“Bu gidişle korkarım bu Türkiye’de Atatürk’ü savunan bir ben kalacağım. Çok aşırı ve haksız bir Atatürk düşmanlığı propagandası yapılıyor.”
Atsız, 21 Eylül 1973 tarihli Yücel Hacaloğlu’na mektubundan.
Artık hayret edilmeye şayan bir şey kalmadı. Tahtadan tüfek, bamyadan fişek… “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diyen genç teğmenleri ihraç eden gayretkeşliği de gördük. Bakalım, yaşayan daha neler görecek.
Bu da bir gündür, gelir geçer…
İhraç kararına karşı çıkan sayın Korgeneral emekliliğini istemiş. Diğer iki komutanın da başka birimlerde görevlendirildiği yazıldı. Bu şerefli komutanlar, Türk tarihine altın harflerle geçecektir. Tıpkı, 1944’deki uydurma Türkçülük Turancılık davasında tutuklu üsteğmen Alparslan Türkeş’e; “Üzülme oğlum biz hepimiz Türkçüyüz, Turancıyız…” diyerek moral veren Fikri Altan Paşa gibi; tıpkı Millî Şef’in baskılarına direnerek mahkûmiyet kararlarını bozan Askerî Yargıtay Başkanı Ali Fuad Erden Paşa ve mesai arkadaşları gibi…
Şeref, vakar, haysiyet, vicdan ve diğer bütün insanî vasıflarını, baskılara göğüs gerek her şartta koruyan kahramanlara selam olsun… Büyük Türk Milleti, kendisine hizmet edenleri elbette unutmayacaktır.
TÜRKEŞ KONUŞUYOR
Bu hengâmede İnönü Atsız’ı tevkif ettirdi.
Tek parti ve şef diktasının hüküm sürdüğü memlekette polis, Sıkı Yönetim, Savcılar ve Mahkemeler artık Şefin ağzından savrulmuş olan bu ithamları doğrulayacak şekilde faaliyet göstermek durumundaydılar.
Basın ve radyo Millî Şef’in ve iktidarın ithamlarına, sözlerine bin bir delil ve mucip sebep bulmak, göstermek vazifesi ile yükümlü idiler. Siz, istediğiniz kadar haksız itham edildiğinizi söyleyiniz. Kendi durumunuzu kamu oyuna açıklamak için uğraşınız. Hiçbir gazetede kendinize yer bulmanıza imkân yoktur. Devlet radyosunun kapısının önünden geçmek bile mümkün değildi. Bütün basın ve radyo koro halinde Millî Şefin ilân ettiği ithamları tekrarlıyorlar ve onikiye beş kala Millî Şef’in dâhiyane tedbirleri sayesinde büyük tehlikelerden memleketin kurtulduğunu ilân ediyorlardı.
Şöhret sahibi bir çok yazarlar ve büyük ünvanını almış olan bir çok düşünürler de bu engizisyon davranışının içindeydiler..
TUTUKLANARAK HÜCREYE KAPATILDIM
Nihâl Atsız beyin evinde yapılan aramalar sırasında benim de bazı mektup ve yazılarım ele geçmiş bulunuyordu. Bunun üzerine bir gün Mayıs ayı sonlarında o zaman görevli bulunduğum Erdek’te bir askerî hey’et tarafından evim ve ilgili yerler arandı. Evimde bulunan kitaplarım arama yapan hey’et üyelerinin dikkatini ve takdirini çekti. Hattâ heyette bulunan Tümen Hâkimi, bazı kitaplarımı okuduktan sonra geri verilmek üzere kendisine verilmesini rica etti. Ve tarafımdan kabul edildi.
Bundan sonra arama hey’eti (ki Hey’et Başkanı şimdi ordumuzda şerefli bir General olarak hâlâ hizmet görmektedir) bana aldıkları emirden çok müteessir olduklarını, tümen ve kolordu kumandanlarınca da sevilmekte ve takdir edilmekte bulunduğumu, onların da bu emirden dolayı üzgün olduklarını söylediler. İşin içerisinde bir yanlışlık olabileceğini, bununla beraber evimde yapılan arama ile ilgili olarak, kitaplarımın da sandıklara yerleştirilip İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığına gönderilmesinin faydalı olacağını, yeni Üsteğmen olmuş genç bir subayın beş yüzden fazla kıymetli kitaba sahip olmasının takdirle karşılanacağını ve yapılan tahkikatın aydınlanmasının kolaylaştıracağını söyleyerek kitaplarımın da sevk edilmesini uygun gördüler.
Harp Okulundan çıkarken donatım bedelinden her subaya verilmiş olan manevra sandığıma ve tedarik edilen diğer bir sandığa bütün kitaplar kondu ve bir zabıt tutularak benimle birlikte Sıkı Yönetim Kumandanlığına sevkedildi. Subay olduğum için o zaman Tophane’de olan Merkez Kumandanlığında bir hücreye kapatıldım.
Hücremde perişan, üzüntülü ve düşünceli bir haldeydim, on param yoktu. Fakat memleketimin ve ailemin durumunu düşünmekten başka bir kaygum bulunmuyordu. Genç bir insanın daracık bir hücrede saatleri günlerdi değil, fakat ayları geçirmesi çok ağır bir işkence idi. Günlerimin çok kısmını hapishanenin taş duvarlarını tekmeleyerek geçirdim.
Zindancılarım lütfediyorlar, koridorda nöbet tutan Mehmetçiklerin kendi karavanalarından ayırıp bana verdikleri yemeklere göz yumuyorlardı!
Dünyanın en anlayışlı, en asil ve kahraman insanları olan Mehmetçikler çok kısa bir zaman içinde beni de, halimi de iyice anlamışlardı.
Onların vazifesi gardiyanlık yapmak, beni gözetlemekti. Fakat onlar bana teselli vermeyi, beni açlıktan ve üzüntüden kurtarmayı kendilerinden vazife edinmişlerdi.
Sıkıntılarımı gidermek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bana yapılan eziyetlerin sebebini bir türlü kavrıyamıyorlar, adeta kahroluyorlardı.
İftihar, minnet ve şükranla burada belirtmeliyim ki İnönü, örfi idare ve terör hükûmeti onları gardiyanlık nöbetine sokabilmişti. Fakat hiç birini vicdansız adam derekesine düşürememişti.
Vicdansız adamlara üst kademelerde rastlanabiliyordu.
Mehmetçikler, arasıra memleketlerinden gönderilen hediyeleri daima benimle paylaştılar. Ailelerinin gönderdikleri küçük harçlıkları bana vermek için bilemezsiniz nasıl çırpınırlardı!
Aylarca kapalı kaldığım hücre, çektiğim yarı açlık, örfi idareyi soysuzlaştıran ikbal düşkünü sorgucuların ruhi işkenceleri, ailemin nafakası hakkındaki endişeleri, memleketi kendi heva ve heveslerine kurban eden siyasî hegemonyanın arttıkça artan zulmü, nihayet bir gün son takatımı da yok etti.
Yatağa serildim.
Hücrenin rutubeti, ışıksızlık, güneş yüzü görememek, bir şey okuyamamak, atalet beni yıpratmıştı.
Çok zayıflamıştım. Dizlerimde derman kalmamıştı. Zafiyet gözlerimi de bozmuştu. Günlerce ateşler içinde en ufak bir tıbbi yardım görmeden yarı aç kıvrandım. İnledim, durdum.
Nihayet, askerlerin hergün ısrarla bildirmeleri üzerine hücrelerin semtine hemen hiç uğramadan bir örfi idare doktoru ziyaretimize geldi.
Nabzımı tuttu, suratıma bile bakmadı. Çıktı, gitti.
Böyle bir muayene ile hastalığımı anlamış olmasına imkân yoktu. Fakat bu doktor bey dışarı çıkınca bir reçete yazmış, akşama doğru bazı ilâçlar getirdiler. Fakat hiç faydasını görmedim. İkinci gelişinde reçetesinin faydasızlığını anlamış olacak ki uzun uzun düşündükten sonra:
“Sizi hastahaneye göndermeli…” dedi.
Bu zat Merkez Kumandanlığı kadrosundaydı. Bir gün sonra Merkez Kumandanlığının hakkımda yazdığı tezkere ile ve tabii yalnız şahsî değil aynı zamanda siyasi sıhhatimiz ile de ilgili bilgilerle dertop olarak hastahaneye yollandım.
“Mahfuzen” gönderilmiştim! Beni kaçırmadan hastahaneye teslim etmek sanki çok güç bir işmiş gibi Merkez Komutanlığı ne zahmetlere katlanmıştı! Mesela sevk evrakımın konduğu zarfın üstüne kırmızı mürekkeple ve büyük harflerle şunları yazmıştı:
“Dikkat! Siyasî suçludur. Irkçı ve Turancıdır. Başkaları ile temas ve konuşma yapması yasaktır.”
Zarf, bir inzibat yüzbaşısına teslim edildi:
Evet, örfi idare devrinin merkez kumandanlığı genç bir üsteğmene karşı bu gayretkeşliği de göstermişti.
Böyle tehlikeli bir mahlûk bu şekilde takdim edilirse acaba hastahanede nasıl karşılanırdı.
Haydarpaşa Askeri Hastahanesine vardığımız zaman orada vazifeli inzibat subayı zarfın üstündeki kırmızı yazıları görünce ilk tepkisi şöyle haykırmak oldu:
- “Ben bu hastayı bu hastahanede yatıramam. Böyle bir adamı burada nasıl muhafaza edebilirim? Alın, Çengelköy’deki mahkûmlar hastahanesine götürün!”
HERKES ENDİŞE VE KORKU İÇİNDE YÜZÜME BAKIYORDU
Beni getiren inzibat subayı;
- Merkez Kumandanlığından aldığım emir tutukluyu size teslim etmekten ibarettir, dedi. İkinci bir emir almadan başka türlü davranamam. Ancak buradaki tabibler tarafından yapılacak ikinci bir muayene sonunda “hastahaneye yatırılmasına lüzum yoktur” denirse o zaman subay beyi tekrar kumandanlığa götürürüm.
Az sonra hastahane doktorları beni sıkı bir muayeneden geçirdiler. Ve “mutlaka hastahanede yatılı olarak tedavisine lüzum vardır” dediler. Lâkin hastahanenin inzibat Yüzbaşısı tekrar eski kararında ısrar etti:
- Çengelköy’e sevkedilmelidir. Burada muhafaza edilemez.
Ne gariptir ki bu Yüzbaşı doktorlara söz geçirebildi.
Hastahanede yatılı olarak tedavi edilmemi kabul eden doktor beyler beni kendi hastahenelerinde tedavi etmek istemediler.
Bunun üzerine Yüzbaşı tuhaf bir sevinçle evrakımı beni getirmiş olan inzibat Yüzbaşısına iade etti.
– Çengelköy’deki mahkûmlar hastahanesine gidiniz efendim.
Ben artık dayanamadım. Ağır hasta olmama ve mecalsizliğime rağmen sesimi yükselttim:
– Yüzbaşı… Ben mahkûm değilim. Üniformam henüz sırtımda ve rütbem omuzlarımdadır. Mahkûmlar hastahanesine gitmeyi reddediyorum. Beni tekrar hapishaneye götürünüz.
Merkez Kumandanlığının İnzibat Yüzbaşısı Tahsin bey son derece hassas, iyi kalpli ve çok temiz bir insandı. Bir ân düşündü. Sonra:
- Üsteğmenim dedi, Siz biraz dışarıda istirahat ediniz. Ben bu hastahanenin başhekimine gidip durumu arzedeyim. Vereceği karara uyarız. Olmaz mı? Gerekirse geriye döneriz.
Ve hemen başhekimin odasına girdi.
Aradan on dakika geçmiş miydi?
Sanmam… Yüzbaşı Tahsin bey, o kadar kalmadı odada.
Kapı tekrar açıldı ve beni çağırdı:
- Geliniz Üsteğmenim.
ERKEK BİR SES: FİKRİ ALTAN PAŞA HAZRETLERİ
Gittim. Başhekimi selâmladım. Bu sırada Tahsin bey kapıyı kapamış ve başhekim de ayağa kalkıp güler yüzle elini uzatmıştı:
- Hoş geldiniz Üsteğmenim.
Bu pek muhterem zatın adını burada hürmetle belirtirim:
Sayın Tabib Tuğgeneral Fahri Altan.
Elimi sıktıktan sonra gayet ciddî bir tavırla ve erkek bir sesle;
- “Oğlum, Türkçülük, Turancılık diye bir suç olamaz, dedi. Onun için sakın üzülme! Yarın bu davâ size şan ve şeref kazandırmış olacaktır. Biz hepimiz Türkçü, hepimiz Turancıyız. Bu bir siyasî oyundur. Aldırmayınız! Şimdi emir vereceğim sizi burada alıkoyup tedavi ettireceğim. Her ne ihtiyacınız olursa bana bildirirsiniz.”
Evet.. Ordumuzun Tuğgeneral rütbesine yükselmiş olan bu aydın insan, memleketin en değerli sıhhî tesislerinden birinin başında bulunan bu yüksek uzman, bu Fikri Altan Paşa hazretleri bana bu hitapta bulundular.
Gözlerim yaşardı.
Milli Şef nerdeydi, nerde kalıyordu o 19 Mayıs haykırışıyla? Ve bu hârikulâde vatansever, bu millete lider olmağa ondan kaç bin kerre daha çok lâyıktı…
Aylardan beri ilk defa böyle mert, güzel sözler duyuyordum.
O güne kadar gazeteler, dergiler, radyo, Türkçülüğü, Turancılığı ve kendilerine göre uydurdukları ırkçılığı yerin dibine batırmıştı. Karşılaştığım herkes korku ile yüzüme bakıyordu. Bu muhterem general, ömrünü Türk Ordusunun sağlık hizmetinde harcamış olan, çeşitli harplerden gazi olarak çıkmış bulunan bu şuurlu Türk, o günkü hava içerisinde gayet cesur ve mert bir davranış göstermişti…
Odaya tertemiz bir vatanseverlik havası sarmıştı. Ben, bu sözleri işitince yeniden dünyaya gelmiş gibi oluverdim.
Fikri Altan Paşa hazretlerinin bana tattırdıkları millî ve insanî hazzı henüz içime sindirmeğe, İnönü rejiminin kafama indirdiği o kahredici felâket tokmağının sersemliğinden kurtulmağa başlıyordum ki kapı birden açıldı ve gene hastahanenin o inzibat yüzbaşısı beliriverdi.
Soluk soluğa ve acele sesle söylendi:
- Efendim. Yerimiz yoktur. Biz bu suçluyu burada muhafaza edemeyiz.
Paşa, az önce benimle sadece bir tabib, bir vatansever ve bir insan hüviyeti ile konuşmuş olan Paşa, o ânda en az tabiplik kadar benimsemiş olduğu askerliği ile gürleyiverdi:
- Bu makam, vazifeleri hakkında sizden bilgi almağa muhtaç değildir yüzbaşı! Siz, size bu makamdan verilecek emirlerin hududları içinde hareket etmeyi artık öğrenmelisiniz.
Bu hitap, örfi idare rejiminin bu çok gayretkeş memurunu yıldırımla vurulmuşa döndürdü. Paşa, sanki indirdiği sert darbeyi onun hazmetmesini bekliyormuş gibi bir an durduktan sonra vekarını kat kat arttıran bir sükûnetle ilâve etti:
- Arkadaşımız suçlu değildir. Şerefli, milliyetçi bir Türk subayıdır. Hastahanemizde yatacak, tedavi edilecektir. Ağır hasta odalarından birini hazırlatınız. Kapısına da sıhhiye erbaş kursunda bulunan onbaşılardan bir posta koyunuz. Böylece hem üsteğmenin hizmetine bakar, hem de Sıkı Yönetim Komutanlığının emri yerine gelmiş olur.
Hastahanenin inzibat subayı artık söyliyecek söz bulamadı. Fakat hiddetinden mi, utandığından mı bilmem, yüzü kızarmıştı.
Sayın generali hürmetle selâmladım. Kuruyan dudaklarımdan çok ılık bir kaç teşekkür cümlesi döküldü.
Odadan çıktık. Beni hastahaneye yatırmayı başaran o çok değerli inzibat yüzbaşısı Tahsin Beyle vedalaştık.
Askerî hastahanenin her tarafı gibi tertemiz olan güneşli bir odaya götürüldüm. Yatağa girince ilk kazancım, aylardanberi kaybettiğim uykuma kavuşmak oldu.
Bu odada kaldığım müddet içinde her akşam Sayın Dr. Fikri Altan Paşa beni yokladılar. Hararetimin yükselip alçalışını gösteren cedvele baktı çeşitli tahlil raporlarını okudu, bazı tavsiyelerde bulundu… Ve her gelişinde mutlaka, moralimi yükseltecek iltifatlarla karışık; sordu:
- Yemekleri nasıl buluyorsunuz? Herhangi bir başka arzunuz var mı?
Bu ziyaretler öteki doktorları ve hastahanedeki hizmet personelini de bir başka hava içine soktu:
Hoyratlıklar son buldu.
Sür’atle iyileşmeye başladım.
… Ve bir gün Paşa, hastahane inzibat subayının aklını başından kaçırtacak bir başka lütufta bulundu:
- Oğlum, dedi. Burada tek başına canının sıkıldığı muhakkak. Yalnızlıktan daha korkunç mânevî işkence olamaz.
Gülerek ilâve etti:
- Bir yandan işkence, bir yandan tedâvi olmaz. Bunun için seni biraz ferahlatmak istiyorum. Umumî koğuşlardan birinde yatak hazırlattım. Yalnız ufak bir tavsiyede bulunacağım… Koğuştaki diğer hastalarla tutuklu olduğun konu üzerinde konuşmaktan çekin.
Paşanın bu kararı ertesi sabah tatbik edildi.
Umumî koğuşa girince dünyalar benim oldu. Aylarca tek başıma hücrede kaldıktan sonra tekrar subay arkadaşlar arasına karışmak beni pek sevindirmişti. Daha da süratle sıhhate kavuştum.
Tam yirmi gün sonra Başhekim Paşa beni makamına çağırttı. Son derece üzgün bir hali vardı:
- Üsteğmenim, dedi. Sizi tedaviye başladığımızdan beri Sıkı Yönetim Komutanlığı buraya bir albay göndermeğe başlamıştı. Bu zat, dün öğleden sonra bana beşinci ziyaretini yaptı. Fazla nâzik davranmaya gayret etmesine rağmen sizin derhal hastahaneden çıkarılmanızı ısrarla istedi. Ben de tedâvi için bir müddet daha burada bulunmanıza lüzum gördüğümü ısrarla söyledim. Kalktı, gitti. Fakat az önce gene geldi bana bizzat Sıkı Yönetim Komutanı Paşa tarafından yazılmış özel bir mesajını getirdi. Sıkı Yönetim Komutanı sizin derhal iade edilmenizi askerce istemektedir. Artık sizi taburcu etmeğe çok zorlanmış bulunuyorum. Ne kadar üzüldüğümü herhalde sezmiş bulunuyorsunuz. Buradan ayrılırken, Üsteğmenim, benim size söyleyeceğim son söz şudur: Bütün kalbim ve ruhum sizinle ve arkadaşlarınızla beraberdir. Elimdeki bütün imkânları kullanarak size destek olmağa çalışacağım.
Heyecandan boğulan bir sesle:
- Paşa hazretleri dedim. Sizin gibi muhterem bir insanı tanımak fırsatını bana vermiş olduğu için hastalanışımı bile kutsal ilâhî bir lütuf addediyorum. Sizi hiç unutmıyacağım.
Bütün varlığımla kendisini üst sayarak selâmladım. O, yalnız insan bir tabip, insan ve idealist bir Türkçü değildi. Tam askerdi de.
Yirmi dört saat sonra ben gene eski hücreme tıkılmış bulunuyordum.
General Dr. Fikri Altan Paşa hazretlerini bir daha görmeyi ve görüşmeyi Allah nasip etmedi. Kendisini araştırdığım zaman emekliye ayrılmış olduğunu ve çok geçmeden de bu dünyadan göçüp gittiği, Hakkın rahmetine kavuştuğunu öğrendim.
Öğrendiğim gün ne kadar üzülmüştüm bilemezsiniz. Makberini arayıp bulmaktan ve baş ucunda bir Fâtiha okumaktan başka elimden ne gelebilirdi.
Fikri Altan Paşa’nın portresini bütün incelikleri ile çizemediğime emin olduğum bu satırların her kelimesine şimdi birer fâtiha kattığıma inanmalıdır.
AÇIKLAMA
Bundan önceki yazılarımızda Haydarpaşa hastahanesi baş hekimi Sayın General Fikri Altan’ın vefat ettiğini yazmıştık.
Fakat dün akşam İstanbul’dan muhterem Fikri Paşa’nın kızı avukat Cahide hanımefendi telefon ederek, babasının sağ olduğunu ve Kurtuluş Savaş Sokak 256/1 de oturduklarını ve tefrikamızı ilgi ile takip ettiklerini selâm ve sevgilerini de ekleyerek bana bildirdiler. Bu çok muhterem generalin hayatta bulunuşundan büyük bir sevinç duydum ve teşekkürlerimi şahsen de sunmak arzusundayım. Bu vesile bu hususu açıklarım. A.T.
* * *
MİLLİ ŞEF YARGITAYA BASKI YAPIYORDU: GENERAL ALİ FUAD ERDEN
Vatansever ve vicdanlı Türk askerleri Milli Şeften ve adamlarından gelen bütün baskılara rağmen, “Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi”nin bütün kararlarını hem esastan, hem de usul bakımından bozdular.
O hengâmede Askerî Yargıtayın Başkanı Orgeneral Ali Fuad Erden’di. Bu zatın orduda dürüst bir şöhreti vardı. Eski deyimle tam bir “Sahib-i Seyifi Kalem”di. Yani hem kılıcı hem de kalemi vardı.
İstanbul’un sayılı eski ve asîl ailelerinden birine mensuptu. Osmanlı İmparatorluğuna bir çok devlet adamları yetiştirmiş ve Şeyhülislâm vermiş olan “Aralızade” ailesindendi.
Son derece terbiyeli, nazik, iyi bir Erkânı Harp ve tecrübeli bir diplomattı. Birinci Dünya Harbinde başarılı bir asker olduğunu da ispat etmişti. İttihat ve Terakki devrinde adı çok işitilmiş olan o Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın Dördüncü Ordusunda Kurmay Başkanlığı yapmıştı. Kanal seferinde bulunmuştu. Bu orduda iyi olarak ne yapılmışsa hep onun eseri olmuştu.
Birkaç yabancı dil bilirdi. Birinci Dünya Harbi patlarken Paris’te ateşemiliterdi. Büyük, kültürlü, vazife haysiyeti tanımış, vatansever bir komutandı.
Hiç lekelenmemişti.
“Paris’ten Tih Sahrasına”, “Suriye hatıraları” gibi pek kıymetli ve çok okunmuş eserler yazmıştı.
Yalnız… Bu Orgeneralin düşündüren bir tarafı da yok değildi:
Sayın Ali Fuad Erden, İnönü’nün en eski, en samimi en yakın arkadaşıydı.
Acaba İnönü’nün bu derece angaje olduğu bir hâdise Ali Fuad Erden’i bir parçacık olsun yanıltmaz mıydı?
Milli şefin siyasi şahsiyeti âdeta sırat köprüsünden geçiriliyor gibiydi. Ali Fuad Erden, eski arkadaşının ve en yakın dostunun bu köprüden rahat rahat geçmesine yardım etmek isteyebilir miydi?
Dosyalarımız temyize gidince bu dosyaları kimlerin inceleyecekleri de merak edilecek bir konuydu. Acaba onlar da tarafsız hakimler miydiler?
Bir müddet sonra davamıza bakanların Tümgeneral Kemal Alkan’la Tuğgeneral İsmail Berkok olduğunu öğrenince tereddüdümüz bir kat daha arttı.
Çünkü:
Bunlardan ilki, yani Tümgeneral Kemal Kalkan Arnavuttu. Öteki de Çerkez!
Türkçülük, Turancılık dosyaları bir Çerkezle bir Arnavuda teslim ediliyordu. Başlarında da bir Aralzade. Yani Araloğlu.
İsmail Berkok Çerkezdi ve gelişi güzel bir Çerkez değildi. Bu millet hakkında eserle yazmış ve bir hayli çalışmıştı.
Acaba encamımız ne olacaktı? Adının Alöç gibi ters bir Türkçe konuşmasından “Öçal” olmayışından bile bazı arkadaşların manâ çıkardıkları savcı Kâzım’dan sonra şimdi de Arnavutların, Çerkezlerin, Arapların ellerine mi düşüyorduk?
Hayır;
Hâdise gösterdi ki ne Alkan Arnavuttur, ne Berkok Çerkezdir ne de Erden Arap… Bunların üçü de Türkiye’nin Türk evlâtlarıdır ve Türk Generalidirler.
Bugün üçü de rahmet-i Rahmana kavuşmuşlardır. Üçü de hiç şüphesiz cennetmekân olmuşlardır. Bu orgeneralin yüksek şerefli hatıraları önünde saygı ile ve bir kere daha eğilirim.
Onlar benim ve arkadaşlarımın pek genç yaşlarda çektiğimiz adalet susuzluğunu giderdiler.
Bu vatansever ve vicdanlı Türk askerleri, Millî Şeften ve adamlarından gelen bütün baskılara rağmen, “Bir Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi”nin bütün kararlarını hem esastan, hem de usul bakımından bozdular. Paçavraya çevirdiler. Bununla da kalmadılar. Askerî Adalet cihazının tarihine altın harflerle yazılacak şu unutulmaz hükmü verdiler:
“Bir Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi tarafsızlıktan ayrılmıştır. Mahkeme iki numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi tarafından görülmelidir.” Ve henüz tutuklu bulunan bir takım sanıkların derhal tahliye edilmesini “Yıldırım” telgrafla emrettiler.
Acaba İnönü bu asil hareketi yapan bu vicdanlı Türk Generallerine rahmet okuyacak mıydı?
Evet Askerî Yargıtay Adalet Yolu ile işlenmesine kalkışılmış bir cinayetin bütün nedenlerini kavramış ve asilâne kararı ile Türkiye’de temiz hâkimler bulunduğunu dosta düşmana isbat etmişti.
Bu medenî cesarete mukadder yumruk, tabiî fazla gecikemezdi.
Gecikmedi .Askeri Yargıtayın şerefli ve bilgin başkanı Ali Fuad Erden emekliye sevkedildi.
İki değerli mesai arkadaşı, Sayın Tümgeneral Kemal Alkan ve Sayın Tuğgeneral İsmail Berkok da hemen aynı zamanda emekliye ayrıldılar.
Rahmetli Ali Fuad Erden bir kaç yıl sonra “İnönü” adlı eserini neşretti. Bu eserinde de Sayın Orgeneral şahsî küskünlüklere yer vermemek asaletini göstermiştir.
Yalnız bu eserin 229 ve 230 ncu sayfalarında, “Turancılık yapanları, cezalandırmak yolunu tutmadığı için İnönü’nün kendisine küstüğünü” yazar ve “Yargıtaya geldiği halde kırk yıllık arkadaşlığımıza rağmen beni görmek istemedi” der.
Bu tefrika yayınlanmağa başlandıktan sonra O zamanki Askerî Yargıtay’ın raportörü bulunan Hâkim Binbaşı Celâl Bey bu gün emekli Hakim General ziyaretime gelerek bizim dâva ile ilgili bazı hususları açıkladı. Askerî Yargıtay aleyhimize açılmış bulunan dâvayı haksız ve adaletsiz bularak lehimizde karar verince, bir gün Askerî Yargıtay Başkanı Sayın Orgeneral Ali Fuad Erden’i o zamanki Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay çağırtmış. Ali Fuad Paşa da bunu, Genel Kurmay Başkanının, Yargıtay çalışmaları hakkında bilgi almak için yaptığını sanmış. Titiz bir Kurmay olan Ali Fuad Paşa hemen dosyalar ve grafikler hazırlatmış ve o zaman Binbaşı bulunan Emekli Hâkim General Celâl Paşayı da yanına alarak Genel Kurmay Başkanına gitmiş. Kâzım Paşa kendisine hemen ilk soru olarak şunu sormuş:
Sayın Millî Şefimizin Turancıların suçlu olduklarını daha baştan ortaya koyduğu ve bizleri irşad buyurdukları halde, Başkanlığınız altında bulunan Askerî Yargıtay nasıl olur da bunlar lehinde karar verir?
Bu soru Ali Fuad Paşa için pek tepeden inme ve şaşırtıcı olmuş. Paşa, Yargıtayın çalışmaları hakkında izahat vermek, istatistikleri göstermek için gittiği yerde, böyle acaip bir soru ile karşılaşınca birdenbire donmuş kalmış ve sadece dudaklarından şu cümle dökülüvermiş.
– Efendim Mahkeme Kurulunun vicdanî kanaati o yolda tecelli ettiği için öyle karar verilmiştir demiş.
Bu cevap üzerine bu sefer de Genel Kurmay Başkanı Kâzım Orbay öfkeyle karışık bir şaşkınlığa kapılmış ve:
- Ya öyle mi, o halde buyurunuz… diyerek Ali Fuad Paşa’ya hırsla kapıyı göstermiş. Ali Fuad Paşa üzüntü içinde ayrılarak Yargıtay Başkanlığına döndükten yarım saat sonra da arkasından başka bir yere tayin emri gönderilmiştir.
Turancılık dâvası adı verilen acı serencâmın bana verdiği maddî ve manevî zararlar arasında en çok beni üzenlerden birisi de kitaplarımı elden kaptırışım oldu.
Evimden alınan iki büyük sandık içinde doldurulup götürülen beş yüz kitap bana hâlâ iade edilmemiştir. Bunların her birini ben dikkatle seçmiş, okuyup incelemiş, sayfa kenarlarına etüd notları koyarak saklamıştım. Hepsi çok ciddî ve kıymetli eserlerdi. Onlarla birlikte aile mektuplarımı ve fotoğraflarımı, not defterlerimi de almışlardı. Hiç biri geriye verilmemiştir.
Sıkı Yönetim Kumandanlığına ve Kâzım Alöç’e yaptığım bütün müracaatlar cevapsız kalmıştır.
Ne oldu bu kitaplar?
Bunları benden alanlar resmî hüviyeti olan insanlardı. Herhangi bir tahkikat için alınan vatandaş eşyalarının geriye verilmemesi adaletimizin bir geleneği olarak gösterilemez.
Alöç bana kitaplarımın Emniyet Müdürlüğünde olduğunu söyledi.
– Oradan arayabilirsiniz.. dedi…
Fakat Emniyet Müdürlüğünde yetkililer de kitapların nerede olduğunu bilmediklerini söyliyebildiler.
Kısacası, zabıtlarla, evimden alınıp götürülmüş olan koca koca iki sandık içindekilerle yok oldu. O gün bugün bunlar hakkında hiç bir bilgi elde edemedim. Kulaktan kulağa kitaplarımın beğenilerek paylaşıldığı haberi duyuldu. Fakat kimler tarafından paylaşıldığı öğrenilemedi.
Yeni İstanbul, “Türkeş Konuşuyor” yazı dizisi, 21 Mayıs - 2 Haziran 1967.
Alparslan Türkeş, 1944 Milliyetçilik Olayı.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.