HİTLER VE DARWİNİZM'İN İNSANLIK DIŞI KOALİSYONU: NAZİZM
09 Ocak 2007
Nazizm, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın karmaşası içinde doğan ve dinsizlik üzerine kurulan sapkın bir akımdır. Bu akımın kurucusu ve aynı zamanda Nazi Partisi’nin lideri olan Adolf Hitler, Alman milletinin aslî unsurunu oluşturan Arî ırkın, diğer tüm ırklardan üstün olduğuna inanıyordu. Bu nedenle Arî ırkın tüm ırkları yönetmesi gerektiğini savunmuş ve bu uğurda milyonlarca kişinin ölümüne sebep olmuştur.
Almanya’da Nazizm’in yerleşmesinde sosyal, politik ve ekonomik bunalımlar başrolü oynamıştır. I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış Almanya’da, yenilginin getirdiği hayal kırıklığına işsizlik ve malî krizin de eklenmesi üzerine enflasyon dünya tarihinde eşine az rastlanan bir rakama fırlamıştır. Almanların savaştan yenik çıkmanın getirdiği hayal kırıklığından kurtulma ve tekrar normal standartta bir hayat sürme istekleri arayışa girmelerine neden olmuştur. Nazizm bu dönemde Almanların isteklerini yerine getirmek vaadiyle ortaya çıkarak, umut peşinde olan halkın desteğini toplamıştır.
Nazi Hareketinin Doğuşu
Nazi hareketi, 1920’lerin başında doğmuş ve henüz o yıllarda ünlü Birahane Darbesi girişimiyle ilk şiddet hareketini gerçekleştirmişti. (Hitler 8 Kasım 1923’te tam bir çeteyi andıran birlik askerleri ve 600 S.A askeriyle birlikte Bavyera Devlet Komiseri Gustav Kahr’ın konuşma yaptığı Münih Şehir Birahanesi’ndeki toplantıyı bastı. Hitler toplantının ortasında, büyük bir hışımla içeri girerek salonu işgal etti, tavana ateş ederek millî devrim ilân ettiğini söyledi. Ancak bu darbe başarılı olmadı, Hitler tutuklandı ve 9 aylık sürgün hayatı yaşadı.) Daha sonraki yıllarda Naziler rakiplerine karşı korku salarak, Yahudi düşmanlığını körükleyerek güçlendiler. Sonunda Nazi Partisi parlamentonun önemli partilerinden biri haline geldi. Tabii bunu yaparken Naziler aynen İtalyan Faşist Partisi’nin yaptığı gibi sık sık yasa dışı yolları kullandılar. 30 Ocak 1933 günü Hitler şansölyeliğe (Başbakanlığa) atandı. Atayan kişi ise iyice yaşlanmış olan dönemin Cumhurbaşkanı Hindenburg’du. Nasyonal Sosyalist hareket tehlikeli bir biçimde kuvvetini artırıyordu. Bu durumun farkında olan Hindenburg bir iç savaşa yol açmamak için bu atamayı yaptı. Hitler, Mart ayında yeni bir seçime gitti. Bu seçimde Naziler, faşist iktidarların tümünün yaptığı gibi korkutma, sindirme ve hile yollarına başvurdular.
Böylece hem yürütme, hem de yasama gücü Hitler’in eline geçmiş oldu. Ancak kısa bir süre sonra Hitler’in yetkileri daha da artacaktı. Nitekim 1934 Ağustos'unda Hindenburg’un ölümü üzerine, Cumhurbaşkanlığı ve şansölyelik makamları birleştirildi ve her ikisini de Hitler üzerine aldı. Hitler, Mussolini’nin izlediği siyaseti takip ediyordu. Güç kullanmasının yanı sıra her türlü antidemokratik yönteme de başvurabiliyordu. Örneğin bütün muhalefet partilerini kapattı, sendikaları yasa dışı ilan etti, kişi özgürlüklerini ise tamamıyla ortadan kaldırdı. Üniversite hocalarının dahi Hitler’e bağlılık yemini etmesi gerekiyordu. Bu dönemle birlikte Nazi baskısı yaşamın her sahasına girmiş oldu.
Nazizm: 20. Yüzyıl Putperestliği
Naziler, gerek örgütlenme aşamalarında, gerekse 1933’te başlayan iktidarları boyunca, paganizmi (putperestliği) savunmuşlar ve Alman toplumunu Hıristiyanlıktan kopararak, pagan inançlara geri döndürmeye çalışmışlardır.
Nazilerin en önemli ideologu olan Alfred Rosenberg, henüz 20’li yıllarda, Hıristiyanlığın Hitler önderliğinde kurulacak yeni Alman Krallığı (III. Reich) için gerekli olan ruhsal enerjiyi sağlayamadığını, bu nedenle Alman ırkının antik pagan dinine geri dönmesi gerektiğini açık açık savunmuştur. Rosenberg’e göre, Naziler iktidara geldiklerinde kiliselerdeki dinî semboller yerine gamalı haçlar, Hitler’in Kavgam adlı kitabı ve Alman yenilmezliğini temsil eden kılıçlar yerleştirilmeliydi. Hitler, Rosenberg’in bu görüşlerini benimsemiş, ancak toplumdan büyük tepki alacağını düşünerek, söz konusu yeni Alman dini teorisini tam olarak uygulamaya geçirmemiştir.
Ancak Nazi rejimi sırasında yine de önemli neo-Paganizm uygulamaları yaşanmıştır. Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden bir süre sonra, Hıristiyanlıktaki kutsal günler ve bayramlar yok olmuş ve yerlerine Pagan dininin kutsal günleri konmuştur. 1935 yılında okullarda öğrencilere Hıristiyan duaları yaptırılması yasaklanmış, ardından Hıristiyanlıkla ilgili derslerin tamamı kaldırılmıştır.
Nazilerin pagan ideolojilerini (ve sapkın eşcinsel eğilimlerini) konu alan The Pink Swastika (Pembe Gamalı Haç) adlı kitapta belirtildiği gibi, ‘Helenistik (Yunan) paganizminin yeniden doğuşu, Nazi kimliğinin çok temel bir özelliğidir.’
Nazi iktidarı sırasında, pagan kültürünün yeniden uyandırılmasına yönelik pek çok uygulama devreye sokulmuştur. Öğrencilere okullarda sözde ’Hıristiyanlık öncesindeki şanlı Alman tarihi’ öğretilmiş, Nazi Almanya’sının dört bir yanında pagan kültürden miras kalan çeşitli ayinler ve törenler düzenlenmiştir. Gerçekte Nazilerin bütün toplantı ve törenleri klasik bir pagan ayini şeklindedir. Yanan meşalelerin gölgesi altında, şiddet ve nefret dolu sloganlarla yapılan, Wagner’in pagan müziğiyle desteklenen Nazi gösterileri, binlerce yıl önce pagan tapınaklarında ve sunaklarında yapılan sapkın törenlerden farksızdır.
Nazizm’in Irk Teorisi ve Darwinist Kökenleri
Nazizm’in çıkış noktası olan faşizmin özellikleri ele alındığında, otoriter devlet yönetimi, lider despotizmi, saldırgan bir dış politika gibi kavramlar sıralanır. Ancak tüm bunların yanında, faşizmin belki de en temel özelliği ırkçılıktır. Özellikle Nazi ideolojisine bakıldığında, faşizmi faşizm yapan etkenin asıl olarak ırkçılık olduğu görülür. Naziler, üstün ırk saydıkları Alman ırkını tüm dünyaya hâkim kılma rüyasıyla yola çıkmışlar ve tüm politik ve sosyal girişimlerini buna dayandırmışlardır. Wilhelm Reich’ın ifadesiyle ‘Irk teorisi, Alman faşizminin teorik eksenini oluşturmaktadır.’
Wilhelm Reich The Mass Psychology of Fascism (Faşizmin Kitle Psikolojisi) adlı kitabında ise, Nazi ırk teorisini şöyle anlatmaktadır: Irk teorisi, her hayvanın sadece kendi türüyle çiftleşmesinin doğadaki ‘demir kanun’ olduğu varsayımından yola çıkmaktadır’ Öte yandan, günlük yaşama savaşı içinde doğal selleksiyon işlev görmekte ve bu yolla zayıflar, yani ırksal yönden aşağı olanlar zaten elenmektedir. Bu ‘doğanın amacına’ uygundur, çünkü eğer sayıca çoğunlukta olan zayıflar güçlü olanlara karşı galip gelirlerse, gelişmeyi sağlayan yüksek çiftleşme de ortadan kalkacaktır.
Görüldüğü gibi Naziler’in ırk teorisinin temelini oluşturan bu biyolojik görüş, tamamen Darwinizm kökenlidir. Doğanın ‘üstün türler evrimleştirmek’ gibi bir amacı olduğu, bunun için doğal selleksiyonu kullandığı, zayıfların kaçınılmaz olarak elendiği gibi safsatalar gerçekte Darwin’in evrim teorisinin bir özetidir.
Bilimsel bir temeli olmayan, asıl olarak paganizmin ‘doğaya bilinç atfetme’ akılsızlığının bir uyarlaması olan bu evrimci görüşler, Nazi vahşetinin de çıkış noktası olmuştur. Çünkü bu teoriyi -yine Darwinizm’e uygun bir biçimde- insan toplumlarına uyarlamışlardır.
Hitler’in ‘Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın, geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz’ derken dayandığı düşünce de, insanların maymundan evrimleştiğini savunan ve dolayısıyla bazılarının hala ‘maymun’ statüsünü koruduğu sonucunu veren Darwinist fikirlerdir.
Darwinist Teorinin Topluma Uyarlanması: Nazi Politikaları
Nazi ideolojisine göre ırklar üç temel kategoriye ayrılıyordu: Birinci kategori olan ‘medeniyet üreten ırklar’, Almanlar ve diğer Kuzeyli kavimlerdi. ‘Medeniyeti izleyen ırklar’ ise, medeniyeti ilerletme yetenekleri olmayan, fakat taklit edebilen ‘sıradan’ ırklardı. Hitler, Çinliler, Japonlar gibi milletleri bu ikinci kategoride sayıyordu. Üçüncü kategori ise ‘medeniyeti tahrip eden ırklar’dır ki, bunlar Yahudiler, Slavlar, zenciler gibi ırklardı.
Nazi ideolojisi, Alman ırkının diğer ‘aşağı’ ırklarla karışmasını evrime aykırı bir ‘biyolojik hata’ olarak görüyordu. Hitler, şöyle diyordu: “Tarih boyunca Alman ırkının diğer ırklarla karışmış olması bize bir dünya hâkimiyetine mal olmuştur. Alman milleti yeryüzünün hâkimi olabilirdi’’
Bu nedenle Naziler iktidara geldikleri günden itibaren bu sözde ‘evrimsel hata’yı gidermeye çalıştılar. Bu amaçla Hitler tarafından 1933 yılında bir seri yasa çıkartılarak, ırklar arasında temizlik işlemine girişildi. Yalnızca Alman kanı taşıyanlara yurttaş sayılma hakkı tanındı ve onlara ayrıcalıklar verildi. Haziran 1933’de ise toplumu çingenelerden, zencilerden, Yahudilerden ve özürlülerden arındıracak bir kanun çıkarıldı. Ayrıca Hitler aşağı ırklar bir kere yok edilirlerse gelecek nesillerin, insanlığı geliştirmesi nedeniyle kendisine müteşekkir olacaklarına inanıyordu. Peki, Hitler oluşturmak istediği ‘üstün ırk’ı nasıl meydana getirecekti? Sadece propaganda yöntemleri bu iş için yeterli değildi. Nazi ırk teorisi, insanı bir hayvan olarak görüyor ve hayvan yetiştiricilerinin yaptığı gibi ‘ıslah edilmesini’ öngörüyordu.
İşte bu nedenle Naziler, ‘öjeni’ teorisine sarıldılar ve bunu uygulamaya koydular. Öjeni, kökenleri eski Yunan’daki pagan Sparta kentine dayanan ve 19. yüzyılda Charles Darwin’in kuzeni Francis Galton tarafından yeniden gündeme getirilen ‘insan ırkının ıslahı’ teorisiydi. Nazilerin ırk teorisyeni olan Ernst Haeckel öjeninin nasıl yapılacağını tarif etmiş, sakat bebeklerin doğdukları anda öldürülmelerini, sağlıksız, zayıf veya zekâ yönünden geri insanların kısırlaştırılmalarını savunmuştu.
Naziler bu insanlık dışı teoriyi uygulamakta gecikmediler. İktidara geldikleri 1933 yılında ‘ırksal sterilizasyon’ kanunları çıkartıldı. Zaman içinde Almanların öjeni politikaları daha da şiddetlendi ve sonuçta geri zekâlılara, delilere ve diğer istenmeyen kişilere ’ötenazi’ uygulandı. Yani bu kişiler, ilaç verilmek suretiyle öldürüldüler. Hitler öjeni ve ırkın saflaştırılması uygulamalarını şöyle savunuyordu: “Faşist devlet en yüce politik ve sosyal değerdir; onun güçlenmesine yardım eden her şey ahlâka uygundur; engel olan ise ahlâka aykırıdır ve yok edilmelidir. İnsan yaşamının, faşist toplumuna yararlı olduğu nispette anlamı vardır.”
Nazilerin Üstün Irk Saplantısı
Hitler Alman milletinin aslî unsurunu oluşturan Arî ırkın, diğer tüm ırklardan üstün olduğuna ve onları yönetmesi gerektiğine inanmıştı. Arî ırkın yakında bin yıllık bir dünya imparatorluğu kuracağını hayal ediyordu.
Naziler bu amaçla, Arî ırkın üstünlüğünü sözde ispatlamak için, yine Darwinist kavramları kullanıyorlardı. Darwin, insanların evrim geçirdikçe daha büyük kafataslarına sahip olduklarını öne sürmüştü. Bu fikre şiddetle bağlanan Naziler, Alman ırkının üstün olduğunu gösterebilmek için kafatası ölçümlerine giriştiler. Nazi Almanya’sının dört bir yanında, Alman kafataslarının, diğer ırkların kafataslarından büyük olduğunu gösteren karşılaştırmalar yapılıyordu. Dişler, gözler, saç gibi diğer özellikler de yine evrimci kıstaslarla değerlendiriliyordu. Alman ırkının ölçülerine aykırı bulunan bireyler, öjeni prensipleri doğrultusunda imhâ edilecekti.
Tüm bu sapkın faaliyetler, Darwinist prensipleri topluma uygulamak adına yapılıyordu. Ünlü evrimci Sir Arthur Keith, Hitler’i şöyle yorumlar: “Alman Führer’i bir evrimciydi. Almanya’nın tecrübesini, evrim teorisine uygun hale getirmek için bilinçli olarak çalıştı.”
Darwin: Before and After kitabının yazarı Robert Clarck ise, Hitler için: “Muhtemelen çocukluk döneminden itibaren evrim öğretisiyle büyülenmişti... Üstün bir ırkın her zaman aşağı ırkı fethedeceğini söylerdi” demiştir. Nazi Almanya’sının siyasî felsefesi de, Hitler’in bu inançları doğrultusunda şekillenmişti.
Adolf Hitler, ‘ideolojik evrim savaşı’nda Nazi liderleri arasında yalnız değildi. Gestapo’nun başı Heinrich Himmler, “Doğa kanunu olacağına varmalı ve en uygun olanlar yaşamalıdır” sözleriyle evrim teorisine olan inancını dile getirmişti. Aslında tüm Nazi liderleri, o karanlık yıllardaki birçok Alman bilim adamı ve sanayici gibi, hem evrime hem de Alman ırkçılığına körü körüne inanıyor ve her fırsatta yetkilerini kullanarak fitne ve bozgunculuk çıkarıyorlardı.
Kur’ân’da bozgunculuk çıkaranların bu karakterleri şöyle bildirilmektedir: “O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Nazizm’in Diğer Irklara Yönelik Vahşeti
Nazizm’in ırkçı vahşeti, sadece Almanya sınırları içindeki ‘uygun olmayan’ insanları değil, tüm dünyayı hedef alıyordu. Hitler’in rüyası bütün dünyaya hükmedecek bir Alman İmparatorluğu kurmak ve dünya üzerindeki tüm ‘aşağı’ ırkları sterilize ederek sözde ‘insan evrimi’ni hızlandırmaktı. Hitler bu plânı 1939 yılında uygulamaya koydu. Şok saldırılarla önce Polonya’yı, ardından Danimarka, Norveç, Belçika, Hollanda, Fransa, Yugoslavya ve Yunanistan’ı, Kuzey Afrika’yı ve Sovyetler Birliği’ni işgal etti. İşgal altındaki ülkelerin halklarına, özellikle ‘aşağı ırklar’ kategorisine dahil edilen insanlara büyük bir zulüm uygulandı. Milyonlarca insan tutsak olarak çalıştırılmak üzere toplama kamplarına gönderildi ve çok kötü şartlarda yaşatıldı. Bu kamplarda yaşamını yitiren yüz binlerce Yahudi, Çingene, Slav, Rus ve diğer milletlerden insanlar, Darwinist ırkçılığın vardığı sonucu belgelemektedir.
Hitler’in sözde ‘üstün ırkın egemenliği’ için başlattığı II. Dünya Savaşı’nın bilançosu ise çok ağır oldu. 55 milyondan fazla insan öldü, bunların çoğu sivildi. Maddî kayıp olağanüstü rakamları buldu. Nazileri bu facia için harekete geçiren en büyük etken ise, sahip oldukları ‘üstün ırk’ iddiasıydı. Bu iddianın kökeni de, Darwin’in evrim teorisiydi.
Faşist ırkçılık hakkındaki bu gerçeklerin ortaya koyduğu sonuç açıktır: Darwinizm hem faşist rejimlerin hem de iki dünya savaşının, perde ardında kalan ‘gerçek’ sorumlusudur. Günümüzde belki de çok az insan bunların Darwinizm’le ilgisinin farkındadır. Oysa faşistler temel inançlarını Darwinizm’den alırlar. Tesadüfü yaratıcı güç olarak gören bu sistemde (Allah’ı tenzih ederiz) kaos, acımasızlık, zulüm, güçlünün haklı olması gibi prensipler vardır. Darwinizm’deki sürekli mücadele prensibi, bitip tükenmek bilmeyen vahşetlerin, zulümlerin, katliâmların felsefî tabanını oluşturmaktadır.
Hitler’in Din Düşmanlığı
Hitler’in evrim teorisine büyük önem vermesinin bir diğer nedeni ise, bu teoriyi dinî inançlara karşı bir silah olarak görmesiydi. Hitler, İlâhî dinlere karşı büyük bir nefret besliyordu. İlâhî dinlerin emrettiği şefkât, merhamet, tevazu gibi ahlâkî erdemler, Naziler’in oluşturmak istedikleri acımasız ve savaşçı Arî ırk modeline büyük bir engel teşkil ediyordu. Putperest kültürlerin bir mirası olan evrim düşüncesi, işte bu nedenle Nazizm ideolojisine çok büyük bir uyum sağladı. Hitler Hıristiyanlıkla ilgili düşüncelerini açıkça şöyle dile getirmiştir:
“Din yok edilmesi gereken bir duygudur. Devlet mutlak yönetici olarak kalmalıdır. Gençken, dini dinamitle yok etmenin gerekli olduğuna inanıyordum. Ancak şu anda daha kurnazca yöntemler kullanılması gerektiğini düşünüyorum... En sonunda dine inanan birkaç yaşlı insan kalacak... Genç ve sağlıklılar bizim tarafımızda… İnsanlarımız din olmadan yaşamayı başarmışlardı. Altı S.S bölümünden hiçbirinin dinle bir bağı yok.”
Daniel Gasman The Scientific Origins of National Socialism (Nazizmin Bilimsel Kökenleri) adlı kitabında ise Hitler’in din düşmanlığının nedenlerini şöyle açıklamıştır: “Hitler biyolojik evrim düşüncesinin geleneksel dine karşı kullanılacak en güçlü silah olduğuna inanıyor ve evrim teorisini benimsemediği için Hıristiyanlığı suçluyordu. Ona göre evrim, modern bilim ve kültürün en önemli sembolüydü.”
Nazizm İnançsızlığın Getirdiği Belâlardan Yalnızca Biridir
20. yüzyıla sayısız belâ getiren asıl neden, Hitler ve Naziler gibi dinsizlerin acımasız karakterleridir. Allah’ın varlığını inkâr eden ve insanların evrimleşerek gelişmiş hayvanlar oldukları masalına inanan bu insanlar, kendilerini başıboş, kimseye hesap verme sorumluluğu olmayan varlıklar olarak görmüşlerdir. Yüce Allah’tan ve ahiretten korkmadıkları için ahlâksızlıkta ve zalimlikte sınır tanımamış, milyonlarca insanın canına bu nedenle acımasızca kıymışlardır. İnançsızlığın hüküm sürdüğü bir toplumda ne tür sıkıntı, zorluk ve acılar olacağı Hitler örneğinde açıkça görülmektedir. Yalnız Hitler değil, 20. yüzyılı kana boğan Stalin, Mao, Pol Pot, Franco, Mussolini ve diğerlerinin tamamı dinsizlikleri ile tanınan acımasız liderlerdi. Bu elbette ki dinsizliğin kâbusunu ortaya çıkaran ibret alınması gereken bir tablodur.
Unutulmamalıdır ki Yüce Allah’ın "Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." (Hucurat Suresi, 13) âyetiyle bildirdiği üzere Allah katında üstünlük yalnızca ‘takvâ’ iledir. Hangi ırktan olurlarsa olsunlar insanlar arasında ‘üstün ırk’ ya da ‘aşağı ırk’ diye bir ayrım söz konusu değildir.
Tarih boyunca katliâmlara ve vahşet dolu uygulamalara neden olan ve günümüzde de taraftar bulan ırkçılığın yeryüzünden silinmesi ise ancak İslâm ahlâkı ile mümkündür. Bu nedenle müminler, yeryüzünde Kur’ân ahlâkının yayılması için tüm imkânlarıyla çaba harcamalı, hangi ırk ya da dinden olursa olsun insanları adalete, merhamete ve yardımlaşmaya teşvik etmelidir. Müminlerin bu vasfı bir âyette şöyle bildirilmiştir:
“...yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?’ (Hud Sûresi, 116)
İlmî Araştırma Dergisi