NAMIK KEMALİN SİYASAL DÜŞÜNCELERİ VE HAYATI
01 Ocak 1970
NAMIK KEMAL’İN HAYATI
Asıl adı Mehmet Kemal’dir. 1840 yılında Tekirdağ’da doğdu. Babası Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey’dir. Baba tarafı Topal Osman Paşadan gelir. Annesi Koniça eşra¬fından Abdüllatif Paşanın kızı Nesime Hanımdı. Namık Kemal 2 yaşındayken annesi öldü. Ailesi Osmanlı yönetici elitinden aristokrat bir aile¬ydi. Gerçi ailesi, Namık Kemal'in neslinde varlığını büyük ölçüde yitir¬mişti, ama zaman zaman gözden düşülse de, geleneksel devlet hizmeti içindeydi. Babasının Saray'da münec¬cim olması dikkate alınırsa, iki nesil arasındaki zihniyet farkı ya da sürekli¬liği belki daha iyi anlaşılabilir. Osman¬lı yönetici eliti, bir yandan modernleş¬me adımlarını atma gayreti içindeyken ve Tanzimat Fermanı, bu kırılmayı ya da dönüşümü simgelerken, bir yandan da, bu adımların atılmasında en uygun zamanın tespiti için müneccimden yardım beklemekteydi. Sadece bu dahi, 19. yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı'yı anlamak bakımından önemlidir.
Namık Kemal'in eğitimini bü¬yükbabası Abdüllatif Paşa üstlenmişti. Ye¬ni açılan modern okullara gitmişti, ama büyükbabasının taşra memuriyet¬leri düzenli bir eğitimden de uzak kaldı. Bu eksikliğini bulunduğu şehirlerde özel ders alarak giderdi. Namık Kemal büyükbabası ile 10 yaşın¬da Kars'a gitmiş, oradan Sofya'ya geçmişti. Eserlerinde bu ilk görgünün tesiri vardır. İstanbul'a taşradan gelişi sırasında, geleneksel olarak ve beklenebileceği gibi, daha 16 yaşında evlenmişti. İstanbul'a dönüşünde Memduh Faik ve Hayret gibi şairlerle tanıştı. Az sonra Leskofçalı Galip, Hersekli Arif Hikmet ile ahbap oldu ve bu sonuncunun evindeki şairler meclisine katıldı. Gümrük Kalemine memur ola¬rak girdi.
Onun yeni yeni yıldızı parlamaya başlayan Tercüme Odası'ndaki 17 yaşında başlayan memuri¬yeti çok şey vaat ediyordu. Memuriyet yaşamındaki hamilerinin siyasi iktida¬rın uzağında kalması sonucunda, me¬muriyet kariyerinden bir süre için uzaklaşarak ve 22 yaşında Tasviri Efkâr'da yazmaya başladı. Şinasi ile tanışıklığı burada bir hayli ilerledi. Şinasi ile tanıştıktan sonra eski şiir dünyasını bıraktı. Şinasi'nin Kemal üzerinde tesiri büyük oldu. Sanat ve hayat görüşü değişti. Şiirden çok nesre önem vermeye başladı. Bu nesir artık eski divan ve Babıâli nesri değil, Batı yazarlarının tesiriyle değişecek ve Türkçe’nin cümle bünyesinde' değişiklik yapacak olan bir nesirdi. Kemal, Divan kaleminde Mehmet Mansur'dan Fransızca öğrendi. Şinasi'nin ölümünden sonra, bu yeni tesir denemesiyle makaleler yazmaya başladı. Bunlardan birinde tıp terimleri proble¬mini ele aldı ve Tıbbiye'de derslerin Fransızca okutulmasına hücum etti. Bu yazılarda Namık Kemal, henüz Batı ile teması zayıf ve eski Osmanlı görüşüne daha yakındı. Yeni Osmanlılar cemiyetinin kurulmasından beş ay sonra «Devr-i İstilâ»yi Ebüzziya'ya bir gecede dikte ederek meydana getirdi. Ebüzziya ile dostluğu o sırada başlamış ve ölümüne kadar sürmüştür.
Erzurum’a vali muavinliğine atandıktan sonra Paris’e kaçtı. Fikir arkadaşlarıyla birlikte Paris'e kaçması hayatında yeni bir dönüm noktası oldu. Daha önce H. Fanton adında birinden hukuk dersi aldı. Bu sırada Fransızca’sı ilerlemiş ve Fransız romantiklerini tanıma imkanını bul¬muş olmalıdır. Oradan Londra’ya geçti. orada, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin düşüncelerini yaymak için çıkarılan Hürriyet gazetesini yönetti. Namık Kemal'in Avrupa macerası dört yıl sürdü (1867-1871). Gerek Avrupa'daki ve gerekse dönüşünden sonraki basın hayatı bahse değerdir.
Teodor Kasab'ın çıkardığı Diyojen gazetesine fıkralar yazdı. Bu sırada ne siyasi ne edebi esaslı bir faaliyet göstermedi, Mustafa Fazıl'ın Tasviri Efkârcı satın alarak Ebüzziya'ya hediye etmesi üzerine iki arkadaş yeniden gazeteciliğe başladılar. Fakat ayrı¬ca Hadîka’yı, Sirâc’ı çıkardılar. Nitekim bunlardan birkaç ay önce de İbret gazetesi çıkmıştı. Bu dağınıklığın sebebi o sırada gazetelerin sürekli kapatılmasına karşı hazır bulunmaktı. Namık Kemal'in asıl siyasi mücadelesi “İbret” ile başladı. Birinci sayıdan itibaren birkaç sayı süren bir yazı, gazetenin programını verir: Kemal, Reşat, Nuri, Tevfik ve Mahir imzalarını taşımaktadır. Fakat Mahmut Nedim'in, Ali Paşaya göre daha karanlık bir devri açtığını genç yazarlar henüz fark etmemişlerdi. Gazete 19. sayıda kapatıldı. Diyojen de daha önce kapanmıştı. Bu sırada Nedim Pasa düştü, Mithat Paşa sadrazam oldu, gazete yeniden çıkmaya başladı. Fakat Namık Kemal tayin edildiği Gelibolu'ya gitmemekte ısrar etmedi. Gazeteye oradan makaleler gönderdi. İstanbul'a dönünce yeniden gazetenin başına geçti. Bununla birlikte siyasi şartlar bu tarzda yazıların uzun sürmesine elverişli değildi. İbret’teki yazılarında Kemal, hükümetin yolsuz işlerinden şikayet ediyordu. Bu yayınlar Saray'ı da hükümeti de aynı zamanda rahatsız ettiği için zaman zaman gazeteler kapatılıyor, kitaplar toplatılıyordu. Yayınlardaki esaslı problem, yabancı memleketlerden alınan borçtu. Yazarlar, Türkiye'nin borçsuz yaşayabileceğini söylüyor, servet kaynaklarının işletilmesi fikrinde ısrar: ediyordu.
Kemal'in «Vatan Yahut Silistre»yi oynatması, bu gerginliği son haddine vardırdı. Eserin oynanması yasak edildi, Kemal Magosa'ya sürüldü. Şeyh Ahmed Efendi ile tanışması, zaten aslında gelenekçi eğitim almış olan Kemal'de dini hisleri canlandırdı. Sürgünde bazı romanlarını, şiirlerini yazdı. Celâleddin Harzemşah'ın planını hazırladı. Abdülhamit devri başında İstanbul'a döndü. Birinci Meşrutiyeti hazırlayan Mithat Paşa ile tanıştı. Devlet Şurası üyeliğine getirildi. Kanun-i Esasi encümeninde çalıştı. Bu encü¬mende, Padişaha «şüpheli gördüğü her vatandaşı memleketten uzaklaştır¬ma hakkı»nı veren maddeye itiraz etti. Anayasa'yı ve Tanzimat'ı bozan bu maddenin kaldırılması için işe ciddiyetle sarılmıştı. Fakat sonraki vakalar, Birinci Meşrutiyet'in arkasından karanlık devrin gelmesini hazırladığı için Kemal'in hayatı yeni bir safhaya girdi. Ziya Paşa' dan sonra Kemal Midilli'ye sürüldü. Fakat bu devrede Abdülhamid'e bir eserini gönderdiğini ve «Balâ» rütbesiyle nişan aldığını biliyoruz. Vazifesi Midilli'den Rodos'a, oradan da Sakız'a nakledildi. 1888’de Sakız'da zatürreeden öl¬dü.
NAMIK KEMAL’İN SİYASAL HAYATI VE DÜŞÜNCELERİ
Namık Kemal’in siyasi projesi yakın¬dan incelendiğinde, modernleşme yanlısı Osmanlı yönetici elitinin, Batı'yı algılama ve değerlendirme perspektifleri ile Tanzimat'ın modernleşme yanlısı paketine yönelik eleştirileri ve katkıları daha iyi anlaşılacaktır. Yeni Osmanlılar hareketinin diğer üyelerin¬den esaslı farkı, bir siyasi teori ve fel¬sefe geliştirme çabasıdır. Geleneksel İslam/Şark/Osmanlı siyasi düşüncesi içinde, Batı klasik siyasi düşüncesi, te¬orisi ve felsefesi ile karşılaşmak ve bu temelden farklı iki alan arasında bir uzlaşma girişiminde bulunmak, Osmanlı entelektüel hayatı açısından dikkat çekici bir dönüm noktası sayı¬labilir.
Namık Kemal (ve genel olarak Yeni Osmanlılar) açısından güç bir görev söz konusuydu. Medeniyet Projesi’ni tarif etmeleri gerekiyordu. Batı medeniye¬ti karşısında, algıda ve kabulde bir se¬çicilik söz konusuydu. Bu, yalnızca Osmanlı/Türk siyasi düşüncesinin gün¬demi değildir. "Batı Medeniyeti Soru¬nu" ile karşı karşıya kalmış olan bütün toplumların ve coğrafyaların ortak paydasıdır. Hepsi de, kendi geçmişleri¬ni ve varlıklarını belirli ölçülerde koru¬yarak, medenileşmenin yollarını yeni¬den keşfetmeye çalışmışlardır. Bu ba¬kımdan, ne Namık Kemal, ne Yeni Os¬manlılar ve ne de Osmanlı/Türk tecrü¬besi özgün bir örnektir. Namık Kemal olsun, diğerleri olsun, "Batı Medeniye¬ti" karşısında "Doğu/Osmanlı/İslam Medeniyetini ısrarla ve sabırla savunmuşlardır. Burada özgün olan, uz¬laşma çabasının kendisi değil, çabanın içeriğidir.
Namık Kemal için İslam birliği de bu çerçevede önem kazanıyordu. Na¬mık Kemal, Batı siyasi düşünce ve te¬orisini İslami model ile uyuşturma ça¬basında yalnız değildi, ama en çok çaba harcayanlardan biriydi. Onun bakış açısından, Batı liberal siyaset fel¬sefesi, özünde, gerçek İslami yönetim esasları ile uyum halindeydi. Hat¬ta, klasik İslam, bütün bunları da ihtiva etmekteydi. Sorun, teorik olmaktan ziyade, uygulamaday¬dı. Sorun, unutulmuş bir geçmişi yeniden hatırlamaktı.
Namık Kemal açısından hürriyet, Osmanlı coğrafyasının bütünlüğünün korunması açısından da önemliydi. Tıpkı hukuk gibi... Hukuk, eşitlik ve hürriyet, söz konusu coğrafyadan ken¬disini ayırarak, bütün bunlara kavuş¬mayı hayal eden gruplar açısından bir¬leştirici yeni bir formül olarak tasarlan¬mıştı. Aslında, bu formül, Tanzimat Fermanı'ndan bu yana sürdürülen bir geleneğin devamı sayılmalıdır. Onun fikrince, bütün bunlar bir Osmanlı va¬tanı fikri yaratacak ve bu coğrafya içinde yaşayan farklı bütün grupların bu vatanı savunmasını sağlayacaktır. Bir iyimser beklenti de, bu sayede, ün¬lü Şark Meselesi’nin sona ereceği yo¬lundadır. Namık Kemal için Osman¬lı/İslam tarihi bu bakımdan da aynı gö¬rüş açısından değerlendirilmeliydi. Onun tarihe bakışını belirleyen açı da budur. Namık Kemal için tarih, siyasi pozisyonunu sağlamlaştıran, onu temellendiren önemli bir argümandır. Bu yaklaşım tarzı, bir hayli tanıdıktır. Osmanlı coğrafyasının bir arada kala¬bilmesinin temini de, aslında "hürriye¬ti efkâr"ın bir başka argümanıdır. Vatan fikri, bu bakımdan, ayırıcı değil, birleştirici bir görüştür ya da öyle de¬ğerlendirilmelidir.
Namık Kemal'in gazeteciliği, kamu¬oyu yaratılması süreci ile yakından ilişkilidir. Osmanlı/Türk kamuoyunun varlığının keşfi ve ona hitap etmenin gereği ve yararı, önemli bir adım ola¬rak görülmelidir. Gerçi bu sözü edilen kamuoyu, bugün kullandığımız an¬lamdan çok daha dar bir çevreyi ifade eder. Hatta sadece İstanbul efendileri¬ne yönelik olduğu söylenerek, küçüm¬senebilir de... Ama yeni bir bakış açısı olarak önemlidir. Onun edebi cephesi de, aslında bu bakış açısının değişik görünüşlerini yansıtır. Önemli olan, fi¬kirlerin deklare ve ikna edilmesidir. Aynı zamanda, gazeteler, hem kendi¬leri ve hem de kamuoyu adına denet¬leme görevi ile karşı karşıya idiler. Na¬mık Kemal için, bütün yazılanlar, kamuoyunun eğitilmesi açısından bir misyona sahipti. Çünkü kendisi de ka¬muoyunun bütün bu görevleri yerine getiremeyecek kadar güçsüz olduğu¬nun farkındaydı. Bununla birlikte, bu türden görüşleri şiddetle reddetmeye devam edecektir. Fakat, bütün yazdıkları da kamuoyunun eği¬timinin bir parçası sayılmalıdır.
Namık Kemal, fikir özgürlüğünü sa¬vunur ama bazı yazılarında kendince doğru olmayan yönlere doğru açılan basını da eleştirmekten geri durmaz. Onun ahlakçı zihniyeti, bu tür¬den ilkesel bir meselede de kendisini hemen gösterir. Elbette "hürriyeti efkâr"dan söz etmek önemlidir, ama bu ilkeyi savunurken ortaya konulan ar¬gümanlara da dikkat etmek gerekir. Bu denli yüksek ideallerin savunulmasın¬da kullanılan argümanların da kendi içinde tutarlı olması gerekir. Namık Kemal açısından, özgür basının ken¬dince yararları vardır ve basın bu yararlar açısından özgürlüğü hak etmiştir. Burada yarar ile özgürlük arasında kurulan doğrudan bağlantı, nihai tahlilde, yararsız görülecek alan¬larda özgürlüğün sınırlarını da kendi içinde taşımaktadır.
Hürriyet, siyasete doğrudan katılım anlamına geliyordu ve bunun da siyasi mekanizmaları kurulmak durumun¬daydı. Namık Kemal açısından, baskı rejimine karşı, ancak ideal ölçüde olabilecek, fakat Osmanlı açısından düşünülmesi mümkün olmayacak Cumhuriyet yönetimi bir tarafa bırakı¬lırsa, meşruti bir monarşi gündeme ge¬lebilirdi. Osmanlı Hanedanı'nın ve sultanın ve hilafetin kutsal haklarının saklı tutulduğu ve diğerleri ile kıyaslandığında, temsili niteliği bir hayli tar¬tışma götürür bir meşruti monarşi mo¬deli kurulmak isteniyordu.
Namık Kemal, kamuoyunun yöne¬timde/siyasette bir başka temsil ve de¬netim organı olarak "Meclisi Şûrayı Ümmet"i görür. Bu organ, "meşveret" usûlünün pratikteki uygulamasıdır. Gerçi Namık Kemal, Batı siyasi felse¬fesi ışığında, özellikle Locke, Hobbes, Rousseau ve Montesquieu'den yarar¬lanarak, temel siyasi çerçevesini geliş¬tirmeye çabalıyordu, fakat onun yap¬maya çalıştığı esas iş, Batı siyaset te¬orisinin, özünde, İslam siyasi felsefesi¬nin dışında olmadığını göstermekti. Bu çok önemliydi, çünkü, ilk olarak, bu şekilde Batı'dan alınabilecek bir kurum, kavram ve teori, "ithal" ya da "kopya" olmaktan kendiliğinden kur¬tulacak ve Osmanlı/İslam toplumunun öz değerlerini yansıtmış olacaktı. Bu noktada, Namık Kemal, Tanzimat'a yönelik eleştirilerini haklı çıkarmış oluyordu. İslam siyasi felsefesinin bu yöndeki bütün zorlamalara ve yakış¬tırmalara karşın, gerçekte Batılı bir si¬yasi temsil sistemini ne ölçüde ihtiva ettiği ya da edebileceği hayli tartışma konusu olmakla birlikte, Namık Ke¬mal için bu nokta bir ön kabuldü. Üzerinde tartışılması dahi caiz sayıl¬mazdı. Bütün Osmanlı/İslam siyaset tarihi, bu açıdan yeniden gözden ge¬çiriliyor, adeta yeniden yorumlanıyor ve olgusal planda, Namık Kemal'i haklı çıkarabilecek şekilde yeniden değerlendiriliyordu. İslam'ın özü meş¬veretse, Osmanlı Devleti'nin kuv¬vetli dönemleri, aslında bu danışma yönteminin revaçta olduğu dönemler olarak yansıtılıyordu. Bir kuvvetler ayrılığı da söz konusuydu. Sultan, ulema ve yeniçeri¬ler, bunun taraflarıydılar. Toplum sözleşmesi, biat kavramı ile eşleştiriliyordu. Aslında bütün bunlar, şeriatın öngördüğü hususlardı. Namık Kemal açısından şeriata uyulması, bütün bunlara uyulması anlamına geliyordu. Sultan, şeriat hükümlerini uygulamak ve adaleti sağlamakla görevliydi ve öyle de kalmaya devam edecekti. Bu, geleneksel Osmanlı yönetim felsefesi¬nin onayıydı. "Kerim devlet" formülü geçerliydi. Ayrıca, Namık Kemal güç¬lü bir ahlakçı olarak, İslam ahlakını da bu çerçeve içine yerleştirmekte ge¬ri kalmamıştı. Bu şaşırtıcı derecede seçmecilik siyasi teori çabası gün¬cel siyasetle ilgili organik bağları açı¬sından ve kendisinden sonra gelecek tutarlı siyasi düşünce geleneksizliğine temel olması bakımından manidardır, Namık Kemal, geleneksel İslam/Os¬manlı siyasi felsefesini, Batılı bir teorik çerçeve içinde sunarken, aslında, gelenek ile modern arasında, geleneksel olanı modern bir kap içinde sun¬manın çabası içindeydi. Tutarlı olma¬yabilir, ama çabası takdire değerdir. Siyasi pozisyonları savunmak için, tu¬tarsız ve hatta kendi içinde çelişkili si¬yaset teorisi geliştirmek konusunda ıs¬rarlı olmak ve aksini gerçekleştirmek için herhangi bir hassasiyet gösterme¬mek de, gelecek kuşaklara yönelik bir başka siyasi düşünce mirası olarak ka¬bul edilmelidir. Namık Kemal'in yaz¬dıkları anayasal bir rejimin temel ilke¬lerini ortaya koymak bakımından dik¬kate değerdir. Fakat bir anayasal siste¬min kuruluş mantığı bundan ileri ol¬malıdır.
Namık Kemal için olsun, kendisin¬den öncekiler ve sonrakiler açısından olsun, siyasi teori, tek başına önemli bir hareket noktası değildi ve olamaz¬dı da... Aksine, onların ortak paydası, mevcut siyasi sorunlar ve pozisyonlar açısından, önceden saptanmış sorun¬ların çözümü yolunda, hatta bu çö¬züm yollarını ve şekillerini haklı çıka¬racak ve meşru gösterecek bir siyasi teori yaratmaktı. Önce siyasi endişeler ve ardından da bu endişeleri gidere¬cek bir teori geliyordu. Siyasi teori si¬yaseti değil, tam aksine, günlük siyaset teoriyi tayin ediyordu. Arzu edilen, so¬runların bir şekilde çözüme kavuştu¬rulması olduğundan, teorinin kendi içindeki tutarlılığı önem taşıyamazdı. Bu, ancak olabildiği kadar olabilecek¬ti. Önemli olan nokta, teorinin, sorun¬ların çözülebilir olduğunu göstermesi ve hatta kanıtlamasıydı. Namık Kemal'in, bundan söz edilebilir olduğu ölçüde, siyasi teorisi, bu temel çerçe¬ve içinde inşa edilmişti. Yegâne örnek değildi ve hiç olmayacaktır.
YAZILARIYLA NAMIK KEMAL...
Avrupa Medeniyetinden İbret Dersi Almak adlı yazısında, bu medeniyete şuurlu bir bakışın dayanışmayı doğuracağını, dayanışmanın okula götüreceğini, okulun tezgahları işleteceğini, tezgahlardan fabrika ve bankaya yükselmenin mümkün olacağını, böylece memleketin refaha ve servete kavuşacağını söylüyor.
Başka bir yazısında, devlet ile fert arasındaki ilişkiyi kamu hukuku ile ferdi hukukun ilişkisi şeklinde ifade ediyor. Bir dağın iki tarafında oturanlar dediği iki görüşü, hürriyetsiz monarşistlerle hürriyetli cumhuriyetçileri karşılaştırıyor.
Avrupa Şarkı Bilmez başlıklı yazısında, batıcılık kompleksine cevap veriyor: “Biz şimdiye kadar Avrupa dillerinde şarka dair okunmaya değer bir kitap görmedik” diyor. “Şarkın hallerini öğrenmek isteyenler ne şekilde maksatlarına ulaşabilsinler? Mesela d'Ohsson veya Hammer'in Osmanlılar hakkında yanlış mütaleaları”. Burada Fatih'in Cengiz'den zalim gösterilme¬si gibi misaller veriyor.
Nüfus adlı yazısında, demografya meselelerine giriyor. Onca, gelişmenin başlıca faktörü budur. Bunun için de eski ve yeni nüfusu karşılaştırıyor ve bunu siyasi-iktisadi ve kültürel zaafımızın önemli bir etkeni sayıyor. Tarımdan ve endüstriden örnekler veriyor, işbölümüne do¬kunuyor, insan artışı ile faiz artışını karşılaştırıyor. Batı'da nüfus çoğalma¬sının doğurduğu yeni içtimai problemlerden biz henüz çok uzak bulunuyoruz, bunları ilerde düşüneceğiz; şimdilik artmadan başka çaremiz yoktur diyor. Nüfusun bu kadar azalmasının sebepleri olarak savaş, hastalık, ihtilali gösteriyor.
İttihad-ı İslam adlı yazısında, Memûn zamanında İslam milletleri arasında var olan ahenk ve birliğin, sonradan meydana gelen parçalanmanın sebeplerini arıyor. Medeniyet ve teknik seviye üstünlüğü, birliği yapar. Eskiden Kaşgar, Semerkant, Maraga, Bağdat, Kayrevan, Kurtuba, İstanbul birbirinden hemen haber alırdı. Şimdi İslam şehirlerinin birbirine kapa¬lı, habersiz olduğunu söylüyor.
Kavimlerin Anlaşması’nda: “Osmanlı cemiyeti hukukta birbirine eşit menfaatte ortak fakat dilde, cinsiyette, fikirlerde birbirine aykırı parçaların birleşmesinden meydana gelmiş heyettir” diyor. Bunun benzerini başka bir cemiyette gösteremeyiz. Fakat onca, bu hal onun devamına engel değildir. Madem ki 600 yıldır sürüp gitmiştir, yine de gidebilir diyor. Buna da bir nevi federalizm zihniyetiyle, “Kavimlerin Anlaşması” diyor. Ancak Avrupa'da mezhep, hatta dil farklarının birliğe engel olmadığına dair Fransa, İngiltere, Avusturya, Belçika ve İsviçre'den misaller veriyor. Mezhep, cins, dil farklarına rağmen vatan birliğinin, birleştirmeye yettiğini söylü¬yor: “Nazariyede mevhum bir şekil olan vatan fiilde eşit hakları ve ortak menfaatleri korumada demir istihkâmdan kat kat kuvvetli olduğuna dair fikirler yerleşmiştir. Hal böyle iken bizim vatanımız yok mudur? Vardır. Bizim ve belki hiç bir kavmin vatanı yoktur denemez. Memleketimizin adli ve idari bütün işlerine bakılsın. Hepsinde her cins ve mezhepten adamlar vardır, buna ise şer'i hükümleri bilen kimseler itiraz etmez ve edemezler. Zira memur, halkın velisi değil, hizmetçisidir.”
Devlet ve Millet’te, bu iki terimin ifade ettiği anlamların iyi bilinmediği için, halk arasında bazen resmi yazılarda yanlış şekillerde kul¬lanılıyor diyor. Ona göre hükümet ile halkı, kasap ile koyun gibi ayırmak tamamen yanlıştır. Toplumda adaleti yalnız çoğunluğun kuvveti korur, fakat her çoğunluğun dediği hak değildir. Hükümet veya devlet, halkın kuvvetine vekil olma tarzına denir.
Devlet adamlarının kıtlığına dair bir yazısında Reşit Paşadan sonra devlet adamı yetiştirmede büyük bir gevşeklik gösterildiğini, Reşit Paşanın yerini tutacak değerde devlet adamının yetişemediğini söylüyor. Onca, buna sebep, devlet adamlarının kendi mensuplarını toplaması, hakiki değere önem vermemesidir. Hakiki değerlerin tespit edilmemesi veya yok edilmesine dair misaller veriyor.