MEHMET AKİF ERSOY’UN İNSAN İRADE VE HÜRRİYETİNE BAKIŞI
Abdulvahit İmamoğlu 01 Ocak 1970
Günümüzde insanı tanımada onun iç dünyasının ve dışa yansıyan bu iç dünyanın asli özellikleri olarak
iradesini irdelemenin doğru olacağını düşünüyoruz. Zira N.Topçu’ ya göre; “irade içimizden dışa çevrilen itici
kuvvetlerle frenleyici kuvvetler arasında şuurlu bir denkleşme” olarak tanımlanmaktadır. Bu manada duygular
itici kuvveti harekete geçirir, emirler ve baskılar frenleyici kuvveti idare ederler. Böylece bu iki zıt kuvvetin
ortasında hareketlerimiz şekillenir. Hürriyet ise insanın kendi iradesini istediği gibi kullanabilme melekesidir.
Ancak burada hürriyeti iç ve dış etkilerden tamamen soyutlayarak ifade etmek çok zor görünmektedir. Zaten
Spinoza da “Dış olaylar bizde tam fikirler haline geldiği nisbette hür oluruz ve mademki Allah fikri fikirlerin
Fikridir, bizi sadece o hür kılabilir.” (Topçu, İsyan Ahlakı s. 47) demektedir. Bunlara bağlı olarak şunu diyebiliriz
ki; insanın sorumlu olmasında sorumluluk iradenindir. Zira insan iradesinin gücü, sorumluluğuyla doğru
orantılıdır. Dolayısıyla, sorumluluk hür iradenin de belirleyicisi olmaktadır.
Bu bağlamda Mehmet Akif’in de insan iradesine çok değer verdiğini görüyoruz. O, her şeyden önce insana
değer veren bir şairdir. Bu değer onun hem iradesini kullanabilmesi hem de ilahi olanı tanıma ve ona yönelmesi
noktasında kendini göstermektedir. Ne yazık ki çoğunlukla insanoğlu kendi değerinin farkında değildir.
İnsanın kendinin farkında olması, aklını kullanabilme ve sorumluluk alabilmesiyle doğru orantılıdır. Nasıl olsa
yaşıyoruz, bizim rızkımızı veren bir güç var diyerek sorumluluktan uzak duran insanların aynı zamanda kaderci
olduklarını ve kadere boyun eğdiklerini ifade etmektedir. Dolayısıyla günümüzde de çok tartışılan kader
konusunda insanı ön plana çıkarmış görünmektedir. Esasen, M. Akif kadere, imanın farzlarından biri olarak
inanmakta ve
“Kader feraizi imana dahil…Amennâ…
Fakat yok onda senin sapmış olduğun mânâ”
diyerek kaderin bazı kişiler tarafından yanlış anlaşıldığını ifade etmekte ve özellikle yanlışlığın tevekkül
anlayışında ortaya çıktığını belirtmektedir. Nitekim O;
“Kader; şeraiti mevcut olup ta meydanda,
Zuhura, gelmesidir mümkinatın a’yanda”
diyerek kaderin ne olduğunu öğretmekte ve kaderle tevekkülü birbirinden ayırmaktadır. O’na göre kader,
şartları mevcut ve meydana gelmesi mümkün olan bir durumun Allah tarafından meydana getirilmesidir. Fakat
bunun niçin ve nasıl meydana geldiği konusunda bilgimizin olamayacağını, bunu ancak Allah’ın bileceğini
söylemektedir.
,Akif’in kader anlayışı, bazen halk dilinde geçen alınyazısının bir karşılığı olarak karşımıza çıkmaktadır.
‘Küfe’ adlı şiirde:
“O, yük değil, kaderin bir cezası ma’suma…
Yazık, günahı nedir, bilmeyen şu mahkûma!”
diyerek, yük taşıyarak hayatını kazanmaya, ailesine bakmaya mahkûm olan bir çocuğun, babasının ölümünden
sonra, ondan kalan ‘küfe’yle geçinmek için yük taşımak mecburiyetinde kalışını şair kadere yüklemektedir.
M. Akif’e göre insan kendi irade ve hürriyetini ortaya koymalı ve buna göre hareket etmelidir. Zira insanlar
Allah’tan ne isterlerse veya kendileri neyi yapmayı arzu ederlerse, Allah da onların isteğini yaratır. Yoksa
Allah’ın iradesi insanların istekleri dışında, onlara zulüm için gerçekleşmez. Bir diğer ifadeyle; kötülüğe yönelmiş,
kumar, içki ve benzeri olumsuzluklar içinde olan kişilerin sonu da olumsuz olabilecektir. Böyle bir yaşantıyı
kendi irade ve hürriyeti dışında başka bir güce atfedip, bunu kaderle özdeşleştirmek yanlış olmaktadır.
M. Akif her şeyi kadere yüklemeye karşı çıkmakta ve şöyle demektedir:
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru,
Belânı istedin Allah da verdi… Doğrusu bu”
Burada, her eksikliği ve kötüye giden durumların sorumluluğunu kadere yükleyip, kendini kurtarmaya
çalışan insanlara M. Akif; ‘kadermiş’ öyle mi? diye sormakta ve bunun doğru olmadığını, aksine kötüye gidişin
sorumlusunun bizzat insanın kendisi olduğunu söylemektedir. Olumlu ya da olumsuz hallerin bizzat insanlar
tarafından hazırlanmış olduğunu ya da bu yönde bir isteğin ortaya çıktığını ifade etmekte ve bundan sonra
Allah’ın bu fiilleri yaratışı ile kişinin kendi hayatı belirlenmiş olmaktadır. Böylece, Akif’in insan iradesine
verdiği önem kendini göstermekte ve Müslümanların kader anlayışının yanlışlığı vurgulanmaktadır. Çünkü
insan iyi ve kötüyü seçme hürriyetine sahiptir ve bu doğrultuda herhangi bir konudaki isteği Allah tarafından
yaratılmaktadır.
Esasen, Akif, her şeyi Allah’tan bekleyenlere tepki gösterir. Tevekkül ve kaderi anlamadan onlara sığınanları,
kendi iradesi ve gücünü yeterince harekete geçirmeyenleri kınayan şair, bunu;
“Görür de halini insan fakat bu derbederin;
Nasıl günahına girmez tevekkülün, kaderin?”
beytiyle tasvir etmektedir. Burada O, hayatın mana ve değerini kavrayıp, onun kendisinden beklediği istikamette
yürümek ve kendine düşen vazifeleri yapmak yerine, kendini bırakıveren, irade ve şuurunu dağıtan,
aklını kullanmayan ve böylece perişan hallere düşen kimselerin, tevekkül ve kaderi yanlış anladıklarını ortaya
koymaktadır. Gerçekte Allah, kulunun “derbeder” bir hale düşmesini istemez. Böyle olunca kişinin kaderine
Allah’ı ortak göstermenin bir manası yoktur. Nitekim kader konusunda bir gün Mehmet Akif ile Nevzad Ayas
karşılıklı konuşurken; Nevzad Ayas, Einstein’in “Felsefi manası ile hürriyete inanıyorum” ve Schopenhauer’in
“şüphesiz bir insan istediğini yapar, fakat her istediğini de isteyemez” sözlerini bu konuya örnek verince M.
Akif bu sözlere karşılık Kur’an’dan, “ancak Allah’ın istediğini isteyebilirsiniz” (İnsan Suresi, 30. ayetin bir
kısmı) mealindeki ayeti okumuştur. Nevzad Ayas bundan sonrasını şöyle değerlendirmektedir; “…Akif’in yazılarında
İslami rasyonalizm çeşnisi bulunmakla beraber, kader inancına da bağlı kaldığını gösteriyor. Onun iki
Avrupalı mütefekkirin sözü karşısında hemen o ayeti hatırlayıvermesi, konuyu ne kadar derinden kavradığını,
Kuran’a ne kadar samimiyetle bağlı olduğunu da anlatır” demektedir.
Aslında kaderin oldukça karışık ve insanın içinden çıkamayacağı bir yönünün olduğunu Akif’de kabul
etmektedir. Zira kaderde insan irade ve hürriyetini aşan ve sadece Allah’ın bileceği hususların olduğunu ifade
ederken;
“Kader nedir sana düşmez o sırrı istiknâh,
Senin vazifen itaat, ne emrederse ilâh”
diyerek, kader konusunda insanın kesin bir sonuca ulaşmak üzere derinliğine nüfuz edecek şekilde araştırma
yapamayacağını, netice itibariyle insanın, sonunda sadece Allahın takdirine boyun eğeceğini söylemekte
ve bu konunun fazla irdelenmemesini istemektedir. Çünkü bunun kavranması ve aslına nüfuz edilmesi insan
aklına sığmamakta bu bakımdan Allah’ın elçisi bile bu konuda ileri gidilmemesini talep etmektedir. Nitekim
Mehmet Akif bu durumu;
17
“Neden ya, Hazret-i Hakk’ın Resul-i Muhteremi,
Bu bahsi men ediyor mümine, boş yere mi?”
beytiyle ifade etmektedir. Şu halde Allah, Hz. Peygamber aracılığıyla müminleri bu konuyu tartışmaktan
men ettiğini belirtmektedir. Zira bu konunun tartışılması insanı hatalara sürükleyebilir. Yine bir başka yerde
kaderi Allah’ın sonsuz kudretini belirtmek için kullanmakta ve şöyle demektedir:
“Ey namütenahi sana nispet ile mahdud
Mahsür-i muhit-i kaderindir ne ki mevcûd”
Ey sonsuz olan varlık (Allah) , sana nispetle sınırlanmış olan şu çevrede ne mevcüd ise hepsi senin kudretinin
eseridir diyerek var oluşun ve mevcudiyetin Allah’ın kudretiyle şekillendiğini göstermiş olmaktadır.
Nitekim İslami inanışın bu konudaki tezahürü de hayır ve şerrin yaratıcısının Allah olduğunu bilmek ve hayır
ve şerri uygulamada insanın kendi sorumluluğunun da olduğunu kabul etmek şeklindedir (Akseki, İslam,
s.429-430).
M. Akif insanı değerli bir varlık olarak kabul ederken bu değerin akıl ve imana bağlı olarak şekillendiğini
ve bu manada daha değerli ya da değersiz olabileceğini ifade eder. Akif, Safahatta İnsan şiirini bu konu etrafında
bezer ve şöyle der:
“Esirindir tabiat, dest-i teshirindedir eşya,
Senin ahkâmının münkadıdır, mahkûmudur dünya”
Dünya derken tabiatın, insanın esiri olduğunu, her şeyin ona bağlı olarak hareket ettiğini, onun hükmüne
boyun eğdiğini ve dünyanın böylece insana mahkûm olduğunu ifade etmekte dolayısıyla aklını kullanan ve
kendi değerini bilen insanın güçlü bir varlık olduğunu da idrak etmesi gerektiğini belirtmiş olmaktadır. İnsan
şiirini Akif, bu ve benzeri değerlendirmelerle, insanın değerine atıflarda bulunarak işlemiş ve şiirin sonunda
“Senin bir nüsha-i kübra-yı hilkat olduğun elbet
Tecelli etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet”
diyerek, insanın; yaratılışın çok büyük bir örneği olduğunu ortaya koyduktan sonra, bu büyüklüğün insan
tarafından da akdedilmesi, farkına varılması ve ona göre hareket edilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır.
Ancak, Mehmet Akif insanın aklını kullanması gerektiğini önerirken, aklın yol göstericiliği ile ortaya koyduğu
fikir ve davranışların sekteye uğraması ya da birileri tarafından kasıtlı olarak engellenmesine de karşı çıkmaktadır.
Zira etkin olan insanın kendi iradesiyle ortaya koyduğu fiil ve davranışlardır. “İstibdad” adlı şiirinde Akif
bu konuya değinmekte, halka zulmeden, idarecilerden ve görevlilerden söz ederken;
“Bakın şu hayduda, durmuş yıkın diyor evimi!
Torunlarım ya herif, aç kalıp dilensin mi?
Mahallemizde de çıt yok, ne oldu komşulara?
Susup da kurtulacak sanki hepsi aklı sıra.”
dizeleriyle bir kadının evinin kendi isteği dışında zorla yıkılışını ve çevresindeki insanların buna kayıtsız
kaldığını ifade ederken, aynı zamanda bir zorbalığa ve insan irade ve fiiline ters düşen bir davranışa işaret etmiş
olmaktadır.
Bu şiirin sonunda Akif insanların zorbalığa ve istibdada karşı dayanışma içinde olmalarını ve böylece hür
olabileceklerini ve kendi iradelerini kullanabileceklerini ifade ederken hürriyetin genel manada ilan edilmesini
ve o zamanki istibdattan insanların kurtulmalarının yeterli olmayacağını söylemekte ve şöyle demektedir:
“Sade hürriyeti ilan ile bir şey çıkmaz
Fikri hürriyeti azm ettiriniz halka biraz.” (Safahat I, s.106)
Akif, insanın hürriyetin anlamını kavrayabilmesi için bilgili olmasını serbest hareket etmenin kıymetini
bilmesini ve ona göre hareket edebilmesini anlamaktadır. Bundan dolayı hürriyetin nimetlerinden istifade
edebilecek olanın da ancak kendi düşüncelerinde hür ve serbest olmanın anlamını kavrayabilmesi ve onun
kıymetinin farkında olması gerekir.
Akif “Tevhid yahud Feryad” adlı şiirinde, cüz’i irade ve külli irade ile ilgili görüşlerini ifade etmeye
çalışmış, özellikle her şeyin Allah’ın kudretiyle ortaya çıktığını ve oluşumun ancak Allah’ın iradesiyle gerçekleştiğini
ifade ederken, bazı konuları dile getirmekte, bu konularla ilgili sorular sormakta ve şu mısraları peş
peşe sıralamaktadır:
“Canileri, katilleri meydana süren sen;
Canideki, katildeki cür’et yine senden!
Sensin veren ilham ile takvayı, fücuru!
Zalimde teaddiye olan meyl nedendir?
Mazlum niçin olmada ondan müteneffir?
Akil nereden gördü bu ciddi harekâtı?
Cahil neden öğrenmedi adab-ı hayatı?”
İşte bu ifadeler ve sorularda cani ve katillerin yaratıcısının Allah olduğunu, zulmetin, nurun, takva ehli
olmanın ya da günahkar olmanın Allah’ın iradesinde olduğunu belirttikten sonra; zalimi kötülüğe meyledenin,
mazlumu zalimden nefret ettirenin ne olduğunu, akıllının aklı doğrultusunda hareket edebilme özelliğini,
cahilin de neden öğrenemediğini ve cahil kaldığını sorgulamaktadır. Bütün bunlara cevap olarak da Allah’ın
külli iradesinin etkisini işaret etmekte, biraz tereddütle “Cebri değilim… Olsam İlahi ne suçum var?” diyerek
bir bakıma, bu konuda insanların aklının karıştığını ve meselenin içinden kolay kolay çıkamayacaklarını ifade
etmiş olmaktadır. Buna bağlı olarak Al-i İmran suresi 26. ayetin mealini vererek1 şöyle demektedir:
İlahi, emrinin avare bir mahkûmudur âlem;
Meşiyyet sende, her şey sende… Hiçbir şey değil adem!
Fakat, hala vücut isbat eder, kendince, hey sersem!
İfadeleriyle de yine insan iradesinin Allahın iradesi karşısındaki aczini göstermekte alemin Allah iradesine
bağlı olarak oluştuğunu, iradenin tamamen ilahi olduğunu ve insan oğlunun bu külli irade karşısında hiçbir
şey ifade etmediğini belirtir. Hatta kendini bu güç karşısında bir şey zannedenleri “sersemlikle” itham etmekte
dolayısıyla cebriliği andıran bir görünüm ortaya koymaktadır. Ancak aynı şiirin sonunda;
Sus ey divane! Durmaz kâinatın seyr-i mu’tadı
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryadı?
Bugün, sen kendi kendinden ümit et ancak imdadı;
Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bidadı.
Cihan kanun-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkadı!
Ne yaptın? “Leyse li’l-insani illâ ma-se’a’2 vardı!..
diyerek kader inancı ile ilgili olarak orta yolu tutmaya çalışıyor. Kâinatın Allahın dileği doğrultusunda hareketini
devam ettirdiğini insanın aczinin ve feryadının yine kendi sayesinde dineceğini söyleyerek insan için
bu dünyada kendi aklıyla hareket etmesi ve ancak çalışmasıyla hayatını sürdürmesini öne çıkarmış oluyor. Her
şeyden önce Akif insana sorumluluk yüklüyor ve bu sorumluluğunun kendi irade ve hürriyeti doğrultusunda
insanı belli bir noktaya götürebileceğini ifade etmiş oluyor.
Akif bir başka şiirinde Zümer suresi 9. ayetin3 bir kısmını şiirin başına alarak;
“Olmaz ya… Tabii biri insan biri hayvan!
Öyleyse, “cehalet” denen yüz karasından
Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet.”
Diyerek aklını kullananla kullanamayanın farklı olacağını birinin insan diğerinin aklını kullanamadığı
oranda hayvanlara benzeyeceğini ifade etmiş olmaktadır. Dolayısıyla insanı insan yapan asli özellik kendi
iradesini kullanabilme ve bu doğrultuda iş yapabilme özelliğidir. Daha doğrusu insan nefsanî arzularını kontrol
edebildiği oranda davranışlarını daha etkin hale getirecek ve insani özelliği öne çıkmış olacaktır. Devamında
ise iradesini kullanmayan ya da kullanamayan, asırlarca sıkıntıya düşen, sürünen, diğer milletlerden geri kalan
Müslümanları uyarmakta ve şöyle demektedir:
“Yıllarca, asırlarca süren uykudan uyan artık
Silkinde muhitindeki zulmetleri yak, yık
Bir baksana gökler uyanık yer uyanıktır
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.”
1 “Ya Muhammed, de ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, sen mülkü dilediğine verirsin; sen mülkü dilediğinin elinden alırsın; sen
dilediğini aziz edersin; sen dilediğini zelil edersin; hayır yalnız senin elindedir; sen, hiç şüphe yok ki, her şeye kadirsin.”
2 “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”
3 “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
Burada Akif bir yandan çalışmayan, miskinlik eden Müslümanları uyarmaya çalışırken aynı zamanda
bütün kâinatta bir hareketlilik varken fertlerin çalışmamalarının kendi iradelerini kullanamayışlarından kaynaklandığını
dile getirmiş olmaktadır.
Akif’in düşünce ve duygu dünyasında yeis ve üzüntüye yer yoktur. Onun bütün hayatı Müslümanları ve
özellikle gençleri azimli kılmak ve geleceğe ümitle bakmak ve baktırmaktır. Bunun için Akif şöyle demektedir.
“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.
Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!”
……
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i iman
Nevmid olarak rahmet-i mev’ud-i Huda’dan
Hüsrana rıza verme… Çalış…. Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!
……
Yok yok! Hele azminde ki zincirleri bir kır!
İş bitti… Sebatın sonu yoktur deme; yılma. (Safahat/Hakkın Sesleri s. 176)
Akif yukarıdaki dizelerde ye’se düşenin, olaylara üzülerek hiçbir şey yapmak istemeyenin bu düşüncelerle
sıkıntıya gireceğini ve kendi kendini perişan edeceğini ifade ederken, ümitvar olanın ise bir gün bu
ümidinin karşılığını alacağını belirtmektedir. Şiirin devamında ise Allah’ın rahmetinden Allah’ın yardımından
ümit kesme, pişman olmanın imanı sıkıntıya sokacağını, insanı ve insanlığı hüsrana götüreceğini belirttikten
sonra, insanın azmi ve çalışması sayesinde bu sıkıntılardan kurtulabileceğini, dolayısıyla kendini kurtarmasa
bile kendinden sonrakileri kurtarma imkânının olacağını ifade etmiş olmaktadır. Aynı konuyla ilgili bir başka
şiirinde de :
“Ey, yolda kalan, yolcusu Yeldâ-yı hayatın!
Göklerde değil, yerde değil, sende necatın.”
diyerek bu uzun hayat yolculuğunda yolda kalan insanın kurtuluşunun göklerde ya da yerde değil doğrudan
doğruya insanın kendinde olduğunu belirtmektedir. Burada çok etkin bir şekilde insana değer verdiğini,
insanın güçlü bir varlık olduğunu ama bu gücü idrak etmesini, aklını kullanmasını ve bu yolda kararlı ve azimli
bir şekilde yürümesi sonucunda başarıya ulaşacağını göstermiş olmaktadır. Şiirin sonunda ise;
Allah’a dayan sa’ye sarıl, hikmete ram ol…
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. (Safahat / Asım, s. 390)
Diyerek insanoğlunun kendi iradesiyle kendini yönlendirmesi yanında, kendinden güçlü olan yüce bir
varlığa dayanması gerektiğini de ifade etmekte ancak çalışmak ve aklını iyi kullanmakla bütün problemleri
çözebileceği gerçeğini bir hap gibi gençliğe ve insanlığa sunmuş olmaktadır.
Akif hürriyetin insanın hayatı için asli unsurlardan biri olduğunu ifade eder ve şöyle der:
“Desen bin kere “insanım!” kanan kim? Hem niçin kansın?
Hayır, hürriyetin, hakkın masun oldukça insansın.”
Burada şair, insanın insanlığının olabilmesi için hak ve hürriyetinin korunuyor olmasını bir diğer ifadeyle
var olmasını asli unsurlardan görmektedir. Zira dışardan bakanlar ferdin kişilik özelliklerini değerlendirebilmeleri
için onun kendi aklıyla ve hür iradesiyle davrandığına hükmetmeleri gerekir. Ve şiirin devamında bu
hürriyetin bir bakıma sağlamasını yapmanın ancak çalışmaktan geçtiğini de “Bu hürriyet bu hak bizden bugün
ahengi sa’y ister.” ifadesiyle belirtmiş olmaktadır. (Safahat / Gölgeler s. 382)
Akif bir başka şiirinde adamlığı hür olmayla birlikte algılar ve toplumda hür insanların kabul görmesinin
bu hürriyetinin eseri olduğunu ve onu hiç kimsenin kendi boyunduruğu altına alamayacağını belirtirken:
“Adam mısın: ebediyen cihanda hürsün, gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.”
demekte ve bunun karşıtı olanlar ya da hürriyetini hiçe sayanlar için ise;
“Adam değil misin, oğlum: gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.” (Asım, s.335)
diyerek semere gönüllü olanların yani başkasının emriyle hareket eden, en süfli işlerde çalışmayı göze alabilen
insanların ancak hürriyetsiz yaşayabileceğini ve bu yaşantıdan dolayı insanların başkalarına kızmalarının,
başkalarını yadırgamalarının bir anlamı olamayacağını çünkü kendi iradelerini yeterince kullanmadıklarını ve
hürriyetin değerini bilemediklerini ifade etmiş olmaktadır.
Akif başarıya giden yolun insanın aklını kullanması ve çalışması sonucu açılacağını belirttikten sonra bu
çalışmayla birlikte Allah’a kul olacağını ona yöneleceğini ve başarıyı tescil etmesi adına Allah’ın yönlendirmesini
ve tevfikini isteyebileceğini ifade eder ve şöyle der:
“Ama kul neyle mükellefti ki tevfik ile mi?
Hiç değil sa’y ile; tevfik, o Hüda’nın keremi.
Sarıl esbaba da çık, işte tarik, işte refik;
Ne vazifen senin olmazmış, olurmuş Tevfik?
Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!
Bin çalış gayen için, bir kazan ömründe yeter. (Asım s.342)
Akif insana düşenin aklını ve iradesini kullanıp çalışmayı son noktasına vardırmak hem kendi için hem
çevresi için faydalı olmaya gayret etmektir. Gidilecek yol budur. Yardımcı olarak seçilen ise yaratıcıdır. Tevfik
sadece ondan beklenir. Ancak öncelikle insan kendine düşeni yerine getirecek sonra Allah’a tevekkül edecektir.
Tevfik zaten Allah’ın insana bir lütfudur.
Akif’in insan aklına verdiği değeri anlayabilmek için din ve akıl kavramları üzerine Sırat-ı Mustakimde
yazdığı bir “Hasbıhal”de: “Ma’kul olan şeylerin hepsi meşru, meşru olan işlerin hepsi ma’kuldur.” ifadesini
kullandığında, karşısındaki kişi din namına musamahakâr bir tutum sergilediğini kendisine söyleyince;
“Hayır efendim hazreti peygamber “Din akıldan ibarettir; aklı olmayanın dini de olamaz” buyuruyor.
Akla bu kadar yüksek paye veren Müslümanlığın ahkâmında ma’kul olmayan bir hüküm bulunabilir mi? Ne
hacet! Bütün tekâlif-i şer’iye zevi’l-ukule aid değil midir?”diyerek dini hükümlerin akla ters düşen bir noktalarının
bulunmadığını zira dinin insanlar için gönderildiğini ve onun aklına hitap ettiğini ifade etmiş olmaktadır.
(Sırat-ı mustakim, C. 4, Aded: 102, s. 403.)
Ancak Akif Müslümanların kendi dinlerini yeterince anlamadıklarını ya da anlamak istemediklerini bu
yönde bir gayret de sarf etmediklerini çok iyi tespit etmiş, Safahat’ının büyük bir kısmında Müslümanların bu
konuda düşünmelerini ve harekete geçmelerini istemiş devamlı olarak onları ikaz etmiştir. Bu konuyla ilgili
olarak;
Bir. Neyiz? Seyreyle artık; bir de fikr et, neymişiz?
Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz!
Nehy-i ma’ruf emr-i münkerdir gezen meydanda bak!
En metin ahlakımız, yahud, görüp aldırmamak!
diyerek insanların dinin emreylediği doğrultuda emir ve yasaklara uymadıklarını bu konuda iradelerini
kullanmadıklarını ve bazen da menfaati, dini gereklerin önünde tutuklarını ifade ederek ahlaki bir zafiyete
düştüklerini de ortaya koymuş olmaktadır. Özellikle maddenin esiri olmak ve aşırı lükse düşkün olmak gibi
günümüzün en etkili olumsuzluklarını tarihin derinliklerinden bu güne kadar insanoğlunun karakterinde görmek
mümkün olmuştur. Akif’in bu konuda kendi iradesine ve nefsine hâkim olmasının onu gerçek hürriyetine
kavuşturacağını ifade etmesi ve kendi düşünce ve davranışını yansıtan şu mısralarla ortaya koyması oldukça
önemlidir.
“Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle”
diyerek hayatı boyunca hürriyetini maddenin (paranın) önünde tuttuğunu ifade etmiş ve ona hiçbir zaman
için tutsak olmamıştır. En sıkıntılı zamanlarında bile imkân ölçüsünde cebindekini ve elindekini fakir kimsesiz
ve yoksullarla paylaşmış istiklal marşının yazılması için o günün parasıyla bir servet eğerindeki mükâfatı hiç
tereddütsüz reddedebilmiş bir ruhun sahibi olabilmiştir. Akif aynı özelliği inanan tüm insanlarda aramakta ve
hürriyeti ahlaki değerlerle bezeyerek yaşamasını ondan istemektedir.
Her şeyden önce Mehmet Akif bildiğini çok iyi bilen bilmediği üzerinde konuşmayan bir kişiliğe sahiptir.
Konuları değerlendirmekte ki hüneri konuya vakıf olmaktan geçmektedir. Konuya vakıf olmak zihnen o
konuyu derinlemesine kavrayıp kendine mal etmek ve onunla icraat etmek demektir. Aksi takdirde yapılan iş
taklitten öteye gidememektedir. İşte Akif taklide karşı tavrını ortaya koyarken insan iradesini öne çıkarmakta
21
ve bu özelliği şöyle dile getirmektedir: “Dini taklid, dünyası taklid, adatı taklid, kıyafeti taklid, selamı taklid,
kelâmı taklid, hülasa her şeyi taklid olan bir milletin efradı da insan taklidi demektir ki kabil değil hakiki bir
heyeti ictimaiye vücude getiremez, binaenaleyh yaşayamaz. (Sebilürreşad sayı 209, S.4)
Dolayısıyla Akif’e göre taklitten kurtulmak, gerçeği ve işin aslını öğrenmek ve uygulamakla mümkün
olmaktadır. İnsanların bazı konulara körü körüne karşı çıkmaları ya da sevdiği kişilerin fikirleri doğrultusunda
onlar kabul ediyor diye kabul etmeleri insan iradesine ters düşen bir tutum olmaktadır. Özellikle, birilerinin
geçmişte yaşananları bütünüyle olumlu ya da olumsuz görme veya göstermelerine, her yeniliğe de mutlaka iyidir
şeklinde bakmalarına; onları kırmamak için veya sabit fikirlilikle katılmak doğru değildir. Akif bu konuyu
dile getirirken de şöyle demektedir: “yeniyi iyiliğinden, hususiyle lüzumundan dolayı almak eskiyi de fenalığı
sabit olduğu için atmak kimsenin aklına daha doğrusu işine gelmiyor.”
Nihayet diyebiliriz ki, M. Akif insanoğlunun iradesini kullanamadığını ya da kullanmadığını buna bağlı
olarak hürriyetin gerektirdiği sorumluluğu da yerine getirmediği hükmüne varmaktadır. Özellikle külli irade
konusundaki anlayışları yanlış olan bazı kişilerin kendi cüz-i iradelerini hiçe sayarak her şeyi külli iradeden
yani Allah’tan beklediklerini, kendi yetersizliği, basiretsizliği, miskinliği ya da vurdumduymazlığı nedeniyle
başına gelen olumsuzlukları ve belaları “kader” olarak değerlendirdiklerini ve kendilerini mazlum gibi göstermeye
çalıştıklarını Mehmet Akif çok isabetli algılamakta ve buna cevaben şöyle demektedir:
Taleb nasılsa, tabii, netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?
“Çalış” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyleya, Mevla eciri hassın iken;
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmil edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Sonuç olarak diyebiliriz ki Akif, ferdi hürriyet ve sorumluluk fikirlerini benimsemiş ve yaptığı dünyevi
ve dini faaliyetlerden tamamen ferdin sorumlu olduğunu kabul etmiş görünmektedir. Ancak böyle bir görüşü
benimseme Allah’ın külli iradesini tamamen yok sayma anlamına gelmemektedir. Zira kaderi imanın şartlarından
biri olarak görmekte, fertlerin yaptığı ya da yapacağı faaliyetlerin Allah tarafından önceden bilindiğini
ve şartları oluşan fiillerin Allah tarafından yaratıldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla insan kendi iradesini
kullanabilme, bir şeyi isteyebilme ve istediğini uygulayabilme imkân ve hürriyetine sahip bir varlıktır. İradesi,
seçme ve yerine getirme hürriyeti sayesinde ise dini sorumluluk yüklenmiş olmaktadır.