KÜRESELLEŞMECİ ÇAĞIN ÖKSÜZ İDEOLOJİSİ: MİLLİYETÇİLİK
Doç. Dr. Recai COŞKUN 16 Ocak 2007
Çağımız her gün ortaya çıkan yeni kavramların ileri enformasyon ağlarıyla insanlara şırıngalandığı, eğriyle doğrunun, akla karanın, kurt iziyle it izinin iç içe girdiği ve sıradan insanın zihninin sürekli bulandırılıp düşünme melekelerinin elinden alınıp yönlendirildiği bir çağ. Enformasyonu imbikleyip rafine bilgiye dönüştüremeyen toplumlar, bu enformasyonun kaynağına hakim olan gücün elinde ipleri çekildiğinde istenilen hareketi yapan kuklalara dönüşüyorlar.Bu yazı, çağımızın enformasyon kaynaklarının önlerinde en büyük direnç kaynağı olarak gördükleri ideoloji olan milliyetçiliğin, algılanışına ilişkin anlayışı berraklaştırmaya yönelik iyi niyetli bir girişim olarak değerlendirilmelidir.
Küreselleşme (Emperyalizm ve Gücün İdeolojisi) Üzerine
Küreselleşmeyi iki boyutuyla düşünmek gerekir: Bir olgu ve bir de ideoloji. Olgu olarak küreselleşme bilginin, insanların, sermayenin çağdaş teknolojiler aracılığıyla ulusal sınırları çok kısa sürede ve daha önce görülmedik miktarda aşmasıdır. Bu bir olgudur ve bunu reddetmek anlamsızdır.
Küreselleşmenin ikinci boyutu ve asıl tartışılması gereken yanı ise ‘küreselleşmeci ideolojidir’. Bu ideolojinin sosyal (kültür, göçler vb.), siyasi (ulus devlet, bölgeselleşme vb.) ve ekonomik (Ulusötesi şirketler ve ulusal denetim sorunu vb.) imaları ve sonuçları vardır. Bu üç konuda da küreselleşmeci ideolojinin yapıcıları dünya genelinde kabul gören ‘evrensel değerler inşa ve ihraç etmek’ çabasındadırlar. Bu evrensel değerler elbette bir medeniyet üzerinde inşa edilmektedir. Günümüzün medeniyet ihraç edicisi (küreselleştirici) ABD’dir, ABD’nin resmi ideolojisi ise WASP, yani ‘Beyaz, AngloSakson, Protestan’ emperyalizmidir. Bu emperyalizmin yumuşatılmış, makyajlı adına ise küreselleşme denmektedir. Yani, var olduğundan beri zaten bir küre olan dünyayı günümüzde küreselleştiren ABD’dir.
Peki küreselleştirilenler kimlerdir? Küreselleştirilenler ise ellerinden sahip oldukları milli kaynaklar ve milli kimlik alınan, mankurtlaştırılan milletlerdir. Milli kimliği (dili, giyimi, tutumu, lezzeti, mimarisi, normları) elinden alınan insanların milli kaynakları korumak gibi bir kaygısı zaten olamaz. Bizi milli kimliğimizden soyutlayıp, küreselleşmecilerin dünyaya sundukları heveslerin peşinden koşmaya, gönüllü ve çağdaş kölelere dönüştürmeye yönlendiren kalemler, masumane ‘evrensel’ ve ‘hümanist’ söylemlerin arkasına sığınmakta ve ‘milliyetçiyim’ diyene ‘deli gömleği giydirmeye’ soyunmaktadırlar. Bunu yaparken arkasındaki gücün farkındadırlar ve o yüzden bunca pervasızdırlar. Bu çağda küreselleşme güçlünün, milliyetçilik ise haklı ama güçsüzün sığınağıdır. O yüzden milliyetçilik, küreselleşmeci çağın öksüz, hakir görülen ideolojisidir.
Bu noktada bir başka sorunun tartışılması gerekmektedir. Küreselleşmenin postmodernizm adına etnik temelli, yapılanmalara (etnisiteye) bunca hoşgörülü davranıp bunun çok daha üzerinde ve ilerisinde yani ‘ulus düzeyinde’ yapılanmaya, (milli devlete) ve bu devletin manevi ve maddi kaynaklarını sahiplenme duygusuna, yani milliyetçiliğe tahammülsüzlüğündeki çelişkiyi neyle açıklayacağız? Emperyalizm, yani ‘merkezin çevreyi sürekli kendine bağımlı kılma ve onun kaynaklarının kullanımını elinden alma uygulaması’, burada çok üretken ve açıklayıcıdır. Hem de ‘modern ve postmodern’ emperyalizm değil, bildiğimiz vahşi, silah zoruyla klasik emperyalizm. Ki Irak talanı bunun açıklayıcı bir örneğidir. Irak’ta kütüphaneleri yakan, müzeleri, hazineyi yağmalayan ‘Ortaçağ’ Moğol orduları değil, küreselleşmeci çağın uygarlık şampiyonu ABD ve İngiltere’dir. Söylenene göre bu iki devlet Irak halkını ‘özgürleştirmek’ için oradadır. Bu iki devletin Irak’ta bulunuş gerekçeleri ne denli inandırıcı ise, küreselleşmeci söylemin gerekçeleri de o denli inandırıcıdır.
Yurtseverlik milliyetçiliğe göre daha yalın bir kavramdır. En basit ifadesiyle insanın doğduğu ve büyüdüğü coğrafyaya düşkünlüğü olarak adlandırılabilir. Zira coğrafya insanın kişiliğine de yansır. Bu tanımlanan coğrafya üzerinde ortak özellikler (giyim, konuşma, tutum ve davranış) gelişir ve bu ortaklık üzerine bir birliktelik inşa edilir. Yurtseverlik budur. Ancak görülen o ki bu birliktelik bir güç merkezine dönüştüğünde bağlıları artmakta, gücünü kaybettiğinde ise çözülme eğilimine girmektedir. Günümüz, küreselleşmecilerin, yani güce aşık olanların günü. Günümüzde Osmanlıcı olup da Türkiyeci olmayanları belki bu şekilde yorumlamak mümkün; güce olan aşk. Bir zamanların Sovyetçilerinin artık Amerikancı oluşlarındaki garabet de sır değil. Artık güç odağı tekleşti.
Yurdu sevmek gerekli ama yeterli değildir. Bunun daha ötesi de var. Gönülden, karşılıksız ve mutlak bir taahhüt: Milliyetçilik. Yani yurdu geçmişiyle, değerleriyle, maddi ve manevi kimliğiyle ve güçlü ve zayıf gününde sevmek, korumak ve çağlar üzerinden sıçratarak müreffeh medeniyetlerin fevkine taşımak. Milliyetçiler bu bakımdan güce değil, değerlere bağlıdır. Ancak, gücün bu denli önem kazandığı ve ‘pragmatizmin’ ‘rasyonel insanın davranışlarının temel belirleyicisi’ olduğu bir çağda bir insanın ‘kendini bir ulusa karşılıksız ve gönülden bağlı hissetmesi’ gibi bir irrasyonalite kabul görmüyor. Aşağılanıyor. Bu yüzden milliyetçilik çağımızın öksüz, aşağılanan ideolojisidir.
Bu noktada bir başka saptama daha yararlı olacaktır. Ulusların milliyetçilik kavramına yükledikleri anlamlar çok farklıdır. Bu yüzden milliyetçiliğin içeriği hakkında bir genelleme bilimsel mantığa aykırıdır. Zira milliyetçiliği ‘ulusa ve ulusal değerlere bağlılık’ olarak tanımlayıp bu ‘ulusal değerlerin’ niteliğinden söz etmemek yanlıştır. Bu bakımdan dilin ve dinin temel belirleyici olduğu Türk milliyetçiliği ile ‘Irkın’ temel olduğu Alman milliyetçiliği aynı şey değildir. Daha da ilginci aynı ırktan olmalarına rağmen din farkı üzerinde milliyetçilik inşa edilebilmektedir. Pakistan ve Hindistan bunun örneğidir.
Biyolojik milliyetçilik, ırkçılık, Batı medeniyetinin insanlığa sunduğu bir zulüm ürünüdür. Türk milliyetçiliğinin beslendiği pınarlar arasında katı ve biyolojik bir ‘ırk anlayışı’ asla bulunmaz. Bu tespit Ziya Gökalp’in, yani Türk milliyetçiliğinin en büyük ideoloğunundur. Gökalp’e göre Türk milliyetçiliğinin beslendiği pınarlardan en gür olan ikisi dil ve dindir. Irk Türk milliyetçileri için asla bir belirleyicilik ölçüsü olmamıştır. Ancak Batı kökenli milliyetçilik anlayışı için aynı şeyi söylemek doğru değildir. Hitler, Stalin ve Güney Afrika’nın ırkçı beyazları hep Batı medeniyetinin insanlığa hediyeleridir.
Sonuç Niyetine
Yukarıdaki tespitler milliyetçiliğin küreselleşmeci kalemler tarafından bu denli aşağılanmasını bir dereceye kadar açıklamaktadır. Ancak, her düşünce gibi milliyetçilik ve milli devlet kavramları da bilimsel bir zeminde sorgulanacaktır. Aslında en fazla milliyetçilerin kendilerini eleştirmeye ihtiyaçları vardır. Eleştirebilen ve eleştiriye tahammül edebilen düşünceler ortaya çıkan gelişmeleri ve anlayabilir, yorumlayabilir ve tehditleri fırsata dönüştürebilirler. Bu başka bir tartışmanın konusudur.
1. Türk milliyetçiliğinin eleştirisi Batılı bilim adamlarının kendi ülkelerindeki milliyetçilik eleştirileri ile değil, Türk milliyetçiliğinin beslendiği kaynakların farklılıkları ve özgünlüğü dikkate alınarak yapılmalıdır.
2. Türk milliyetçileri için milliyetçilik ‘bireyin’ yok edildiği ve kendini ifade etme hakkının olmadığı bir ‘nasyonal sosyalist’ yapı anlamına gelmez. Bilakis, güçlü bir ulusun varlığının, topluma katkı yapabilecek şahsiyette, kendi ayakları üzerinde durabilen ve kendini ifade edebilen fertlerle mümkün olacağına inanırlar. Türk milliyetçileri için millet ‘tek başına ayakta duramadığı için sığınılması gereken ve aidiyet duygusunun tatmin edildiği’ bir yapı değil, belli ortak değerler üzerine inşa edilen bir yapının hem birey, hem millet hem de insanlık için daha verimli, sinerjik üretimler yapabileceği inancından doğan bir kavramdır.
3. Türk milliyetçileri kendisi gibi düşünmeyenleri ve davranmayanları ‘düşman’ bellemez. Milliyetçiler sadece kendisi gibi düşünenlerin değil milletin menfaatlerini gözetirler. Bir milletin menfaatlerini gözetmesi ise başka milletlere düşmanlık anlamına gelmez. Tıpkı bir dine sahip olmanın başka bir din mensuplarına düşman olmayı gerektirmediği gibi. Tıpkı kişinin kendi ailesini sevmesinin başkalarının ailesine düşman olmasını gerektirmediği gibi.
4. Küreselleşmeciliğin şampiyonu ülkeler aslında küreselleşmeyi kendi milli menfaatlerine hizmet eden bir araç olarak tasarlamış ve uygulamaktadırlar. Son olaylar ışığında görülüyor ki küreselleşmeci süreçte Amerikan menfaatlerine ters düşen bir gelişme (mesela uluslararası seyahat özgürlük ve imkanı) hemen evrensel özgürlükler listesinden çıkarılmakta ve anında kısıtlanmaktadır.
5. Sayın Millas milliyetçilik AIDS benzetiminde gerçeğe tersten yaklaşmıştır. Eğer AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome Edinilmiş Bağışıklık Sistemi Bozulması) benzetimi yapılacaksa bu milliyetçilikle değil küreselleşmecilikle çok daha örtüşür bir benzetim olur. Küreselleşme Sayın Millas örneğinde olduğu üzere ‘milli bağışıklık sistemini’ dumura uğratır. Milliyetçilik ise bu savunma sisteminin ve reflekslerin dinç kalması için çareler üretir.
6. Sayın Millas ‘biz’cilerin (sanırım milliyetçileri kastediyor) sembollere olan düşkünlüğünü bir sapkınlık örneği olarak gösterirken, acaba kullandığı isim neyi imgelemektedir? Zira semboller ve ritüeller sadece milliyetçilerin değil en küçüğünden (aile) en büyüğüne (bütün insanlık) her topluluğun kaçınılmaz olarak hayatına girmiştir.
24. 07. 2003 –Zaman Gazetesi