SAİD HALİM PAŞA (1864-1921)
M. Hanefi Bostan 01 Ocak 1970
Osmanlı sadrazamı ve fikir adamı.
Kahire’de dünyaya geldi (19 Şubat 1864). Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu olup babası Şûrâ-yı Devlet üyesi Mehmed Abdülhalim Paşa’dır. Ailesiyle birlikte 1870’te İstanbul’a yerleşti. İlköğrenimini özel hocalardan yaptı. Küçük yaşta Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce öğrendi. Üniversite tahsilini İsviçre’de siyasî ilimler alanında tamamladı. II. Abdülhamid tarafından kendisine sivil paşalık rütbesi verilerek 21 Mayıs 1888’de Şûrâ-yı Devlet üyeliğine tayin edildi. Görevindeki başarısından dolayı kısa zamanda Rumeli beylerbeyliği pâyesine yükseltildi (22 Eylül 1900). Böylece sarayın ve padişahın gözde adamı oldu. Ancak onu çekemeyenler, Yeniköy’deki yalısında zararlı evrak, ayrıca silâh bulundurduğu gerekçesiyle saraya jurnal ettiler. Bu olaydan sonra Şûrâ-yı Devlet’teki göreviyle ilgisini azaltıp yalısına çekildi. Bir taraftan kitap okumakla, içtimaî ve tarihî incelemelerle, diğer taraftan eski eserleri toplamakla meşgul oldu.
1903’te Jön Türkler’le ilişkisi bulunduğu ileri sürülerek İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Önce Mısır’a, ardından Avrupa’ya gidip Jön Türkler’le doğrudan münasebet kurdu, onlara maddî ve fikrî destek verdi. 1906’da Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti’nin (1906-1907) müfettişliğine getirildi (Bostan, s. 23). II. Meşrutiyet’in ilânından sonra diğer İttihatçılar’la birlikte İstanbul’a döndü. Şûrâ-yı Devlet’teki görevi yurt dışına çıkarılmış olmasına rağmen devam etmişti, fakat 3 Eylül 1908’de Şûrâ-yı Devlet’te yapılan tensîkatta kadro dışı bırakıldı. Aynı yıl belediye seçimlerinde İttihat ve Terakkî Fırkası listesinden Yeniköy Belediye Dairesi başkanı seçildi. Ardından İstanbul Belediye Genel Meclisi ikinci başkanlığına getirildi. 14 Aralık 1908’de II. Abdülhamid tarafından Âyan Meclisi üyeliğine tayin edildi. Bu sırada Cem‘iyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye’nin (Dârüşşafaka) idare meclisi üyeliğine seçildi. Padişahın izniyle Âyan Meclisi üyeliğinden ayrılarak Paris’te İslâmcılık üzerine incelemelerde bulundu.
1909’da Selânik’te yapılan İttihat ve Terakkî Kongresi’ne âyan üyesi sıfatıyla katılan Said Halim Paşa, 1912’de meclisin feshedilmesinden sonra kurulan Said Paşa kabinesine Şûrâ-yı Devlet reisi olarak girdi. Trablusgarp Savaşı esnasında İtalyan hükümetiyle barış müzakerelerinde bulunmak üzere Lozan’a gönderildi (3 Temmuz 1912). 17 Temmuz’da Said Paşa hükümetinin görevden çekilmesiyle yeni hükümeti kuran Gazi Ahmed Muhtar Paşa görevini yenilemeyince görüşmeleri yarıda keserek yurda dönmek zorunda kaldı. Aynı yıl İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin genel sekreterliğine seçildi. Bâbıâli Baskını’nın ardından kurulan Mahmud Şevket Paşa kabinesine Şûrâ-yı Devlet reisi olarak girdi (25 Ocak 1913), üç gün sonra da Hariciye nâzırlığına tayin edildi. Mahmud Şevket Paşa 11 Haziran 1913’te öldürülünce Said Halim Paşa’ya vezirlik rütbesi verilerek sadâret kaymakamlığına, ertesi gün de sadrazamlık makamına getirildi, Hariciye nâzırlığını da üzerine alıp hükümeti kurdu (17 Haziran 1913).
Said Halim Paşa, sadrazamlığı döneminde özellikle Edirne’nin geri alınmasında ve Adalar meselesinde büyük hassasiyet gösterdi. Edirne’nin geri alınmasıyla ilgili çalışmalarından dolayı padişah tarafından kendisine Murassa‘ İmtiyaz nişanı verildi. 2 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile ittifak antlaşması onun yalısında yapıldı. Sadâreti dönemindeki en önemli olay, kendisinin onayı alınmadan Rusya’ya yapılan saldırı sonucu Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesidir. Bu gelişmenin ardından sadâreti göstermelik hale geldi. 15 Ekim 1915’te Hariciye nâzırlığından istifa edince yerine Halil Bey (Menteşe) getirildi. İttihat ve Terakkî’nin 1913 ve 1916’da yapılan kongrelerinde teşkilâtın genel başkanlığına seçildi. Ancak teşkilâtın başkan vekili ve kendi kabinesinin Dahiliye nâzırı olan Talat Bey’le aralarının gittikçe açılması neticesinde daha önce de çekilmek istediği, ancak padişahın ricasıyla devam etmek zorunda kaldığı sadâret makamından rahatsızlığını ileri sürerek ayrıldı (3 Şubat 1917).
Mondros Mütarekesi’nden sonra savaş ve “Ermeni kırımı” sorumlusu iddiasıyla Dîvân-ı Âlî’ye verildi. 10 Mart 1919’da tevkif edildi ve Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yargılandı. 28 Mayıs 1919’da İngilizler tarafından önce Mondros’a, ardından Malta’ya sürüldü. Malta’da Polverista esir kampında tutuldu. 144 arkadaşıyla birlikte savaş sorumlusu ve “Ermeni kırımı”yla ilgili olarak müttefik mahkemelerinde yargılanmak istendiyse de suç işlediğine dair bir delil bulanamadığından 29 Nisan 1921’de Malta’da serbest bırakıldı. İstanbul’a dönme isteği sakıncalı görülüp reddedildi. İngiliz işgali altındaki Mısır’a da gidemediğinden Roma’da bir konak kiralayıp oraya yerleşti. 5 Aralık 1921’de konağın önünde Ermeni Arşavir Şıracıyan tarafından öldürüldü. Naaşı İstanbul’a getirildi ve 29 Ocak 1922’de II. Mahmud Türbesi bahçesinde babasının yanına gömüldü.
Çok okuyan, geniş kültür sahibi bir devlet adamı olan Said Halim Paşa kibar, alçak gönüllü, iyi ahlâklı, nazik ve dürüst bir kişi olarak tanınmıştır. İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin kuklası olmamış, cemiyet içindeki aşırılıkları frenleyen ve özellikle Enver Paşa ile Cemal Paşa’yı denge halinde tutan bir siyaset gütmüştür. Cemiyetin önde gelenlerinin saygısızlıklarına karşı Sultan Reşad’ın yanında yer almıştır. Siyasî şahsiyetiyle birlikte mütefekkir kişiliği de büyük önem taşıyan ve İslâmcılık akımının en önemli fikir önderlerinden biri olan Said Halim Paşa, Batı medeniyetini ve sosyal hayatını yakından tanımasına rağmen kendi kültür ve medeniyetine bağlı aydın bir fikir adamı olarak kalmıştır.
Eserleri. Said Halim Paşa’nın genellikle Mehmed imzasıyla kaleme aldığı sekiz kitabı yanında hâtıraları, mektupları ve Dîvân-ı Âlî’nin sorularına yazılı olarak verdiği cevaplar bulunmaktadır. Kitapları hacimli olmamakla beraber derin muhtevaya sahiptir. 1. Taassub. 1910 yılında Sırât-ı Müstakîm’de yayımlanan “Taassub-ı İslâmî ve Ma‘nâ-i Hakîkiyyesi” başlıklı yazılarından oluşur; kitap halinde 1917’de basılmıştır. Müellifin Fransızca kaleme aldığı eseri Tâhir Hayreddin Paşa tercüme etmiştir. Eserde Batı ile Doğu arasındaki düşmanlığın sebepleri irdelenmekte, Batı’nın müslümanlara isnat ettiği din taassubunun aslında müslümanlara karşı yapılan zulümlerin bir sonucu olduğu belirtilmektedir. 2. Mukallitliklerimiz (1911, 1914). Kitapta Batı’nın siyasî ve içtimaî müesseselerini taklit etmekle uğradığımız felâketler üzerinde durulmakta, her değişikliğin mutlaka iyi sonuçlar getireceğini düşünmenin bir gaflet olduğuna, özellikle örf ve âdetlerin değişmesiyle gerileme ve çöküşün başlayacağına dikkat çekilmektedir. 3. Meşrutiyet (1911). Bu eserde de meşrutiyet idaresinin tesirleri ve neticeleri incelenmekte, tercüme yoluyla alınan bir anayasanın siyasî ve içtimaî hayatla bağdaşmayacağı ifade edilmektedir. 4. Buhrân-ı İçtimâîmiz. 1916’da iki defa basılan eser 1918’de Sebîlürreşâd’da “Prens Said Halim Paşa” imzasıyla tefrika edilmiştir. Vaktiyle güçlü olan Osmanlı toplumunun çöküşü üzerinde duran Said Halim Paşa’ya göre toplumun eski gücünü yeniden kazanabilmesi için ilimden önce ahlâk ve fazilete önem verilmesi gerekmektedir. 5. Buhrân-ı Fikrîmiz. 1917’de “Mehmed”, 1919’da “Prens Said Halim Paşa” imzasıyla basılmış, ayrıca 9 Ocak 1919’dan itibaren Sebîlürreşâd’da tefrika edilmeye başlanmıştır. Eserde Türk aydınının Batı hayranlığının bir hastalık olduğuna, bu hastalıktan kurtulmadıkça bağımsızlığın tehlikede kalacağına işaret edilmektedir. 6. İnhitât-ı İslâm Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiyye. 1918’de kitap halinde yayımlanan eser, 12 Eylül 1918’den itibaren Sebîlürreşâd’da “Akvâm-ı İslâmiyye’nin Esbâb-ı İnhitâtı” adıyla tefrika edilmeye başlanmıştır. Müslümanların geri kalmasının, özellikle XIX ve XX. yüzyıllarda felâkete düşmesinin sebeplerinin araştırıldığı eserde, Osmanlı aydınlarının İslâm toplumunda görülen aristokratik ve demokratik karakterleri geliştirmeye, millî kurumları, idare edenlerle edilenler arasındaki hak ve vazifelerin daha iyi anlaşılıp uygulanmasını sağlayacak şekilde ıslah etmeye çalışmaları gerektiği belirtilmektedir. 7. İslâmlaşmak. Said Paşa’nın önemli eserlerinden olup Mehmed Âkif (Ersoy) tarafından Fransızca’dan tercüme edilerek 15 Kasım 1918’den itibaren Sebîlürreşâd’da tefrika edilmiş, aynı yıl içinde kitap olarak da yayımlanmıştır. Eserde Müslümanlığın inanç, ahlâk, cemiyet ve siyaset unsurlarını içine alan bir bütün olduğu tezi ortaya konmaktadır. Said Halim Paşa’nın bu yedi risâlesi 1919’da 183 sayfadan oluşan bir kitapta toplanarak Buhranlarımız adıyla basılmıştır. M. Ertuğrul Düzdağ tarafından sadeleştirilen eser 1973’te aynı isimle, 1991’de Said Halim Paşa-Buhranlarımız ve Son Eserleri adıyla, ayrıca N. Ahmet Özalp tarafından 1983’te Toplumsal Çözülme ismiyle yayımlanmıştır. Buhranlarımız içinde yer alan eserlerden bir kısmı “İslâmlaşmak”, “Meşrutiyet”, “Fikir Buhranımız”, “İslâm Âleminin Gerileme Sebepleri Üzerine Bir Deneme” başlıklarıyla İsmail Kara tarafından sadeleştirilerek Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi adlı eser içinde neşredilmiştir (İstanbul 1986). 8. İslâm’da Teşkîlât-ı Siyâsiyye. Said Halim Paşa’nın Malta’da sürgünde iken yazdığı eser 1921’de Roma’da Les instituons politiques dans la société musulmane adıyla, ayrıca Paris’te çıkan Orient et occident dergisinde yayımlanmıştır. Sonraki yıllarda İngilizce ve Urduca olarak da neşredilen eser, Mehmed Âkif tarafından Fransızca’dan tercüme edilip Sebîlürreşâd’ın Ankara’da çıkan sayılarında 1922 yılının Şubat-Mayıs aylarında “İslâm’da Teşkîlât-ı Siyâsiyye” ismiyle tefrika edilmiştir. Said Halim Paşa bu eserinde İslâmî müesseselerin Batı kurumlarıyla aynı nitelikte olmadığını, İslâm’ın ayrı bir dünya görüşünün bulunduğunu belirtmekte; devlet başkanının millet tarafından seçilmesini, Meclis-i Meb‘ûsan’ın milletin seçkin kişilerinden oluşmasını ve bu meclisin hükümetin çalışmalarını denetlemesini istemektedir. Eser sadeleştirilerek N. Ahmet Özalp tarafından İslâm ve Batı Toplumlarında Siyasal Kurumlar adıyla (İstanbul 1987), M. Ertuğrul Düzdağ tarafından Said Halim Paşa-Buhranlarımız ve Son Eserleri ismiyle (İstanbul 1998) ve İsmail Kara tarafından Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi içinde (İstanbul 1986) yayımlanmıştır. 9. Mektuplar. Said Halim Paşa, Malta’da sürgünde iken Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Thomas Woodrom Wilson, İngiltere Başbakanı Loyd George ve Fransa Başkanı Clemencea’ya otuz sekiz sayfalık birer mektup göndermişti (bk. bibl.). Mektuplarda Osmanlı Devleti’nin dünya üzerindeki misyonu hatırlatılmakta ve Osmanlı’yı dışlayarak dünya barışını sağlamanın mümkün olmadığı bildirilmektedir. 10. Dîvân-ı Âlî Suallerine Yazılı Olarak Verilen Cevaplar. I. Dünya Savaşı yenilgisi üzerine Osmanlı Mebusan Meclisi’nde kurulan Dîvân-ı Âlî’de sorgulanan Said Halim Paşa’nın 5 Kasım - 21 Aralık 1918 tarihleri arasında Dîvân-ı Âlî’nin sorularına verdiği cevaplar Vakit gazetesinde tefrika edilmiş ve Harp Kabineleri’nin İsticvâbı adıyla yayımlanan kitapta da yer almıştır (İstanbul 1933, s. 246-333). Said Halim Paşa hâtıralarını kaleme almaya başlamışsa da ölümü dolayısıyla tamamlayamamıştır. Hâtıraların bir kısmı Sebîlürreşâd dergisinin 29 Haziran 1922 tarihli sayısında “Türkiye’nin Harb-i Umûmîye İştirakindeki Sebepler” başlığıyla neşredilmiştir.
Düşünceleri. Said Halim Paşa, çöküş yıllarında öne çıkan İslâmcı düşünürlerin baş temsilcilerinden biri olarak tanınmış olmakla beraber döneminin şartları içinde kaleme alınan ve bu şekilde değerlendirilmesi gereken eserlerinin günümüzde etkili olduğundan söz etmek pek mümkün değildir. İslâm âleminin bugün içinde bulunduğu durum, kaynağını geçen asra nazaran bambaşka bir istikamette gelişen dünyanın oluşturduğu yeni meselelerden almaktadır; dolayısıyla Said Halim Paşa’nın eserlerinde dile getirdiği görüşler döneminin tarihsel tanıklığını yapmaktan öteye geçemez. Böyle bir değerlendirme, kendisinin entelektüel kapasitesinin takdirle karşılanmasına engel teşkil etmese de o dönemde tartışılan konular ve ileri sürülen fikirlerin büyük bir kısmının bugün artık geçerliliğini kaybetmiş olduğu açıktır. Said Halim Paşa fikirleri ve çözüm önerileri bakımından döneminin diğer düşünürleriyle aynı dramı paylaşır: Batı karşısında İslâm âleminin geri kalmışlığı ve esarete sürüklenmiş hali; bundan kurtuluşun mümkün olabileceğinden derin bir şüphe duyularak ümitsizlik raddelerine gelen çıkış arayışları.
Said Halim Paşa, İslâm’da cemiyet ahlâkı ve hayatı, hürriyet, eşitlik, yardımlaşma ve sosyal sınıflar, demokrasi, vatan kavramı, İslâm hukuku, anayasa, devlet idaresi, gelişme ve geri kalmışlık, eski ve yeni aydın, müslüman aydını, Batılılaşma taraftarı aydın gibi konulardaki görüşlerini, XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren büyük ölçüde hıristiyan Batı’nın sömürgesi haline gelen İslâm dünyasının bu durum karşısındaki ezikliğinin giderilmesi amacını taşıyan bir idealleştirme gayreti içinde anlatır. Mâzinin yüce ve üstün halinde hâlihazırın perişanlığına teselli aranması, o dönemdeki birçok düşünürün takip ettiği bir yol olmuştur. Fakat Batılılaşma’nın hedef olarak gösterilmesi de hemen hepsinin iştirak ettiği ortak bir kanaattir. Paşa da, “Milletçe ilerlemek ve yükselmek için mutlaka Batılılaşmamız gerekir, kurtulmak için her bakımdan Batı milletlerini taklide mahkûmuz” demekle beraber edinilen tecrübelerden hareketle Batı medeniyetinden gerçek anlamda istifade edilmesinin onu aynen uygulamaya sokulmasıyla mümkün olmadığını ileri sürer; dolayısıyla Avrupa medeniyetinin “millîleştirilerek” kendimize uygun hale getirilmesi gerektiği kanaatindedir (Said Halim Paşa-Buhranlarımız, s. 76-77).
Kadın-erkek ilişkileri dönemin tartışma konularından olarak paşanın da önemsediği meselelerden biridir ve bu iki cins arasındaki eşitliğe, kadın hakları, kadın hürriyeti ve feminizim gibi akımlara karşıdır. Paşaya göre hiçbir medeniyet kadın hürriyetiyle başlamamış, aksine medeniyetlerin çöküşü kadınların hürriyetlerini tam olarak ele geçirmeleri sonunda olmuştur (Said Halim Paşa-Bütün Eserleri, s. 100). Bu akımlar takdir ve teşvik edilmesi gereken ulvî bir iş olduğu zannıyla revaç bulmaktadır. Said Halim Paşa bunun yanlışlığını vurgular. Toplumun geri kalmışlığının başka sebepleri olduğuna değinir ve asıl etkenin eğitimdeki zafiyetten kaynaklandığını tesbit eder. Ruh ve ahlâkça yüksek fertler, İslâmî değerlerle yetiştirilerek oluşturulur. Toplumu meydana getiren fertlerin İslâmî esaslar dahilinde yaşamalarını ve şeriatı uygulamalarını bekler. Paşa etnik kimliğe özellikle karşıdır. Dinî temellere dayanan bu görüşünün dağılmakta olan bir imparatorlukta daha yakın bir şekilde gözlemlenerek güçlendiğini ileri sürmek mümkündür. Kendi ifadesiyle İslâm ırkî özelliklere uymak değil onları kendine uydurmak durumundadır. Mahallî ve millî âdetlerin İslâm’ın içine girmesi sonucunda İslâmî cemiyet nizamlarının da etnik ahlâka göre şekil değiştirdiğini, bu durumda İslâm’ın tarafsız ve milletlerarası olma özelliğini kaybettiğini ileri sürer.
Dönemin Türkçü düşünürü Ziya Gökalp, İslâm birliğine millî devlet aşamasından sonra yönelmek gerektiği düşüncesindeyken, Said Halim Paşa, İslâm birliği idealini ön plana alır ve İslâm birliği olmadan millî birliğin kurulamayacağını savunur. İslâm beynelmillelciliğini zamanındaki sosyalizmin kurmak istediği beynelmilelciliğe benzetir. Millî kimliğini öne çıkaran bir ferdin İslâmî dayanışmaya önem verdiği oranda iyi bir insan olacağı görüşündedir. İslâm âleminin büyük bir aile gibi olduğunu ileri sürer ve İslâm’ın katı ve bencil milletçiliğe karşı olduğuna inanır.
Hâkimiyet anlayışını şeriata dayanmış olarak görmek isteyen ve millî iradeye dayanan bir hâkimiyet ilkesine karşı çıkan Said Halim Paşa’nın siyasî görüşleri de dolayısıyla İslâmî bir boyut taşır. Meşrutî bir idareyi kaçınılmaz görmekle beraber 1876 anayasasına hazırlanış sebepleri, amacı, hükümleri vb. hususlar itibariyle karşı olan ve bunu “usûl ve âdât-ı kavmiyye ve efkâr-ı ictimâiyye ve siyâsiyyemize muvâfık” bulmayan paşa (Bülbül, s. 171), İslâm’ın cemiyet hayatında olduğu gibi siyasette de çeşitli parti ve sınıflar arasındaki rekabet ve muhalefete izin vermediğini söylemektedir. Bu inanış, gerçek durumların ifadesi olmaktan ziyade siyaset ve sınıf çatışmaları içindeki Batı karşısında idealize edilmiş bir dünya görüşünün takdimi gibidir. Batı karşısındaki geri kalışta dinin payının ne olduğunun uzun zamandır yoğun bir tartışma konusu yapıldığı bir dönemde müslümanların geri kalmışlığının dinden değil kendilerinden kaynaklandığını ileri sürmesi doğru bir teşhis olmakla beraber döneminde Batı’nın azameti karşısında geniş çevrelere pek de inandırıcı gelmemekteydi. Said Halim Paşa, 150 senedir devam etmekte olan gerilemenin sebebini şeriat hükümlerine aykırı davranılmaya bağlayan 1839 Tanzimat Fermanı’ndaki gerekçeyi tekrarlarcasına İslâmî vazifelerin eski zamanlarda olduğu gibi gerektiği şekilde yerine getirilmemesini bunun sebebi olarak öne çıkarır. Ancak yine de maddî şartların bozulmuş olmasının Batı karşısındaki mahkûmiyetin ve sömürge haline gelişlerin esas sebebini teşkil ettiğinin idraki içindedir. Batı Doğu’nun zenginliklerinden istifade etmesini bilmekte, müslümanlar ise bilimlere yüz çevirdiklerinden cahillik sebebiyle bugünkü durumlara düşmüş bulunmaktadır. Sonuç olarak paşaya göre gerileme ahlâkî ve içtimaî değil yalnızca iktisadî yani maddîdir ve telâfisi mümkündür (Said Halim Paşa-Buhranlarımız, s. 249). Çaresi de nerede olursa olsun aranıp bulunması emredilen ilimdir (a.g.e., s. 255).
Batı ile İslâm arasındaki derin zıddiyet ve Batı’nın bunu taassup içinde ve bir düşmanlık halinde sürdürmesi geri kalmışlığı körüklemiştir. Batı’da müsbet ilimler gelişmenin anahtarı olmuş, Doğu ise son yüzyıllarda saplanıp kaldığı metafizik ve felsefe dünyasından çıkma becerisini gösterememiştir. Batı’da eğitim gören müslümanların da bu sonuçta şeriatın payı olduğu ve dinin ilerleme ve gelişmeye engel teşkil ettiği yanılgısı içine düşmüş olmaları meseleye ayrı bir vahamet katmaktadır. Bu durum, üç dört yabancı dil bilgisiyle bütün eğitimini Avrupa’da yapmış ve uzun yıllar oralarda kalmış olmasına rağmen kendisini bu gibi etkilerden müstesna kılan paşaya şaşırtıcı gelmektedir. Onun samimi görüşü İslâmî kurumların değişim kabul etmemesi, gelişme kabiliyetinden yoksun olmasından değil mükemmel bir halde bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Said Halim Paşa’nın imparatorluğun yıkılış aşamasında yetişmiş aydınların önde gelenlerinden biri olduğuna ve geride bıraktığı eserlerin devlet adamı kimliğini gölgelediğine şüphe yoktur. İmparatorluğun son döneminde yer aldığı yüksek siyaset sahnesindeki konumu sebebiyle, savaşa giriş ve tehcir gibi hayatî konulardaki sorumluluğu itibariyle sorgulanıp, doğru bir yol takip edip etmediği sorusu ortaya atılmakla beraber, “Bir milletin gerilemesi, ekseriya uzun bir hadiseler zincirinin ve insanlığın genel gelişmesinin bu cemiyetin içinde ve dışında meydana getirdiği birçok sebep ve âmillerin neticesinde ortaya çıkar” yargısına varması (a.g.e., s. 139), kendisine ele aldığı konuları genelde bu anlamda işleme imkânı vermemiş olsa da metot olarak doğru yolda bulunduğunun göstergesi sayılmalıdır.