Yolsuzlukla zulmün buluştuğu an
Ali Yurtagül 01 Ocak 1970
Türkiye, yolsuzlukla zulmün buluştuğu anı yaşıyor. Bir cemaate yakın olduğu, sempati duyduğu için insanların mallarına el konuluyor, işlerine son veriliyor.
Gazeteciler hapiste, gazeteler kapatılıyor, ekranlar karartılıyor. Nefretten beslenen gizli bir el, sadece hakim ve savcıları değil, TÜRKSAT gibi şirketleri de “cadı avının” enstrümanı haline getiriyor. Bir sosyal gruba karşı zulmün sürek avına dönüştüğünü izliyoruz. Cadı avı yeni değil Türkiye'de. Temel insan haklarını hiçe sayan, azınlıkları hedef alan, aydınları zindanlarda çürüten bu ruh yeni değil. AKP ile de gelmedi. Nazım Hikmet, yaşamının en güzel yıllarını zindanlarda geçirdi. Dilimizden düşmeyen “aldırma gönül, aldırma” kelimelerinin kalemi Sabahattin Ali'yi kiralık bir katile teslim ettiler, öldürdüler. Bitmeyen bu “cadı avı” AKP ile derinleşerek sürüyor. Yolsuzlukla ilişkisi nerden mi çıktı? Dinleyin lütfen.
CHP'nin sosyal meseleleri bir kenara ittiği, Refah Partisi'nin cadı avı hedefi olduğu 90'lı yıllar... Refah Partisi bu yıllarda sosyal meselelere duyarlılık ile büyüdü. Partide aktif kadınlar bu yıllarda mahallede yokluk, sıkıntı çeken insanlara el uzattı. Çok değil, 2 kg pirinç, 2 kg kuru fasulye, 1 lt ayçiçeği yağı, iki paket makarnadan oluşan koliler ile, sıcak bir elle geldiler kadınlar kapılara. İnsanların kalbini kazandılar. CHP'ye hakin ulusalcıların, fakir halk tabakalarına yukarıdan baktığı, “kömür, makarna” diye aşağıladığı, seçim yenilgisini, “cehalet” ile anlamaya, anlatmaya çalıştığı yıllar bu yıllar. Yoksul kitlelerin, gecekonduların CHP'den Refah'a kaydığı yıllar bu yıllar. Bugün İstanbul'un siyasi coğrafyasına baktığınızda bu siyasi kayışın coğrafyasını görürsünüz. Bakırköy, Şişli, Beşiktaş, Kadıköy vs CHP'de, tüm kenar mahalleler AKP'de değil mi? Zenginlerin, orta sınıfın “sol” CHP'de, yoksul kitlelerin muhafazakar AKP'de buluştuğu bir paradoks.
“Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar” ile mücadeleyi seçim kampanyasının merkezine koyan AKP, 2002'de kazandı. Yolsuzluklarla, krizle ilişkilendiren siyasi partiler tarihin karanlıklarında yok oldu. AKP iktidara geldikten sonra Ecevit'in mütevazı da olsa yaşlılara maaş bağlayan sosyal politikasını derinleştirdi. Belediyeler üzerinden uzattığı sıcak eli devlet kanalları ile genişleterek yaydı ve Türkiye'de milyonlarca insanın cebine ilk defa yardım olarak ekmek, ilaç parası girdi. AKP ile halk sosyal bir devlet olabileceğini gördü. Koliler önemini kaybetti.
İlerleyen yıllarda, koliler içinde pirinç, yağ veren şirketlerden AKP'nin bazı kadroları yüklü yardım beklentisi içerisine girdi ve devlet kadrolarının on yıllardır kullandığı mekanizmaları kullanmaya başladı. Mesela Bakırköy'de inşaat alanının %25'ten %45'e çıkarılması, beş veya altı kat daha yüksek kat izni alınması gibi büyük rant kaynakları devreye sokuldu. İhalelerden milyonlar kazanan işadamları, devletin bu “hoşgörüsünü” sağlayan aktörlere, değerli saat, gümüş tepside dolar veya ayakkabı kutusu dolusu hediyelerde bulundular. Devlet ihaleleri yolsuzlukların kaynağına dönüştü. İmtiyazlar satan “çantacılar” üredi; halen devredeler. Enerji sektörüne bir göz atın, rüzgar ve su kaynaklarının nasıl yağmalandığını, “çantalandığını” görürsünüz.
Frankfurt'ta başlayan, Türkiye'de hasıraltı edilen “Deniz Feneri” davası ile buzdağının ucu görünür oldu. Yolsuzluk, rüşvet kokusu yayılmaya, basın sayfalarını doldurmaya başladığında, zulüm başladı. Bir zamanlar AKP'ye sempati ile bakan Ahmet Altan, Hasan Cemal ve Can Dündar gibi saygın gazeteciler işten atıldı, susturuldu. Yolsuzlukla zulüm işte burada buluştu. Algının politikada önemini bilen politikacılar basını sadece baskı ile yönetemediğini bildiği için, havuzlar üzerinden basını, gazetecileri satın alma sürecini başlattı. Ekrem Dumanlı ve Cemaat'e yakın basın kendilerine mesafe koymaya başladığı andan itibaren, baskı ve cadı avının ilk sinyalleri geldi, dershaneler kapatıldı. Sonra 17-25 Aralık soruşturmaları “yolsuzluk yok, darbe var” algısı ile hasıraltı edildi. Zulüm yolsuzluğu kamufle etmek için “cadı avına” dönüştü, sürüyor. Yolsuzluk meselesi sadece AKP'nin değil Türkiye'nin geleceğini tehdit ediyor. Despotizm kapımızı çalıyor. Duyuyor musunuz?