Prof. M. Hamîdullah, Fıkıh Usulü ve İbadet Fıkhı
Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN 01 Ocak 1970
Merhum Prof. Dr. M. Hamîdullah, eskilerin deyişi ile mütebahhir ve allâme bir İslam insanıdır. Şartların da müsaade etmemesi yüzünden ömrünü evlenmeden geçiren ve en verimli bir şekilde kullanan Hoca, İslam Hukuku'nun birçok alanında yazdığı gibi İktisad, Siyer, İslan Tarihi, Medeniyet Tarihi, Dinler Tarihi, Hadis, Tefsir gibi alanlarda da yazmış, konferanslar ve dersler vermiştir.
Genel olarak Fıkıh ve özel olarak da Fıkıh Usulü ile ibadet fıkhı bakımından Türkiye'deki durumu, Hamîdullah öncesi ve sonrası diye ayırmak ve onun burada dersler vermeye, kitaplarını yayımlamaya başladığı zamanı bir mîlad gibi kabul etmek hiç de mübalağa sayılmamalıdır. Hamîdullah Hoca'dan önce Türkiye'de fıkıh, medreseden veya medrese bakıyyesi hocalardan onu öğrenenlere göre belli bir mezhebin, belli bir tarihten sonra dondurulmuş bulunan ictihadları ile yine belli bir tarihten sonra dondurulmuş olan -mezkür ictihadlar üzerine yorum yapılarak (tahrîc)- üretilmiş fıkıh hükümlerinden ve fetvâlardan ibaretti.Bunları hocalardan ve kitaplardan okur, öğrenir, ezberler ve naklederlerdi. Kimsenin ictihad ve tahrîc yapmasına müsamaha edilmediği gibi, başka fıkıh mezhebleri de, nazarî bakımdan olmasa da fiilen başka bir din mensuplarına aitmiş gibi istifade dışı tutulurdu. Ankara İlahiyat Fakültesi ile İmam Hatip okulları açılıncaya kadar orta ve yüksek öğretim kurumlarında fıkhın adı bile anılmazdı.
Cumhuriyetin okumuşları ile üniversite öğretim üyeleri içinden hukukla meşgul olanlar, ya İslam Hukukunu hiç kale almazlardı, yahut da bazı müsteşriklerin etkisi altında ölmüş, hukuk ilmine vereceği hiçbir şeyi kalmamış müzelik bir kurumdan ve ilimden söz edercesine ona temas ederlerdi. Ankara İlahiyat Fakültesinde Okutulan Sabri Şakir Ansay'ın "Hukuk Tarihinde İslam Hukuku" isimli kitabı bu yaklaşımın tipik bir örneğidir. Gerçi İstanbul Üniversitesi, Ömer Nasuhi Bilmen Hocamızın Hukuk-ı İslamiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu isimli beş İslam mezhebinin fıkhını ihtiva eden kitabını basmıştı, ama mukayeseli hukuk çalışmalarında bunun da meyvası görülmüyordu.
Hamîdullah Hoca Türkiye'ye gelip İslam Hukukunun çeşitli konularında ders ve konferans vermeye, makale neşretmeye başlayınca İslam Hukuku'nun durumu önemli bir değişim geçirdi; artık o canlı, iddialı ve üniversite dünyasında da itibarlı idi. Hukuk deyince Roma, Cermen, Kara Avrupası ve Anglosakson hukuklarından başkasını hatırlamayanlar, İslam Hukukunu, incelemeden ilkel bir topluluğun ilkel hukuku gibi algılayanlar çok farklı şeyler duymaya başladılar: Hamîdullah Hoca müslümanların hukuk alanında da dünyaya hocalık ettiklerinden, uygulanmak üzere yazılan ve kabul edilen ilk anayasa örneğinde olduğu gibi bazı alanlarda tarihte ilki gerçekleştirdiklerinden bahsediyor, bunları güçlü delil ve belgelerle destekliyordu. Hukuk ve iktisad alanlarında bugünün dünyasına alternatifler sunuyordu.
Fıkıh Usulü:
Benim bilgime göre Hoca'nın bir Fıkıh Usulü kitabı yoktur, ama bu ilim dalının tarihi ile bazı problemlerine dair önemli makaleleri vardır. Ayrıca itikadî mezhebi mu'tezile olan Ebü'l-Hüseyn el-Basrî'nin el-Mu'temed isimli önemli ve kaynak usul kitabının tenkitli bir basımını gerçekleştirmiştir.
Hocamız, İslam'dan önceki hukuk tarihinde ortaya çıkan birçok kanun ve bunların açıklamalarını yapan hukuk kitaplarının ortaya çıktığını ifade ettikten sonra şu önemli ve kendine mahsus tespiti yapmaktadır: "İslamiyetten evvelki bir devre ait olan bütün bu saydıklarımız cidden kıymetli şeylerdir. Fakat bizzat hukuka dair değil de müslümanların"usûlü'l-fıkh", Anglosaksonların "Jürisprudence" diye adlandırdıkları hukuk ilmine dair bir eser aramağa, daha doğrusu beyhude aramağa koyulunca insan hayretle karşılaşır. Birçok hukuk musannefatına ve bunların hacimli şerhlerine dünyanın her tarafında rastlanabilir, fakat mücerret olarak hukuk ilminden bahseden bir eser, bilgime göre Latinler de müstesna bırakılmamak suretiyle ne Şark ve ne de Garplılar tarafından meydana getirilmiş değildir... Bu mevzûa dair ilk eser, hicretin 150. yılında (m. 767) doğmuş olan İmam Şâfiî tarafından telif edilmiştir. Belki bu faaliyet müslümanların hukuk sahasına katılışlarının en büyüğüdür, fakat yegane iştirakleri değildir." (İslam Tetkikleri Ens.Dergisi, C.II, cüz,I,s.1 vd.).
Hamîdullah Hoca'ya göre İslam Hukukunun canlılığı, klasik usul çerçevesinde ictihad faaliyetinin sürdürülmesiyle devam ettirilebir. O, İslam modernistlerinin saptığı yollara sapmamış, tarihselci vb. yaklaşımlarla vahyin bir yana bırakılmasını, akıl adı altında çağdaş Batı felsefesinin, dünya görüşünün ve hayat tarzının dine hakim kılınmasını, sözde "Kur'an'ın özüne, amacına dayanarak" meşrulaştırılmasını tasvip etmemiş, İlk müctehidleri taklit etmek yerine onların yaptıklarının yapılmasını teşvik ve tatbik etmiştir. Onun bu yaklaşımı/usulü/yöntemi, bütün kitapları okunduğu ve teklif ettiği çözümler incelendiği zaman açıkça görülmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse Hamidullah Hoca, Kurân'ın amacına filan dayanarak ve açık lafızları (ifadeleri) gözardı ederek faizi (banka faizi dahil) meşrulaştırmak yerine faizsiz bankayı, faize dayalı sigortacılığı tecvîz yerine karşılıklı bağışlamaya ve ortaklığa dayalı islâmî sigortacılığı, başı açmak tesettürü terk etmek yerine mutedil tesettürü savunmakta -bir uç örnek olarak zikredeyim- yalnızca tuvalet kâğıdı ile taharetlenmeyi caiz görmemektedir(İslama Giriş, s.184).
Ona göre İslâmî hüküm ve çözüm üretmek için başvurulacaktemel kaynak Kitap ve Sünnet olmakla beraber, icma ve kıyas yanında en az on kadar daha ikinci derecede (tâlî, fer'î) kaynak vardır (İzmirli'nin İlm-i Hilâf isimli kitabındaki özete göre bu sayıyı elliye kadar arttıranlar omuştur). Bir müsteşrikler kongresine sunduğu tebliğde Hoca, bu on kaynağı, usul kitaplarında hazır bulduğu gibi değil, Kur'an'dan, Hz. Peygamberin tasarruflarından, İslam'ın temel kurallarından yeniden üreterek ortaya koymaktadır:
1. Zarurete riayet veehven-i şer olanın tercihini Medine Site Devleti Anayasası ile Hudeybiye mütareke sözleşmesine dayandırmıştır; ilgili naslara ve genel kurallara göre farklı olması gerekirken bu örneklerde/kaynaklarda gayr-i müslimlere eşit davranılmış, eşit statü tanınmış, taviz verilmiştir.
2. Zirâî vergiler kousunda Hz. Ömer'in, İran gelirler vergisi kanununu alıp uygulatması, "nasların menetmediği noktalarda aslî ibahaya (istıshâba) göre uygulama yapmanın delili kılınmıştır.
3. Mütekabiliyet esası, yine Hz. Ömer'in Manbic şehri gümrükçülerine verdiği, "onlar bizimkilerden ne kadar gümrük vergisi alıyorlarsa siz de o kadar alın" şeklindeki talimata dayandırılmıştır.
4. Ülü'l-emrin talimatının bir tâlî hukuk kaynağı olması, ilk devir örneklerinedayanmaktadır.
5. İmam Malik'in kullandığı Medine Örfü kaynağı, Hz. Peygamber'in uygulamasını devam ettirme ihtimaline dayandırılmıştır.
6. Diğer mezheplerin yer verdiği örf, âdet, teâmül kaynağı, açık naslara aykırı olmadığı takdirde kıyasa rağmen kabul görmektedir.
7. Tebliği çevirenin, "Herkesin edinmiş olduğu kötü bir âdet" diye tercüme ettiği"umûmî belvâ"nın hemen bütün fıkıh otoritelerince müsamaha ile karşılanır telakki edilmesi, yaygın uygulamalara müsamaha edilmediği takdirde ortaya çıkacak güçlük ve sıkıntıların izalesi amacına yöneliktir.
8-10. Zamanaşımının bir formül ile kabulü hiyel-i şer'iyye; fayda-zarar ilkesi istihsana, geçmiş şeriatlerde bulunup da İslam'ın kaldırmadığı hükümler onların da vahye dayanmış olmalarına bakılarak meşrulaştırılmıştır.
Hoca bu on kaynağı ve dayandıkları delilleri sıraladıktan sonra İslam ülkelerinden bazı örnekler vererek, İslam'ın hem ruhuna hem de bağlayıcı talimatına aykırı olan karar ve uygulamaların (teamüllerin) şer'î kaynaklar arasında yerinin olmayacağının da altını çizmiştir. (İsl. Tetkileri. E. Der. C. I, Cüz: 1-4, s. 63-67).
Hamidullah Hoca fıkıh çalışmalarında hem diğer dinler ve hukuk sistemleriyle hem de İslam mezhebleri arasında mukayeseler yapar, mezhep bakımından taraf tutmaz, ibadetleri anlattığı yerlerde her müslümanın benimsediği mezhebe göre hareket edebilmesi için farklı mezhep uygulamalarını da verir(msl.İslam'a Giriş, İst. 1965, s. 65, 185,188, 190), ancak bunların bir tartışma ve tefrika konusu yapılmamasını tenbih eder. Genel olarak mezheplere bakışını şöyle açıklar:
"1. Başlıca üç grup Müslüman vardır: Sünnîler, Şiîler ve İbâdîler (bu sonunculara kötüleyici anlamda Hâricîler de denir). Bu ana gruplar kendi aralarında da gerek itikat gerekse ibadet konularında bazı küçük farklılıklar taşır. Elkitabı mahiyetindeki bu eserde bütün bu ayrılıkların tarihini ve ayrıntılarını vermeye imkan yoktur. Fakat her ırk ve her mezhepten insanların yaşadığı büyük şehirlerde çeşitli mezheplerden namaz kılanlar bulunduğu zaman, farklı hareketler göze çarpar ve o zaman bu farklılığın nereden geldiği merak edilir. İtikatta her mezhebin ilahiyat bilginlerinin yaptıkları akıl yürütmelerden ortaya çıkan ufak tefek ayrılıkları bir yana bırakarak hemen hatırlatalım ki, ibadet konusunda Hz. Peygamber'den sonra gelen kişiler yeni hiçbirşey icat etmemişlerdir. Yani, ibadetlerde görülen farklılıkların hepsi, ya zaman zaman uygulamasını değiştiren Hz. Peygamber'den kaynaklanır veya Hz. Peygamber'den nakledilen direktiflerin yorumundan ileri gelir. Başka bir şey sözkonusu değildir.
2. İbadetlerdeki hareket veya okuduğu dualarda Hz. Peygamber uygulamasını kendisi değiştirmiştir. Bazen eski uygulamanın terkedilmesi gerektiğini açıklıyordu (sözgelişi, önceleri rükû'da eller serbest bırakılıyordu, sonra Hz. Peygamber elleri serbest bırakmayı yasaklayarak dizler üzerine konulmasını emretti). Bazı durumlarda, açıklama ve uyarma getirmeksizin bir kısım değişiklikler yaptı ve kimse de bunların üzerinde durmadı, çünkü çok önemli değildi. Yani, her iki uygulama da iyi idi. Hz. Peygamber'den sonra, Onun direktifleri veya uygulamaları göz önünde bulundurularak, az sayıdaki uygulamada tartışma oldu.
3. O halde, hemen hemen bütün farklılıkların, bizzat Hz. Peygamber'in şu veya bu formüle ayrı bir önem vermeyen farklı uygulamalarından kaynaklandığı ortadadır. Hangisini yürürlükten kaldıran, hangisinin yürürlükten kalkan olduğunu belirleyebilmek için, bu farklı davranışların tarihî sıralanışı da çoğu zaman bilinmemektedir. Onun için, mesela bir Şâfiî, Hanefî bir imamın arkasında namaz kılmayı reddederse, o kimse, Şâfiî mezhebince bilinmeyen bazı hareketleri yapan bizzat Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılmayı reddediyor demektir. Ne affedilmez hata!
4. İslam geleneğinde Hz. Peygamber'e verilen sıfatlardan biri de "Allah'ın Sevgilisi" (Habîb-Allah) ünvanıdır ve Kur'ân-ı Kerîm (Ahzâb, 33/21), Hz. Muhammed'in şahsında Müslümanlar için taklit edilebilecek en iyi örnek bulunduğu açıkça belirtilir. Demek ki Yüce Allah Sevgilisinin her hareketinin Müslüman ümmet tarafından sonsuza dek devam ettirilmesini istemiştir. Uygulamadaki farklılık işte bu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için de, bazı Müslümanların Hz. Peygamber'in bir hareketini, diğer bazılarının ise bir başka hareketini yapmakta olduklarını düşünmek gerekir. Sanki Yüce Allah, Sevgilisinin her davranış ve her hareketinin İslâm'da çeşitli mezhepler aracılığıyla ebedileştirilmesini Kendisi istemiştir. Öyleyse karşılıklı saygı ve hoşgörünün gösterilmesi gerekir. (İslama Giriş, s. 188-189, 563-a paragrafı)"
İbadet Fıkhı:
Hamidullah Hoca, Fıkh'ın diğer alanlarında olduğu gibi ibadet fıkhı alanında da gerektiği zaman ictihad ve ictihad gerektiren tercih yöntemlerini kullanır, bu yöntemlerle çağa ait bazı dini problemlere çözüm teklifleri getirir. Bazı örnekler:
a) Dünyanın büyük bir bölümünde güneşin hareketine bağlı vakit cetvelini kullanmak, önemli bir güçlük arzetmeden mümkün olmaktadır.Ancak Kuzey ve Güney yarıkürelerden 45'inci dereceler geçildiğinde, kutuplara doğru ilerledikçe güneşin hareketine bağlı vakit cetvelini uygulamak ya güç veya imkansız hale gelmektedir. Eski alimler arasında "vakit yoksa ibadet de yok" diyenlerin düşüncesini değil, hayat varsa ibadet de var düşüncesini tercih etmiş, buralarda güneşe bağlı vakit yerine saate bağlı vaktin esas alınmasını teklif etmiş, hangi enlemin vakti sorusuna da 45. enlemin vakti cevabını vermiştir (İslama Giriş, s. 191-192,212).
b) Uçakla yapılan uzun seyahetlerde bazan bir günlük farkların meydana geldiğinigörmüş, hangi durumlarda yolcunun ayrıldığı yerin, hangi durumlarda da vardığı yerin vaktine riayet edeceği sorusunu cevaplandırmıştır(s. 212).
c) İstikbal-i kıble konusunda, dünyanın, Kabe'nin bulunduğu yerin tam karşısına gelen noktasında her yöne, ABD'nin bazı yerlerinde diğerlerine nisbetle tam aksi yöne yönelmek gerektiğini şöyle ifade etmiştir: "... dünyanın yuvarlaklığı dolayısıyle kıble bahsinde, o mevki ile Kabe arasındaki mesafenin en kısa olanının aranması matluptur. Bu bakımdan New-York'ta Doğu-güney-doğu istikametine dönmek, fakat Alaskada güney-batıya dönmek, daha yakın bir istikamet olduğu için daha uygundur. Kabe'nin coğrafi mevkiinin arz yuvarlağında mukabili Sandwiç yahut Samoa adalarının civarındadır. Buradan mesela vapurla geçerken, her dört istikamet Kabe'ye eşit mesafede olduğundan, tıpkı Mescid-i Haram'da namaz kılan... kimse gibi hangi yöne dönülüp namaz kılınsa caiz olur. (İslama Giriş, s.185, 554. paragraf).
Burada Hz. Mevlânâ'nın meşhur pergel misalini hatırlamamak mümkün değil; Hamîdullah Hocamızın da bir ayağı Kâbe'de sabit, diğer ayağı ile yalnız İslam dünyasını değil, bütün dünyayı içine alan bir daire çiziyor ve İslam'ın ışığını buralara tutmak için çaba gösteriyor.
d) Yolculuk edenlerin öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birleştirerek kılmalarının caiz olduğu hükmünü tercih ediyor (s. 190)
e) "Namaz niçin yalnız Arapça kılınır?" başlığı altında "ana dilinde ibadet" konusunu tartışmaya geniş (her konuyu özet halinde yazdığı eserinde beş sayfa) yer ayırıyor ve şu güçlü delillerle namaz ibadetinde Kur'an'ın, asıl dili olan Arapça olarak okunması gerektiğini ispat ediyor(delillerini özetleyerek veriyorum):
e1) Hz. Peygamber'in hanımları müminlerin analarıdır; bu bakımdan Arapça da bütün müslümanların "anadili"dir.
e2) Allah'ın sözü, namazda Allah'a giden yol oluyor; tıpkı cereyanı taşıyan tel gibi; başka bir dil bu yolu oluşturamaz. Namazda anlama değil, bu yolculuk ve yaklaşma şuuru önemlidir.
e3) Namazın cemaatle kılınması esastır; cemaat içinde her dilden müslüman bulunabilir, bütün müslümanlar vahye dayalı ilâhî sözün tercih edilmesinde birleşebilirler, ama başka bir dilin tercihine, çeşitli sebeplere dayalı ciddi itirazları ve tepkileri olur.
e4) İslam birliği teşvik eder, birliğin vasıtaları olmalıdır, bu da önemli ve güçlü bir birlik aracıdır.
e5) Hiçbir tercüme hem anlam hem de asla ait ahenk ve musiki bakımından aslın yerini tutamaz.
e6) Ebû Hanîfe bu konuda, cevaz verdiği ictihadından rücu etmiştir.
e7) Cevaz ifade eden bazı olaylar geçici, mükellefin dilinin dönmesine kadar olan süre ile sınırlı cevazlardır.
e8) Bu talep genellikle namaz kılanlardan değil, kılmayanlardan gelmektedir. Bütün bunlara rağmen bir kimse, anadilinden okumadığı takdirde namaz kılmayacaksa Hamîdullah hoca ona özel olarak izin vermektedir (s.192-197).
Prof. Hamîdullah ibadetleri anlatırken dışa, şekle, surete ayırdığı yer kadar hatta daha fazlasını içe, hikmete, anlama, sırra ve ibadetlerin sembolik anlamlarına ayırmaktadır.
İslam'a Giriş'in ilgili bölümünde, Hindistanlı Şah Veliyyullah'tan da alıntı yaparak genel olarak ibadetin ve özel olarak namazın anlamına, maddi ve manevî olarak ferde, ayrıca cemiyete sağladığı faydalarına ayırdığı dört sayfa mutlaka okunmalıdır (s.62-65).
İslam'a girişte yeri geldikçe, La Symbolique En İslam isimli hacmı küçük, değeri büyük kitabında, Paris, 1986) ise baştan sona ibadetlerin hikmeti, sırrî-bâtınî manası ve sembolik anlamları üzerinde durmuştur. Buna göre:
Namaz, dünyadaki bütün varlıkların ibadetlerinin bir sentezidir. Namazdaki kıyam dağların, rükû hayvanların, secde ise vücuduna gıda aramak ve göndermek için başını toprağa gömen, ağzı mesabesindeki köklerini toprağa yayan bitkilerin ibadetidir (s.16)
Namaz evrendeki yaratıkların ibadetlerinin olduğu gibi büyük dinlerin ibadetlerinin de sentezidir; şöyle ki, Budistler ayakta meditasyon yaparlar, Brahmanlar Allah'ın lutuflarını düşünürler, YahudilerAllah tarafından vahyedildiğine inandıkları kelamı okurlar, Hristiyanlar tanrı ile birleşmeyi arzularlar; İslam ibadeti ise tevhid ve tenzih çerçevesinde bunların tamamını mezcetmektdir (s.18).
Her insanın Allah'a yaklaşma derecesi kendi kapasitesine bağlıdır. Bu konuda en üst derecede bulunan insan, mi'racı yaşayan Peygamberimizdir. Namaz, kapasitelerine göre mirac yakınlık ve huzurunu yaşama fırsatı bulmaları için -mirac dönüşünde- Peygamberimizin ümmetine getirdiği armağandır. O, mi'racın nihayetinde Rabbi ile nasıl selamlaşmış ise mümin de namazın sonunda Tahiyyât okurken öyle selamlaşmaktadır.
Orucun güneş değil de ay günlerine göre tutulmasının hikmetini anlatırken yaptığı hesaplama ilgi çekicidir: Kameri aylara göre oruç bir yıl 29 bir yıl otuz çeker, bunlara Hz. Peygamber'in tavsiye ettiği altı gün orucu eklenip ortalaması alındığında 35,5 rakkamı çıkar. Her haseneye on sevap verileceğini bildiren hadise göre bu rakkamı 10 ile çarparsanız 355 gün çıkar ki, bu da kameri yıl demektir; yani altı nafilesiyle beraber Ramazan orucunu tutanların bir yıl oruç tutmuş gibi olacaklarını bildiren hadis işte bu hesap şekliyle yerine oturmaktadır. (s.20).
Haccın sır ve hikmetlerinden bahsederken, İbn Arabî'ye de atıf yaparak Kâbe'nin yüksekliğinin 28 zirâ, Arap Harflerinin 28 adet ve ayın menazilinin de yirmi sekiz olmasının tesadüfi olamayacağını söyler. Sonra Kabe'nin şekliyle ilgili olarak daha ilgi çekici olanbir yorum yapar: Tâcu'l-arûs'ta da kaydedildiği gibi kâ'be kelimesi hemkare, hem daire mânasına gelmektedir. Kâbe'nin planı da böyledir; yarısı kare, yarısı dairedir (Hatîm kısmını kastediyor). Bu iki taraf bir bütün olarak alındığında kalbin şeklini gösteriyor. Hadiste de "Beni yere ve göğe sığmam, ben ancak müminin kalbine sığarım" (s. 25). buyurulmuştur.
Bu örnekler denizden bir avuç, tamamını görmek isteyenlere "denize girin, Hamîdullah Hoca'yı okuyun" diyorum.
Fıkh'ın diğer alanlarında olduğu gibi Usul ve İbadet fıkhı alanlarında da yaptığı çalışmalar, ortaya koyduğu düşünce, yaklaşım ve çözümler ile "özü bozmadan çağdaşlaşma" hedefine doğru yolculukta, İslam dünyasının önde gelen rehberlerinden biri olmuş bulunan Muhammed Hamîdullah Hoca'yı, saygı ve sevgi ile anıyor, Allah'ın engin lutuf ve rahmetine mazhar olmasını diliyorum.