleşmesi anlamına gelecektir.