Cemel Vak'ası / Ahmet Turan ALKAN
01 Ocak 1970
Dine ait olanla siyasete olanın ayrıştığı yer: Cemel Vak’ası. Dinen sevip saydığımız kişileri, bu çatışmadaki rollerinden ötürü yargılamasak bile “anlamaya” mecburuz, zira anlamak insânî bir şeydir; inanmak ise imanla ilgili. Bugün Cemel Vakası’ndan bahsedeceğiz; bu hadisede göreceğimiz örnekler, “kutsal” olan ile “siyasi olan”ı birbirinden tefrik etmemiz için son derece önemli ibretlerdir. Cemel Vakası diye bilinen hadise, Hicret’in 36. yılında cereyan etti. Hazreti Ali hilâfet makamını henüz devralmıştı ve Şam Valisi Muaviye’nin muhalefeti yüzünden devlette iç sıkıntılar had safhadaydı. Ne var ki Hazreti Ali’ye muhalefet edenler arasında Hazreti Aişe de bulunmaktaydı ve hac farizasını ifa için gittiği Mekke’de Hazreti Ali’nin hilâfete geçtiğini duyunca, “Aşere—i Mübeşşere”den yani sağlığında Efendimiz’in cennetle müjdelediği on sahâbeden Talha ve Zübeyr ile ittifak ederek büyük miktarda ordu ve mühimmat toplamaya başladılar. Ciddi kaynaklar Hazreti Aişe’nin muhalefetine sebep olarak Hazreti Osman’ın kanını dava etmesini gösteriyorlar (İbnü’l Esir, El Kâmil, 3. C., s. 210 vd.; İslâm Ans. “Aişe maddesi, C.1).
Hadise Basra civarlarında oldu. Cevdet Paşa, “Kısas—ı Enbiyâ”sında Hazreti Ali’nin çatışmadan önce Talha ve Zübeyr’le görüşerek, “Mukateleye hazır olmuşsunuz amma huzur—ı Bâri’de bir özür ve sebep hazır ettiniz mi? Ben sizin din kardeşiniz değil miyim?” diye sorduktan sonra Talha’ya hitaben, “Kendi haremini hanesinde terk ile Resûllah’ın (s.a.v) haremini buraya getirip de onunla birlikte mukatele mi edeceksin?” demesi üzerine Talha’nın bu sözleri makul görerek nedâmet getirdiği kaydediliyor. Zübeyr’e de aynı şekilde hitab eden Hazreti Ali, neticede bu iki mühim şahsiyeti ikna etmişse de Cevdet Paşa’ya göre oğulları cenk üzerinde ısrar etmişlerdir.
Paşa bu noktada ilginç bir tahlil yapıyor; aynen okuyalım:
“Pederler barışmak istiyor, oğulları râzı olmuyor. Doğrusu bu ki, insana mal ve evlâdı büyük fitnedir. Eshab—ı kiram, kendilerini haklı zannederek mukatele ettiklerinden ictihatlarında hata etseler bile ma’zûr olurlar. Amma dünya için cenk eden sair nâs, zâlim oldukları halde maktul olurlar.”(Kısas—ı Enbiyâ, Bedir neşriyatı, C.1, s. 516)
Buraya bir balmumu yapıştırdıktan sonra hâdiseleri izlemeye devam ediyoruz:
Harp yerinde toplam 50 bin civarında savaşçı karşı karşıya geldi; her iki tarafta da o güne kadar İslâm’a gayret ve hamiyetleriyle gönül ve baş koymuş insanlar vardı ve gariptir ki iki ordu karşı karşıya gelmesine rağmen barış için müzakereler devam ediyor ve kimse savaşa pek ihtimâl vermiyordu. Cevdet Paşa ve İbnü’l Esir çatışmanın başlamasını aynı sebebe, yani “İbni Sebe” isimli, İslâm tarihinde münafıklığı ile şöhret bulan bir adama bağlıyorlar. Yani her iki tarafa da sızan Sebe taraftarları, birbiriyle savaşmaya pek de istekli görünmeyen askerleri kışkırtarak kıvılcımı çaktırmışlar ve ardından harb kızışmıştı.
Bu izah tarzı, hadisenin garipliğine akıl yoranları tatmin edecek bir bahâne ortaya koyuyorsa da tarihi açıdan hayli su götürür tarafları vardır. Bu noktada bana göre en mükemmel kritiği yapmış olan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin “Tarih—i İslâm” isimli eserine müracaat edeceğiz (Bu eser Ziya Nur Aksun Beyefendi’nin kıymetli zeyilleri ile Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanmıştır; 2. baskı, 1984). Filibeli aynen şöyle yazıyor:
“Bu garip halet—i ruhiyenin sebebi neydi? İslâm tarihçilerinden yaşlı olanlar, bu gibi mühim bahislerde hiçbir tenkid dermeyân etmeyip ‘ihtilâf—içtihad’ terkibiyle kanaat ediyorlar. Müfrit Şiilerle müfrit Hâricîler ise ‘tekfir ve tel’in’ gibi ilim ve fenle kabil—i te’lif olmayan kabalıklarla işin içinden çıkıyorlar. Şu halde tarih yazılmış olmuyor (...) Dermeyân edeceğimiz muhakemelere ‘itikadi bir kıymet’ verilmemesini ihtar ederiz. Aşere—i Mübeşşere’den olan zâtların Peygamber’e ve dine olan samimi büyük hizmetleri ve Peygamber’in rızâsı sebebiyle Allah indinde mağfur ve makbul olmaları başka şey, hareketlerinin ve sebep oldukları vak’aların tarihi düsturlar mucibince muhakemesi yine başka şeydir. Cemel muharebesini meydana getirenlerin ortaya attıkları sebep, hiçbir vakit kabul edilemez. Onlar muharebeyi şu sebepten biriyle yapmışlardı: Ya Osman’ın katledilmesi keyfiyetinde Ali’yi methaldar gördükleri için, veyahut da şahsi garazları (s.254).”
Sair ayrıntılara girmeden haber vermeliyiz ki Cevdet Paşa’ya göre bu harpte her iki taraftan onbin civarında “maktul” vardır. İbnü’l Esir de aynı rakamı tekrar ediyor. Mübalağalı bile olsa bu rakam müthiştir; zira çatışmanın galibi Hazreti Ali, her iki tarafın maktullerini de namazlarını kıldırmak suretiyle defn ettirmiştir.
Bu hadisede Müslümanlardan başka kimse ölmemişti.
Bu trajik çatışmanın sebepleri arasında bir tane olsun itikadi ve imânî bir mesele yoktur; mesele tamamen siyasidir ve öylece anlaşılması gerekir. Hazreti Osman dahi tamamen siyasi bir ihtilaf neticesinde katledilmişti; Sıffin Harbi de öyledir. Ne var ki sözü edilen hadiseler, aynı zamanda İslâm devletinde ilk siyasi muhalefet hareketlerinin ortaya çıkmasına ve fırkalaşmasına da zemin hazırlamıştır. Siyasi olanla dini olanın iyi tefrik edilmemesi neticesinde, bu dönemde başlayan tefrikalaşma, sonraki yıllarda itikadi ayrılışların da sebebi olmuştu.
Şimdi balmumunu kazıyarak Cevdet Paşa’nın, pekçok insan tarafından paylaşılan hükmüne dönelim: Paşa, “eshâb—ı kirâm”ı, birbirleriyle mukatele etseler bile davranışlarında ma’zur görüyor. Fitneye sebep olmamak ve yeni anlaşmazlıklara yol açmamak için “idare—i maslahat” olsun diye verildiği anlaşılan bu hükmü doğru bulmuyorum; siyasi olan, siyasetin çerçevesi ve insani kıstaslar içinde değerlendirilmelidir; dini olan ise dinin gerektirdiği bir hürmet ile. Üstelik Cevdet Paşa bununla da iktifa etmeyerek, bütün yaptıkları emri altında bulundukları kişilerin komutasına itaat etmek olan sair Cemel maktullerini de, “dünya için cenk eden sair nâs, zâlim oldukları halde maktul olurlar” diyerek meseleyi büsbütün karmaşık hale getiriyor. Öyle bir çatışma ki, harbi çıkaranlar ve yönetenler mâsum, ölenler mes’ul!
Oysa ki meseleye insâni, ilmî ve siyâsî bir noktadan soğukkanlılıkla bakıldığında zihin karışıklığına yer kalmıyor; her siyasi hadisede yanılanlar olduğu kadar isabet edenler, sorumlular olduğu gibi bîgünâhlar da vardır. Dinen sevip saydığımız kişileri, bu çatışmadaki rollerinden ötürü yargılamasak bile “anlamaya” mecburuz zira anlamak insânî bir şeydir; inanmak ise imanla ilgili. Tarihi ve siyasi olaylara anlamak için yaklaşmalıyız, imân tazelemek, hubb ve buğz duygularını pekiştirmek için değil.
İBRET
Bazı okuyucular, geçenlerde Muaviye’den bahsedilen bir yazımda niçin saygı icabı “Hazret” sıfatını kullanmadığımı yadırgadıklarını belirttiler; gerekçeleri Muaviye’nin “sahâbe” olması idi. Bir okuyucum ise sahâbelerin durumunu, “Velinin ve sonraki ümmetlerin en büyüğü, sahabinin en küçüğünün bindiği atın burnundaki toz zerresinden daha aşağı derecededir” sözüyle niteliyordu.
Bir meseleye ilmi bakış, tarihi figürlere lânet okumayı veya hürmette ifradı gerektirmez. Bu yazıda bazı sahâbelerin siyasi görüş farklılığından ötürü nasıl kanlı olaylara sebep verdiğini gördük ve elbette onların kendi zamanlarına ait siyasi görüşlerini dinin bir rüknü gibi kabullenmeye mecbur değiliz. Ümid ederim ki kaba hatlarıyla anlatmaya çalıştığım bu hadise “dini olanla siyasi olan” arasındaki tefrikten ne anlaşılması gerektiğine dair bir ibret olabilmiştir.