Türk Milliyetçiliğine Adanan Bir Ömür: Galip Erdem’in Fikir Hayatından Kesitler
Osman Çakır 01 Ocak 1970
“…Ömrüm boyunca en çok düşündüğüm bir konu olduğu halde, “Millet” anlayışı ile ilgili yazılardan daima kaçındım. Neden mi? Söyleyeyim: İyi niyetli olduklarına inandığım, Türk Milliyetçiliğine belirli sahalardaki hizmetlerini asla inkâr edemeyeceğim bazı kimseler öyle fikirlerle genç dimağların saflığına yüklendiler ki, parçalanmalara zemin hazırladılar. Meselâ, bir “Turancılık – Anadoluculuk” münakaşasının Türklüğe neler kaybettirdiği hesaplanabilse, yazılanlardan çoğunun yazarları tarafından yırtılmak isteneceğini sanıyorum. Uzun bir süre tereddütte kaldım. Belki de, dedim, Türk milletinin nasıl anlaşılmasının daha doğru olacağı bahsinde susmak, hiçbir fikir ileri sürmemek, en iyisidir.”(1)
Galip Erdem; millet- milliyet- milliyetçilik kavramlarının bu günkü kadar yoğun tartışılmadığı, hatta “Türklük” kavramının bugün olduğu gibi değil, hiç tartışılmadığı; fakat Türk milliyetçilerinin sağcı, ırkçı, Turancı ve yoğun olarak faşist diye suçlandıkları bir ortamda böyle başlıyor yazısına. 1957 yılından itibaren Türk Yurdudergisinde makale ve çeşitli gazetelerde günlük fıkralar yazan Galip Erdem Türk Ocağı Gençlik kollarında çalışmalarda bulunan gençlere Türk milliyetçiliğinin ne olduğu ve Türk milliyetçilerinin nasıl olması gerektiğini telkin etmiştir.
1958 yılında yeniden oluşturulan Ankara Türk Ocağı Şubesi bünyesindeki gençlik kollarının oluşumu konusunda İbrahim Metin (Devlet gazetesi sahibi) şunları anlatmaktadır: “Bir kere bizim ağabeylerimiz vardı. Kimdi bu bize yol gösteren ağabeyler? Bunların başında Galip Erdem bir numaradır. Türk Yurdu dergisi de o sıralarda çıkıyor; Galip Erdem de umumi neşriyat müdürü; ocağın binasında yatıp kalkıyor (tarihi Türk Ocağı binası). Bizim en çok münasebetimiz onunla. Fikriyatımızın oluşmasında Galip Erdem en büyük etkendir. Bu arada da biz (Sadi Somuncuoğlu- Halil Özyıldız- ben) İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne başladık. Gençlerin yetişmesi için ağabeylerimiz bize seminer konuları veriyor ve seminer programları hazırlıyoruz. Herkesin kendi okuduğu saha ile ilgili olarak. Mesela bana; “Türkiye’nin İktisadi Kalkınması Nasıl Olmalıdır?” konulu bir seminer verdiler… Galip Erdem’in bizim üzerimizdeki tesiri 100 ise diğer ağabeylerin 1-2-3-5’dir.” (2)
Galip Erdem’in fikri yapısını ve beslendiği kaynakları bilmeden yazdıklarının değerlendirilmesi eksik ve yanlış olur. 1940’lı yıllardan itibaren Nihal Atsız etrafında Türkçü bir gurup oluşmaya başlamış ve milliyetçiler, Türkçü dergiler etrafında teşkilatlanmışlardı. Bilhassa Atsız’ın şiir, makale ve “Bozkurtların Ölümü – Bozkurtlar Diriliyor” isimli romanları, gençlerin Türklük duygularını kabartıyordu. 1948 yılında lise öğrencisi iken okuduğu bu romanlardan etkilenen Galip Erdem ve bir arkadaşı, harçlıklarını biriktirerek “Turan”a gitmeye karar verirler ve Van’da sınırdan çevrilirler. (3)
Türk Ocakları Genel Kurulu 1931 yılında aldıkları karar ile kendisini fesh eder; menkul ve gayrimenkul mal varlığı, hazineye intikal eder. Bu, milliyetçilerin gönlünde bir burukluğa yol açsa da milliyetçilik, yine devletin esas aldığıdır ve Cumhuriyet Halk Fırkası’nın altı maddesinden birisidir. Devlet ile milliyetçilerin arası, ilk defa 1944 yılında açılır.
Galip Erdem, bu konuda şunları söylüyor: “…1944 yılına gelinceye değin Türk milliyetçilerinin, -komünistler ve diğer beynelmilelci fikirlere mensup olanlar bir yana- vatandaşlar, hele devletin yetkili temsilcileri tarafından suçlandığını görmemekteyiz. Cumhuriyetimizin Atatürk dönemi, -bazı hususların ayrıca münakaşa edilmesi gerekmekle birlikte- hiç değilse şekil bakımından, milliyetçiliğin benimsendiği dönemdir. Ancak 1944 yılında, zamanın Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, devletin yetkili temsilcileri, Türk milliyetçilerini suçlamış ve başlıca gerekçe halinde “Irkçılık ve Turancılık” öne sürülmüştür. 1944 yılından günümüze kadar geçen dönemde, sorumlu siyasetçilerimizin ve bazı devlet yetkililerinin bu suçlamayı sürdürdükleri, Türk milliyetçilerine zaman zaman, diğer kara damgaların yanında, “Irkçı ve Turancı” damgasını da vurdukları bilinmektedir…” (4)
1944 Irkçılık-Turancılık davası beraatla sonuçlanmış; ama o günden sonra gafil ve hain herkesin dilinde milliyetçileri suçlamak için bu bir malzeme olmuştur. Türk milliyetçileri de 1990 yılından sonra Turancılık suçlamasından kurtulmalarına rağmen halen günümüzde dahi -yetkili ağızlarca da- ırkçılıkla suçlanmaktadırlar.
1944 olaylarında yargılanan Nihal Atsız ve arkadaşları, çıkarttıkları çeşitli “Türkçü” dergiler vasıtasıyla görüşlerini gençlere aktarıyorlardı. O günün gençlerinin fikir yapısı ve oluşumu ile ilgili bilgileri, yine İbrahim Metin’den dinleyelim:
“…Şeref Yılmaz, Nuri ile Hukuk Fakültesi’nden arkadaşlarmış. Bizi tanıştırsana, dedim; Nuri (Gürgür) ile tanıştırdı. Bir akşam Hukuk Fakültesi ile Siyasal Bilgiler Fakültesi arasındaki kaldırımları adeta arşınlayarak sabahladık. Beraber çalışacağız; ama önce fikir birliğine varmamız gerekir. O tarihlerde Orkun Dergisi okuyucusu da olan Nuri, bana göre daha Türkçü idi. Bizim Ocak’taki görüşümüz: “Türklükle İslamiyet atbaşı beraber gidecek;” tarzında özetleniyordu.
Beslendiğimiz kaynak ağırlıklı olarak Orkun dergisiydi. Ondan sonra beslendiğimiz kaynak Türk Yurdu dergisi oldu. Nuri benden daha fazla Türkçü idi diyorum; ama benim temas ettiğim kaynaklardan birisi Nejdet Sançar idi. Nejdet hoca Atsız’ın kardeşi idi. Ben de menşei itibariyle Türkçüyüm; ama Türk Ocağı’nda aldığımız terbiyenin icabındandı Nuri’ye söylediğim tez: Türklük ile İslamiyet -tabir yerinde ise- “atbaşı” gitmek zorundadır; şeklindeydi. Biz bu fikirde anlaştıktan sonra Nuri de aramıza katıldı.” (5)
1952 yılında Milliyetçiler Derneği’nin Demokrat Parti’nin ve Adnan Menderes’in talimatı ile kapatılması gençlik arasında büyük bir kırgınlık meydana getirmişti. 1957-58 yıllarında gençler arasında yeniden bir milliyetçilik dalgalanması başlar. Bu sefer adres Ankara Türk Ocağı’dır. O günleri ise Galip Erdem bir yazısında şöyle anlatmaktadır:
“….Milliyetçi gençlerin yeniden toparlanması ve güçlenmesi 1957 yılından itibaren başlamıştır. Kendine dönüş ve uyanışın bu defaki merkezi Ankara, yuvası da Türk Ocağı’dır. Milliyetçi gençler o zamana kadar şerefli geçmişine ve adına rağmen Türk Ocağına uzak kalmışlardı. Daha doğrusu Türk Ocağı yöneticilerinden yakınlık görmemişlerdi. 1957 yılında, Ankara Türk Ocağı’nın Başkanı Prof. Dr. Osman Turan, müdürü de Dr. Sadettin Bilgiç'ti. Turan ve Bilgiç Milliyetçiler Derneği’nin mensupları ile temas kurdular. Türk Ocağı çevresinde toplanmayı, milliyetçi arkadaşların Ocağa üye olmalarını teklif ettiler. Böylece ilk kongrede milliyetçilerden kurulu bir idare heyetinin seçilmesine hazırlık yapılmasını istediler. Görüşmeler tam bir anlayış içinde başladı. Zemin uygundu. Orta ve yükseköğrenimde güçlü bir milliyetçi gençlik zümresi de vardı. Unuttuklarımı veya kendilerini unutturanlarını incitmek istemediğimden isim vermeyeceğim. Ama günümüz Türk milliyetçiliğinin seçkin fikir ilim siyaset ve sanat değerlerinden birçoğu Türk Ocağı’ndan yetişmiştir. … “(6)
…Ocağın yönetimi 1957 yılında milliyetçilerin eline geçti. Türk Yurdu dergisi, İstanbul'dan alındı. Ankara'da yayınlandı. Çok beğenildi. Daha sonra, Türk Ocakları Merkez Heyeti de Ankara'ya taşındı. Böylece Ocak yoğun bir çalışmaya başladı. Yüzlerce genç ocağa öz yuvası gözü ile bakıyor, hemen her gün çeşitli faaliyetler oluyor, milliyetçilik olağanüstü bir hızla güçleniyordu. Bu sonucun alınmasında Prof. Osman Turan ve Dr. Sadettin Bilgiç'in asla unutulamayacak büyük hizmetleri vardır...
…1957- 1960 yılları boyunca Türk Ocağı’na siyasetçi girmiş, fakat siyaset girmemiştir. Özellikle Prof. Osman Turan, bu konuda son derece titiz davranmıştır. Ocak yöneticileri içinde DP milletvekilleri vardı. Ama Şevket Raşit Hatipoğlu ve Hıfzı Oğuz Bekata gibi CHP milletvekilleri de vardı. Bir insanın Türk Ocağı’nda değerlendirilmesi şu veya bu partinin mensubu olmasına göre değil, Milliyetçiliği benimsemesi şartına bağlı idi. Ocağın yayın organı Türk Yurdu dergisinde siyaset yapılmamıştır. Hiç bir parti tutulmamış; hiçbir partiye çatılmamıştır. Olaylara ve fikirlere milliyetçilik açısından bakılmıştır...” (7)
1960 ihtilali ve 13 Kasım tasfiyesi sonrası da; Türk Ocaklarında birtakım insanlara fırsat yaratmış, yönetim değişiklikleri olmuş; o güne kadar Ocak’ta bulunan gençler: “Üniversiteliler Kültür Kulübü” adı altında teşkilatlanmışlar ve çalışmalarına burada devam etmişlerdir. Bu kulübün de baş seminercilerinden birisinin, yine Galip Erdem olduğunu görüyoruz.
Daha sonra, Kulübü kuran gençlerin bir kısmı, CKMP gençlik kolları ile “Ülkücü gençlerin” teşkilatlanmalarında ve siyasetin içinde, bir kısmı da “Üniversiteliler Kültür Derneği” adı altında çalışmalarını devam ettirmişlerdir.
Galip Erdem’in yazı hayatının 1955’li yıllarda İstanbul’da çıkartmış oldukları Karakedi dergisi ile başladığı var sayılırsa da asıl 1958-1960 yılları arasında yayın müdürlüğünü yaptığı, Türk Yurdu dergisinde ağırlık kazandığını görüyoruz. 1960’lı yıllardan sonra da çeşitli gazete ve dergilerde günlük makaleler yazan Galip Erdem’in, 1968 yılında, Üniversiteliler Kültür Derneği mensuplarının aylık çıkartmakta oldukları “Ocak” dergisinde “Murat Bilge” imzası ile“Milliyetçilik Üzerine” isimli incelemesi yayımlanmaya başlıyor.
Bu yazıya: “Bu inceleme gerçek milliyetçiliği sahtelerinden ayırmak davasına hizmet etmek için yazıldı. Gayenin büyüklüğü yanında, açıkça belirtmeliyim ki, yazarı güçsüzdür. Âlim değildir. Araştırma ve inceleme usullerini iyi bilmez. Peşin itimat uyandırmaya yarayacak bir unvanı da yoktur. Cesaretinin tek kaynağı millet sevgisi, tarih şuuru ve bilhassa Türk gibi düşünebilme alışkanlığıdır;”(8) denilerek girilmiştir.
Bölüm:1
Millet ve Milliyetçilik ve Millî Kimlik İle İlgili Düşünceleri
Galip Erdem’in bu tür araştırma ve incelemelerinin daha sonra çeşitli imzalarla, daha detaylı olarak haftalık çıkmakta olan Devlet gazetesinde yayımlandığını görüyoruz. Yazıların bir kısmı daha sonra geliştirilerek kitap haline getirilmiş ve “Faşizm-Sağcılık-Suçlamalar: 1”, “Irkçılık-Suçlamalar: 2” adı altında, Töre-Devlet Yayınlarından Galip Erdem adı ile basılmıştır. Turancılık suçlamaları ile ilgili olanlar ise dizgisi yapıldığı halde, “Yeni Işık Matbaası”nın bombalanmasından sonra maalesef basılamamıştır.
“Araştırma ve inceleme usullerini iyi bilmem” diyen, bildiğimiz mütevazılığını satırlara aksettiren Galip Erdem’ in müthiş bir hafızaya sahip olduğunu ve benim diyen bir “doktora” lıdan daha fazla inceleme ve araştırma usullerine sahip olduğunu, bizzat yaşayarak görmüş bulunuyorum. Bu incelemeler kitap haline getirilirken, kavramların taraflara göre ve çeşitli kimselere göre tarifleri verilmiştir. Onların kitap ve makalelerinden çeşitli alıntılar yapılmıştır. İşte Galip Erdem; “Falan kişinin falan kitabının falanca sayfası şu paragraftan şu paragrafa” diye tarif ettiğini bulur ve yazıların içine yerleştirirdik. Yazının insicamının bozulmadığını ve “cuk” diye yerleştiğini görürdük. O günlerde bilgisayar teknolojisi ile “kopyala- yapıştır” metodu yoktu. Biz bu işi yaptıktan sonra da yazdıklarını bir daha okumazdı. Cümleler ve sıralama hep kafasının içinde ve hazır idi. Seneler sonraki bir başka makale veya araştırmasında aynı cümlelerin kalıplaştığını görürdünüz. Bu, yazdıklarının etrafındakiler tarafından tartışılıp kabul gördüğünün bir emaresi idi.
A- Millet Tarifleri
Millet konusunda çok değişik görüşler olduğunu, hatta milliyetçilerin bile kendi aralarında tam bir kavram birliğine varamadıklarını belirten ve bu hususta yazmaktan kaçınan Galip Erdem; her milletin ayrı bir tarifi olacağını belirtmiş ve “Türk Milleti” nin tarifi konusunda şu tereddütlere yer vermiştir: “…Millete değişik mânâlar verilmesi, kaçınılmaz bir sonuç olarak, birbirinden ayrı, çekişen milliyetçilerin ortaya çıkmasına meydan veriyor. Çünkü fazla bir izahata ihtiyaç duyulmadan açıkça bellidir ki, milliyetçilik, millet temeli üzerine yükselir. Milliyetçiliğin sınırları “Millet ölçüsüne” göre çizilmiştir. İfademizin doğruluğunu belirtecek misallerin bir tanesini yazmakla yetineceğiz: Türk milletinden olmayı Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına bir anlayış içinde alındığı vakit, sınırlarımız dışındaki Türklerle ilgilenmek “Milliyetçilik” icaplarına aykırı bir davranıştır. Bazılarına göre ihanettir. Diğer taraftan “Türk” milletinden olmayı Türkçe konuşmak ve Türk soyuna mensubiyet şuuru taşımaya bağlayan bir anlayış, hangi toprakta yaşarsa yaşasın Türkçe konuşan ve Türk soyuna mensubiyet şuuru taşıyan kitlelerle ilgilenmeyi milliyetçilik icabından sayar. Burada çok defa ihmal edilen ince bir mânâ farkını, ilgilenme isteği ile ilgilenme imkânlarının aynı şey olmadığını hatırlatırız…” (9)
“…Türk milliyetçileri, millet anlayışı ve milleti meydana getiren değerler bakımından tam bir görüş birliğine sahip değillerdir. Gerçi, Milliyetçi Hareket’e katılanlar! Milliyetçiliğin yalnız kendileri tarafından temsil edildiğini, diğerlerinin milliyetçi sayılamayacağını öne sürebilirler. Ancak bu fikir, belli bir siyasetin ifadesidir. Ayrıca ilim açısından, haklı itirazlara yol açabilir. Daha var: Milliyetçi Hareket’e bağlananların hemen hepsinin, millet anlayışı bakımından tek bir ölçüyü paylaştıklarına, derinliğine bir araştırma yapmadan inanmak, iyimserliktir; yanlış bir değerlendirmedir. Önce, kendi aramızdaki fikir birliğini sağlamak; sonra da ülkümüzü, millet çoğunluğuna benimsetmek zorundayız. (10 )
B- Irk- Millet İlişkileri ve Irkçılık Suçlamaları Üzerine
Türk milliyetçileri 1944 yılından itibaren, en ufak bir yazı veya söz üzerine hem resmi ağızlar hem de düşmanları tarafından ırkçılıkla suçlanmışlardır. Galip Erdem’i en fazla rahatsız eden konulardan bir tanesi de bu idi. “Devlet” gazetesinin* 158. sayısından 167. sayısına kadar İlteriş Metin imzası ile “Irkçılık suçlaması” üzerine bir dizi yazmıştır. Bunlar geliştirilerek kitap haline getirilmiştir. Türk milliyetçilerinin son 60 yıl içinde haksız yere suçlandıkları; “Kürtçülük” faaliyetleri karşısına adeta “Türkçüler”in oturtulmaya çalışıldığı günümüze de cevap olması bakımından, konuya biraz genişçe yer vermek zorundayız. Aşağıdaki satırlar, 280 sayfalık bir kitabın ana başlıklarından ibarettir.
“…Milliyetçilerin ırkçılıkla suçlanması haklı bir tutum mudur? Konuya kesin bir açıklık verebilmek yönünden ırk-millet, ırkçılık-milliyetçilik münasebetlerini incelemek şarttır. Biz önce ırkçılığın ve ırkın mânâsı, milliyetçilikle ırkçılığın münasebetleri üzerinde duracağız… Türk milliyetçilerinin ırkçılıkla suçlanması, Faşizm suçlamasından daha eskidir, II. Meşrutiyet yıllarına kadar iner. Zamanımızdaki durumu daha iyi aydınlatmak için, ırkçılık suçlamasının nasıl ortaya çıktığını ve kimler için kullanıldığını hatırlamakta fayda görmekteyiz… O çağın münakaşalarında, milletle ırk arasında fark gözetilmemiş, milliyetçiliğe bazen ırkçı, bazen de “Kavmiyetçi” denilerek hücum edilmiştir. Osmanlıcıların başlıca gafleti -hainleri bir tarafa bırakırsak- şu idi: Türklükten bahsedildiği takdirde, diğer topluluklardaki millî şuurun ve bağımsızlık isteklerinin uyanacağını, öne sürerken; özellikle Balkan milletlerinde, Fransız ihtilâlinin tesirleri ve Çarlık Rusya'sının devamlı kışkırtmasıyla uyanmasından korkulan millî şuurun, çoktan uyandığını ve bağımsız devlet kurmak isteklerinin, fikir olmaktan çıkıp; silahlı mücadele yoluyla gerçekleştirilmesine gayret edildiğini, unutmuşlardır…
Antropolojik Manada Irkçılık: …Milletler, tarihten önceki devirlerden beri karışmış olduğundan, bugün hemen hiçbir milletin bütün fertleri o milletin mensup olduğu ırkın hususiyetlerine malik değildirler. Ancak bu ırkı temsil eden örnek tipler, kavim içinde en çok rastlanan tipler vardır. Biz, yeryüzünde, muayyen fizikî hususiyetlere malik bir Türk ırkının mevcut olduğunu kabul ediyoruz. Fakat bugün Türk dilini konuşan, ruhunda Türklük şuuru besleyen bütün fertlerin, Türk etnik zümresine mahsus sayılan somatik hususiyetlere sahip olduğunu iddia edemeyiz. Türk etnik zümresi, Türk ırkı da, diğer birçok ırklarla, Çinliler, Moğollar, İslavlar, İranlılar, Fin-Uygurlarla az çok karışmış olabilir. Çünkü Türk ırkı, birçok Türk olmayan fertleri içinde eritmiştir. Onun için bugün Türk kavimleri içinde de Türklere mahsus somatik hususiyetlere sahip olmayan fertlerin bulunması tabiidir…
Milletlerin Irkla İlgisi: …Milletler arasında düşmanlıklar, özellikle savaşlar, ırk karışmasının sebeplerinden biridir. Zira kazananlar, yendiklerinin toprağına ve diğer bütün zenginliklerine olduğu gibi, insanlarına da sahip çıkmışlardır. Hele eski çağlarda, milletlerin pek çoğunda, yabancılara kız vermek kınanmış, fakat kız almak bir çeşit üstünlük sayılmıştır. Yabancı bir kadından doğacak çocukların, yalnız baba tarafına ait özellikler taşıyacağı inancı soy şuurunun devamlılığını sağlamak yönünden çok önemlidir ama ırkın antropolojik mânâdaki saflığını korumağa yetmeyeceği de bir gerçektir. Diğer taraftan milletler arasındaki dostluklar da ırk karışmasının başka bir sebebidir. Aynı kültür ve medeniyet dairesi içinde bulunan, ortak dinî inançlara sahip olan milletler birbirlerine karşı açıktırlar; aralarındaki evlenmeler sakıncalı sayılmaz…
Türk Milletinin Irkla İlgisi: … Milletimiz, teşekkül etme çağında, hiç şüphe yok ki, maya olarak, belli bir ırka dayanmıştır. Türk ırkının Antropolojik bakımdan nasıl anlaşılması gerektiği, hangi ortak özelliklere sahip bulunduğu henüz kesinlikle tespit edilmemiş, değişik ölçüler öne sürülmüştür. Yine de her şeye rağmen, belli fizikî özelliklere malik bir Türk ırkının varlığı inkâr edilememiştir. Fakat Türk Milleti de, meydana geliş döneminden günümüze kadar olan binlerce yıllık süre içinde, diğer milletler ve diğer ırklarla karışmıştır. Dünyaya hükmeden büyük imparatorluklar kurmuşuzdur; Uzak-Doğu'dan Viyana kapılarına, Kuzey Afrika'dan Hint Okyanusu’na kadar uzanan çok geniş bir sahada yaşamış, mütemadiyen dolaşmışızdır. Fethettiğimiz topraklarda başka milletleri hâkimiyetimiz altında tutmuşuzdur. Böyle bir durumda ırkımızın hiç karışmaması, belirli fizikî özelliklerin Türk Milletini meydana getiren bütün insanlarda hiç değişmeden korunması zaten mümkün değildir. Ancak bu karışma, bazı kimselerin göstermek istediği gibi, temeldeki “Irk mayası” nı tamamen ortadan kaldıracak; başlangıçtaki özelliklerimizi, büsbütün silecek bir ölçüye varmamıştır…
…Şimdi, buraya kadar yazdıklarımızdan çıkarılacak ilk önemli sonucu belirtelim: Türk Milleti, ırkla tarif edilemez. Irkçılık (Rasizm), bir ucu antropoloji ile ilgili araştırmalara diğer ucu da siyasete dayanan bir görüş olarak, geçen yüzyılda ortaya atılmıştır. Belli bir ırka mensup olanların, hem ruh zenginliği hem de fikrî ve medenî gelişme gücü bakımından diğer insanlara üstün olduğunu ispat etmeğe çalışan ırkçılık, kaynak olarak, “Aryanizm” nazariyesine bağlıdır…
….. Avrupalılar tarafından yazılmış eserlerin mutlak çoğunluğu Batılı olmayan ırklara mensup bulunan milletlerin yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmak kabiliyetinden yoksun olduğunu iddia eden sayfalarla donanmıştır. İnsanlık tarihinin sadece işlerine yarayan bir dönemini, yeni ve yakın çağları almış, gerisini unutmuşlardır. Kendileri açısından karanlık adını verdikleri Orta Çağ'da Türk Milletinin nasıl yüksek bir medeniyeti temsil ettiğini hiç hatırlamamışlardır…
…….Türk Milliyetçiliği, ırkçılık temeline dayanan bir dünya görüşü değildir. Başlıca; dil tarih ve kültür anlayışına bağlıdır. Yalnız böyle bir hükümden, milletimizin meydana geliş çağındaki ırki mayamızı ve hele, soy birliğini -ki ileride etraflıca inceleyeceğiz- küçümsediğimiz gibi bir mânâ asla çıkartılmamalıdır… Türk Milliyetçiliğinin ırkçılık temeline dayanmadığını yazarken, Türk milletini, Antropolojik mânâdaki ırkla (Beden yapısındaki özelliklerin benzerliği ile) tarif etmediğimizi açıklamış bulunmaktayız. Ziya Gökalp “Türkleşmek” ilkesini ortaya attığı vakit; dilde, harsta (kültürde) tarih anlayışı ve soy şuurunda Türkleşmeyi işaret etmiştir. Ancak cahiller, akıl hastaları ve hainlerdirler ki; Antropolojik mânâdaki bir Türkleşmeden söz ettiğini, ileri sürerler. Ziya Gökalp’tan sonraki Türk Milliyetçilerinin büyük bir kısmı, hem anlayış, hem de kelime olarak, öncülerinin ırk konusundaki görüşüne bağlı kalmışlardır…
Türk milliyetçileri arasında ırkçı var mıdır? İlk bakışta, yalnız kelimeye bağlı kalır ve hangi mânâda kullanıldığını hiç düşünmeden, kesin bir hükme varma yanlışlığının büyük ayıbına katlanırsanız; başlıktaki soruya: “Evet, vardır!” cevabını verebilirsiniz. Çünkü: Irkçılık -Bir de Turancılık suçlaması- Türk Milliyetçilerine yöneltilmiş; diğer suçlamalardan ayrı bir özelliğe sahiptir. Şöyle ki, diğer suçlamaların hepsini daima şiddetle reddetmemize karşılık, hizmetleri hiçbir zaman unutulmayacak bazı Türk Milliyetçileri, Irkçılığı ve Turancılığı benimsemişlerdir. Hatırlanması güç değildir: Öyle Türkçü dergiler yayımlanmıştır ki yazarları ve şairleri, “Irkçı ve Turancı” olduklarını gururla ilân etmişlerdir. Milliyetçiliğimizin dayandığı temellerden birinin ırkçılık olması gerektiğini savunan makaleler yazılmış, şiirler yayımlanmıştır. “Her ırkın üstünde Türk Irkı” cümlesi, genç yürekleri tutuşturan heyecanın, belki de başlıca kaynaklarından biridir. Özetlersek, diyeceğiz ki; Türk Milliyetçilerine yöneltilen diğer bütün suçlamaların adını hep başkaları koyduğu ve hiçbirini asla kabullenmediğimiz halde, Irkçılıkla Turancılık konusunda durum değişiktir. Bazı gençlerimiz ve büyüklerimiz, Irkçılığı bir suçlama değil şeref saymış; kendilerini savunmak ihtiyacını bile duymamışlardır. Biz de, ırkçı olduklarını açıkça söyleyen ülküdaşlarımızı, kendilerine rağmen savunmak gibi bir tuhaflığın içine elbette düşmeyeceğiz. Sâdece, eşine az rastlanır bir haksızlığı ve Türk Milliyetçiliği açısından son derece önemli bir yanlış anlamayı, düzeltmeğe çalışacağız…
…Gerçekten, kelimenin çıplak görünüşünü bırakarak; nasıl bir mânâda kullanıldığını araştırdığımız vakit; ırkçı olduğunu bildiren milliyetçilerden bir tanesinin bile ırk sözüne, antropolojik bir mânâ vermediği, hemen meydana çıkar. Irk kelimesi kimi zaman etnolojik mânâsı ile alınmış, çoğu zaman da doğrudan doğruya “Millet” yerine konmuştur…
….. Hem başkalarının ırkçı saydığı, hem de kendilerine ırkçı diyen milliyetçilerden hangisi, milletimizi ırkla tarif etmiştir. Derhal cevaplandıralım: Böyle bir Türk Milliyetçisi yoktur. Eğer, “V a r” diyen çıkarsa, buyursun! Irkçılıkla suçladığı bir milliyetçinin, Türk ırkı için esas alınan fizikî özelliklere göre Türk Milletini tarif ettiğini, ölçülere uymayanları da Türk saymadığını ortaya koysun…
…… Irkçılıkla suçlanan ve kendisini ırkçı sayan Milliyetçilerden en yetkilisinin, “Türk kimdir” sorusuna cevabını hatırlatacağız: “Türk, Türk uruğundan gelenlerle, Türk uruğundan gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimsedir.” Kim Türk uruğundan (ırkından) gelmiştir, kim Türk Irkından gelmişçesine Türkleşmiştir? Şimdilik, kimse bilemiyor!
.…. Aslında kendilerine ırkçı diyen Türk Milliyetçileri de, belki yüzlerce defa, ırk kelimesinden ne anladıklarını, ırkçılıklarının antropoloji ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını; gayet açık ve seçik bir ifade ile anlatmış, fakat dinletememişlerdir. Suçlamaların sonu gelmemiştir. Kimisi okumuş, ama daha önce şartlandırılması yüzünden, anlamağa gücü yetmemiştir. Kimisi anlamış; hesabına gelmediği için veya hainliğinden ötürü, anlamamış görünmeyi tercih etmiştir. Kimisi de hiç okumamış, yine de başkalarından öğrendiği suçlamalardan, vazgeçmemiştir…
……Türk milliyetçileri, ırkçılık esasına dayanan bir dünya görüşünü ve Türk milletine mensubiyeti, fizikî özelliklerin benzerliği şartına bağlamayı reddettikten sonra, ırklarını sevmişlerdir, sevdirmişlerdir; seveceklerdir, sevdireceklerdir. Bu noktadan itibaren antropolojinin sınırlarından çıkıyor; tarihimizin, muhteşem zaferlerimizin, destanlarımızın bahçesine giriyoruz…
Etnolojik Irk ve Milletimiz: … Batı Türkleri ile Azeri, Türkmen, Özbek, Kırgız, Kazak, Başkurt ve Tatarlar arasındaki bağın adı nedir, etnolojik mânâda bir ırkdaşlık mı, yoksa daha fazla bir yakınlığı ifade eden milletdaşlık mı? Irkdaş olduğumuza hiç şüphe yok aslında, bu ölçüdeki bir yakınlığı kimse inkâr edemez. Fakat yakınlığımız sadece ırkdaşlıktan ibaret midir? Türk Milliyetçiliğinin ana davalarından biri, bizce, bu sorunun cevabında düğümleniyor. Sebeplerini hiç araştırmadan, bugüne değin hangi kelimenin kullanıldığını tespit etmeğe çalışırsak, sonuç şudur: Türk Milliyetçileri ile tarafsız ilim ve fikir adamlarının mutlak çoğunluğu, ırkdaş veya soydaş demeyi tercih etmiş, milletdaş kelimesine pek az yer verilmiştir. (Hatırlayabildiğim kadarıyla, meselâ Müstecip Ülküsal, Emel Dergisi’nde yayınlanan bir yazısına “Bütün Türkler Tek bir Millettir!” başlığını atmıştı. Eğer batı Türklerinin ayrı, Azerilerin, Türkmenlerin, Özbeklerin ve diğer Türk boylarının ayrı ayrı birer millet oldukları görüşünde isek, ırkdaş denmesi yerindedir. Fakat böyle değil de yeryüzündeki bütün Türklerin -belki Çuvaşlarla Yakutlar hariç- tek bir büyük milletin parçaları olduğuna inanıyorsak, ırkdaş sözünü kullanmamız yanlıştır. Çünkü, iki insan veya iki topluluk arasındaki bağ en yakın noktadan tarif edilir…
….Azeri, Türkmen, Özbek ve diğer Türk zümrelerden bahsederken, “Milletdaş” demeliyiz. Hemen belirtelim ki, Türk Milliyetçilerinin büyük çoğunluğu, yeryüzündeki bütün Türklerin, tek bir millet meydana getirdiğine inanmış; fakat açıklamağa çalıştığımız inceliğe, biraz da “Milletdaş” kelimesini güzel bulmamasından ötürü, dikkat etmemiştir…
…..Etnolojik mânâdaki Türk Irkının, Türk, Azeri, Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Uygur, Başkurt ve Tatar milletlerinden meydana geldiğini kabul etmek, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, Kızıl Çin, İran, Afganistan ve Irak'ın Türklüğü bölme ve sömürme siyasetine, pek çok özür dileriz ama maalesef uygun düşmektedir. Nitekim Rusya hâkimiyeti altındaki Türk zümrelerinin aynı ırktan geldiğini inkâr edememiş, ancak bütün gayretini her bir zümreyi ayrı bir millet olduğuna inandırmak için harcamıştır. Her Türk zümresi için değişik alfabeler hazırlanmış, dillerini birbirinden gittikçe uzaklaştıracak değişik yazı ve imlâ kaideleri icat edilmiştir. Öyle ki Rus istilâsı başlamadan önce Orta Asya Türklüğünün paylaştığı tek bir edebi lehçe -Çağatay veya Hakaniye lehçesi- varken, bugün Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Başkurt ve daha bir yığın lehçe meydana getirilmiştir. Türk zümrelerini birbirinden ayırmanın geçmişteki gerçeklerini bulmak üzere, âdeta yeni bir tarih keşfedilmiştir…
……Biz yeryüzündeki bütün Türklerin tek bir millet olduklarına inanıyoruz. Canımız öyle istediği için değil, millet adını verdiğimiz içtimaî birliklerin yapısı öyle emrettiği için. Yalnız kesinliğinden emin olmamakla beraber, mevcut bilgilerimize dayanarak, Çuvaşlarla Yakutları Türk Irkından sayıyor, ama milletimizin dışında tutuyoruz. Tek bir millet olduğumuzu öne sürerken ölçümüz; Türk Milletinin, ortak bir soya mensubiyet şuuru ile tarif edileceği ve milletleri meydana getiren başlıca unsurlardaki birliğimizdir…
Türk Milleti Tek Bir Millettir: …Biz, gerek Türk milletinin tarif unsuru olarak seçtiğimiz Ortak bir soya mensubiyet şuuruna, gerekse bir milleti meydana getiren diğer temel unsurlara bakarak, rahmetli üstadın (Sadri Maksudi Arsal’ın bir yazısına atfen) cümlesindeki hemen hemen kelimelerini kaldırıyor ve “Türkler bahis konusu olduğu zaman ırk ve millet mefhumları birleşmektedir.” diyoruz. Ancak, milliyetçi bilinen ilim, fikir ve siyaset adamlarının bir kısmı Türkiye Türklerini ayrı bir millet saymaktadır. Dış Türkler yalnız ırkdaş olarak benimsenmekte, fakat “milletdaşlık” ölçüsünde bir yakınlığın varlığı şüpheli görülmektedir……
…..Türk Milliyetçilerini ırkçılıkla suçlayan sorumlu siyasetçilerimizle diğer bazı yetkililerin, aynı görüşü paylaştıklarını bildiğimiz için, kısa bir açıklamayı faydalı saymaktayız. Türkiye Türkleri ile diğer Türk zümreleri arasında “Millet” bağının bulunmadığını öne sürenlerin başlıca dayanakları şunlardır: 1 - Dil ayrılığı, 2 - Tarih ayrılığı, 3 - Kültür ayrılığı, 4-Vatan ayrılığı……
…..Anlaşmanın kolay veya güç sağlanması millet açısından önemli değildir. Türkiyeli bir Türk'le bir Türkmen'in biraz güç anlaştığı bir gerçekse, meselâ Karadenizli bir köylü ile Denizlili bir köylünün güç anlaştığı da bir gerçektir. Aynı güçlük diğer milletlerde de mevcuttur. Bavyeralı bir Alman'la Hamburglu bir Alman da güç anlaşır…..
Bizim Irkçılığımız Milliyetçiliktir: …Türk Milliyetçilerinin antropolojik mânâdaki bir ırkçılıkla suçlanamayacağını önceki yazılarımızda kesinlikle ortaya koymuştuk. Etnolojik mânâdaki bir ırkçılıkla suçlanmamız acaba mümkün ve haklı mıdır? Şimdi, bu sorunun cevabını vermeğe çalışacağız. Etnolojik mânâsı ile ırk; “Birbirine yakın dilleri konuşan milletlerin bütünüdür” diye tarif edildiğine göre, etnolojik ırkçılık nedir? Yanlış anlaşılmaması için hemen belirtelim ki; sorumlu siyasetçilerimizin ve diğer bâzı yetkililerin, “Türkler bahis konusu olduğu zaman ırk ve millet mefhumları birleşmektedir.” görüşüne katılmadıkları ve Türkiye dışındaki Türklerin Milletdaşımız değil, sâdece ırkdaşımız veya soydaşımız saydıkları noktasından hareket ediyoruz. Yoksa aslında, etnolojik mânâdaki Türk Irkı, Türk Milleti'nden ibarettir ve bundan ötürü, “Irkçılık suçlaması” Milliyetçiliğin suçlanmasından başka bir şey değildir…
…..Etnolojik mânâdaki bir ırkçılığın başlıca belirtileri şunlar olabilir: 1- Irkdaşlarımızın kaderi ile ilgilenmek; onları, diğer milletlere kıyasla kendimize daha yakın bulmak; kederlerini ve sevinçlerini paylaşmak. 2- Ana dil olarak Türkçe konuşmayı, Türk Milleti'ne mensubiyetin tek şartı saymak. 3-Bir Türk, başka dilden konuşan birisi ile evlendiği zaman, doğacak çocukların artık Türk olmadığını öne sürmek. Diğer söyleyişle, etnolojik mânâdaki bir karışmayı, milleti meydana getiren öbür unsurların durumuna hiç bakmadan, Türklükten çıkmak için yeterli görmek. 4-Türkçeyi, Türk Milleti'ni yapan ortak unsurlardan biri saymak…
…. Doğu Anadolu'nun bâzı illerinde yaşayan ve Kürt adı ile tanınan zümrenin ana dili Türkçe değildir. Fakat bu zümrenin, hiç değilse, büyük çoğunluğunun, çeşitli tesirlerle dillerini kaybetmiş Türklerden meydana geldiğine inanan ve görüşlerini ispat etmek için eser verenlere bakınca, Türk Milliyetçilerini yine en başta görmekteyiz. Kürt adı ile tanınan zümrenin Türklüğü konusunda yazılmış değerli eserlerin sahiplerinden Dr. Mehmet Eröz, Dr. Fahrettin Kırzıoğlu, Abdülhadi Toplu ve Dr. Mahmut Çapar, acayip beyinli kafaların ırkçılıkla suçladığı Türk Milliyetçileridir. Cidden gülünç bir manzaradır. Doğu Anadolu halkının Türklüğünü belirten her cümleyi, her satırı gerçek bir heyecanla arayan diğer bâzı yetkililerin içinde, kim bilir, Dr. Eröz'ü veya Dr. Kırzıoğlu'nu ırkçılıkla suçlayanlar da vardır!(11)
C- Halk-Ülke-Vatan-Vatandaşlık İlişkileri Ve Anayasa’nın Millet Tarifleri Üzerine
Galip Erdem araştırma yazıları ve gazete makalelerinde; millet tarifleri ve “Türk kimdir?” sorularının üzerinde hep sosyolojik manası üzerinde durmuştur. Mevcut halin değerlendirmelerini de bu açıdan yapmıştır. Çok fazla olmamakla birlikte bir de anayasal (!) tarifler var ki günümüzde yapılacak olan anayasa değişiklikleri üzerinde de en fazla bu kavram üzerinde durulmaktadır. Bunlar da Galip Erdem’in en fazla kızdığı konulardır.
Halk, ülke, vatan ve vatandaşlık kavramlarından da ne anlaşılması gerektiğini yine hazırlamış olduğu yazı dizisinden alıyoruz:
“…Halkın milliyetçiliği, bir dünya görüşü olmaktan ziyade duyguya dayanır. Halka göre milliyetçilik; vatanı sevmek; Allaha inanmak; gerektiği zaman savaşa gitmek; ya gazi, ya şehit olmayı göze almaktır… Halktan bir partili, lideri ve yöneticilerinin her dediğine Tanrı buyruğu imişçesine inanır. Partisinin milliyetçiliğine yüzde yüz emindir. Yöneticiler de kurnazdır. Seçmenin değer verdiği konuları tespit etmekte ustadırlar. Hiçbir siyasetçinin, asıl düşüncesi ne olursa olsun seçim meydanlarında din ve milliyetçilik düşmanlığını açıklayan bir tek cümle -tabii halkın anlayacağı tarzda- söylediği duyulmamıştır… Halk, daha önce açıkladığımız sebepler yüzünden bütün partileri milliyetçi saydığı için, diğer bir söyleyişle, kendi partisinin milliyetçi olduğuna inandığı için, oyunu kullanırken maddi sıkıntılarına öncelik verir... Tekrarında fayda vardır. Halkın en önemli dâvası yoksulluktur. Refah içinde yaşamak istiyor, ürettiğinin değerlendirilmesini istiyor. Zenginlere özeniyor tüketim iştahı, reklâmların da kışkırtması ile gittikçe kabarıyor. Ülkücü ve komünist öğrenciler hariç “ortacı okumuşlar” dâhil, bir de, aç kalsa dahi inançlarına bağlı. Milliyetçi Hareket'e gönül vermiş vatandaş lar dışında, çoğunluğun hedefi iyi yemek, güzel giyinmek, keyfince eğlenmek, nefsinin arzularını tatmin etmekten ibarettir. Haksızlık etmemek bakımından MSP'li vatandaşların bir kısmını da bu zümrenin dışında sayabiliriz…”(12)
“…Vatan mefhumuna gelince; Millet konusunu inceleyenlerin çoğu, vatan-ülke birliğini tarif unsurları arasında saymamışlardır. Böyle yapmaları başlıca iki sebep yüzündendir: 1) Millet, hareket edebilen bir kitledir. Oysa toprak hareketsizdir. Bir millet, şartlar zorlayınca, dünya üzerindeki yerini değiştirebilir, ama vatanın yer değiştirmesi mümkün değildir. Bundan ötürü hareket eden bir kitleyi hareketsiz bir unsurla tarif etmek, yanlış bir temele dayanmak sayılmıştır. 2) Milletler, vatanlarını kaybedebilirler. Ama diğer ortak özelliklerinin sağlamlığı sayesinde varlıklarını devam ettirebilirler. Yahudiler, binlerce yıl vatansız kaldılar fakat millet oluşlarını kimse inkâr edemedi. Kaybedildiği zaman bir topluluğu millet olmaktan çıkaramayan bir unsur tarif için esas alınamaz.
Ancak, kendisini millet sayan bir toplulukta başka bir ortaklık vasfı yoksa vatan - ülke birliği tarif unsuru olur. İsviçrelilerin müşterek vatanla tarif edilmeleri böyle bir mecburiyetin sonucudur.
Vatan - ülke birliğinin milletimizin tarifindeki yeri nedir? Yıllarca süren münakaşaların başlıca kaynağı olan, bitmez tükenmez çekişmelere sebebiyet veren bir soru. Vatanın çok sevilen bir varlık olmasına, hatta kutsal sayılmasına kimsenin bir itirazı yoktur. İnsan, vatanı için en değerli varlığını verir, hayatını feda eder. Vatan uğruna dövüşülür, ölünür.
Vatan toprakları, atalarımızın, şehitlerimizin, değeri saydığımız ne varsa hemen hepsinin yattığı yerdir. Mehmet Akif'in söyleyişini dinleyin, nasıl güzel, nasıl içten: “Evliya yurdu bu toprak, şüheda yurdu bu yer - Bir yıkık türbenin üstüne Mevlâ titrer”. Milletimizin vatan sevgisi öylesine büyüktür ki, yabancıları bile hayranlığa düşürür. Edebiyatımız âdeta vatan kokar. Hele Namık Kemal'e başlayan vatancılığın hızı günümüze kadar kesilmemiştir. Vatan sevgisi üstüne yazılan şiirleri toplamak isterseniz, öylesine çoktur ki, gücünüz yetmez. Kısacası, vatan edebiyatımız zengindir. Uzun söze ne hacet, Hâdis buyruğu yetmez mi? “Vatan sevgisi imandandır”(13)
Vatandaşlık Bağı: Tabiiyet-Uyrukluk birliği, Türk milletinin tarifine girebilecek bir unsur değildir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı milletimizin 40 milyonluk** kısmında ortak olan bir vasıftır. Ülke mefhumu devlete, vatan mefhumu millete bağlıdır. Diğer bir söyleyişle; devletin hâkimiyet sahasına ülke, milletin yaşadığı topraklara vatan denir. “Ülke”nin, siyasi sınırları belli bir toprak parçası olmasına karşılık her “Vatanın mutlaka bir siyasi sınırı yoktur. Yalnız, çeşitli mecburiyetler yüzünden, ülke ile vatan, çok defa, eş mânâda kullanılıyor. Nitekim “Millet” tariflerinde adı geçen “Vatan Birliği” mücerret bir mefhumdan ziyade, aynı zamanda siyasi sınırları da bilinen “Ülke”yi işaret eder…(14)
…..Türkiye Devleti'nin milletini anlayışında, izahı son derece güç bir çelişme olarak, birlik yoktur. Milletin, şahıslarca yapılan tarifleri arasında da fark vardır. Devlete bağlı daireler, hatta bazen aynı dairenin çeşitli daireleri, değişik tariflere yer vermiştir.
1924 Anayasası'nın Millet Anlayışı: “Türkiye'de ırk ve din ayırt edilmeksizin, vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.” (Anayasa Md.: 88) Yukarıdaki ifade, 1961 Anayasası'nda (Md.: 54) şu şekli almıştır: “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür.” (1982 Anayasasında ise bu madde şu şekilde yer almıştır):*** MADDE 66.– Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür(Son cümle mülga: 03.10.2001-4709/23 md.).(15)
Vatandaşlığa Göre Türklük: …Türk milletini “Uyrukluk birliği” ile tarif edebilir miyiz? Deneyelim : “Türk milleti demek, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını paylaşan insan kitlesi demektir.” 1-Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk'tür. 2 -Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları dışında Türk yoktur. Şimdi de hükümlerimizin doğruluk derecesini araştıralım: Bütün vatandaşlarımız kendilerini Türk hissediyorlar mı? Siyasetin kışkırttığı bölgecilikleri bırakıp, Hıristiyan vatandaşlarımıza geçelim: Rumlar, Yahudiler, Ermeniler kendilerini Türk hissediyorlar mı? Hissetmedikleri meydandadır. Rum ve Ermeni vatandaşlarımızın Kurtuluş Savaşı'nda, Yahudi vatandaşlarımızın İsrail devletinin kuruluşu sırasındaki tutumları, kendilerini bizden ayrı saydıklarının işaretleridir. Böyle bir sonuca varmamızı, Anayasa'mızın 54. maddesindeki, “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür” ifadesiyle çelişik görmeğe imkân yoktur. Çünkü Anayasamızdaki hüküm sırf hukuk yönünden konmuştur. İçtimaî planda bir değeri yoktur. Aslında Türkiye devleti de Hristiyanları, Türk milletinden saymamakta, Türk milletinden sayılmak zaten Hıristiyan vatandaşlarımızın işine gelmemektedir. Devlet, Hıristiyanları Türk saysaydı, “Azınlık” deyimi ve Devletler Hukukunca tanınmış “Azınlık hakları”nın verilmesi pek manasız kalırdı.
Şu halde, hüküm bölümünün birinci cümlesi yani “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk'tür” sonucu yanlıştır. İkinci hükme gelince: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından başka kendisini Türk hisseden kimse yoktur. Bu hükmün yanlışlığı, uzun izahlara ihtiyaç duyulmadan besbellidir. Kıbrıs Türkleri vatandaş değillerdir; ama kendilerini Türk hissederler. Balkanlardaki Türkler, çeşitli, devletlerin vatandaşıdırlar, ama kendilerini daima Türk saymışlardır. Misalleri dilediğimizce çoğaltabiliriz, verilecek cevaplar değişmez.
Sonuç: Tabiiyet - Uyrukluk birliği, Türk milletinin tarifine girebilecek bir unsur değildir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı milletimizin 40 milyonluk kısmında ortak olan bir vasıftır. Ülke mefhumu devlete, vatan mefhumu millete bağlıdır. Diğer bir söyleyişle; devletin hâkimiyet sahasına ülke, milletin yaşadığı topraklara vatan denir. “Ülke”nin, siyasi sınırları belli bir toprak parçası olmasına karşılık her Vatanın mutlaka bir siyasi sınırı yoktur. Yalnız, çeşitli mecburiyetler yüzünden, ülke ile vatan, çok defa, eş mânâda kullanılıyor. Nitekim “Millet” tariflerinde adı geçen “Vatan Birliği” mücerret bir mefhumdan ziyade, aynı zamanda siyasi sınırları da bilinen Ülkeyi işaret eder….(16)
“Türk Kimdir?” sorusuna hemen herkes, ‘Kendini Türk hisseden’ cevabını verir. Sorumlu siyasetçilerimiz ve diğer bâzı yetkililer, Türk Milliyetçilerinin ırkçılığını hiç düşünmeden öne sürerken; Kendini Türk sayan bütün vatandaşları Türk Milleti'nden kabul ederiz;” diyerek övündükleri zaman, suçladıkları kimselerin anlayışını değişik kelimelerle ifade etmekten başka hiçbir şey söylemediklerinin belki de farkına varmazlar. Nitekim, herhangi bir insan durup dururken, kendini Türk hissetmez; mutlaka bir sebebe dayanması gerekir. Ortak bir soya mensubiyet şuuru da kendini Türk hissetmenin başlıca şartıdır. Başka bir soya mensup olduğuna inanan bir kimse, elbette Türk Milleti'nden değildir… Eğer bir vatandaş: “Yabancı bir soydan geliyorum; fakat Türk'üm” derse, gerçek durumunu saklamağa çalışıyordur veya sâdece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu anlatmak istemiştir… …Biz, kendisini Türk sayan, başka bir soya mensubiyet şuuru taşımayan herkesi, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi devletin vatandaşı olursa olsun, Türk biliriz… (17)
Devlet Birliği: ...Millet mi devleti meydana getirir, yoksa millet, devletten sonra mı teşekkül eder? Yâni öncelik hangisinindir. İşte size yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar benzeri bir mesele. Büyük sömürge imparatorlukları, özellikle İngilizler; devletin, milletten sonra düşünülemeyeceğini öne sürmüşlerdir. Millî toplulukların ancak, devlet gücü ile meydana geleceğini kabul ettirmenin gayelerinden birisi, sömürülen “Devletsiz” kitlelerin millet sayılamayacağı, böylelikle idare edilmelerine devam olunabileceği sonucu idi… Aynı millete mensup kimselerin yapacağı millet tarifleriyle, başka bir millete mensup olanların tarifleri arasında ayrılıklar bulunması, tabiîdir; hatta kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü “tarif” bahsinde etraflıca anlattığımız gibi, bütün milletleri içine alacak tek bir “ayırıcı ortak vasıf” yoktur ve bir milletin ayırıcı ortak vasfı diğer bir milletinkine benzemez…(18)
Dil Birliği, Türk Milleti'ne mensup olduğuna inanmış bir insan, kesin bir imkânsızlık içinde değilse Türkçeyi öğrenmeli, Türkçe konuşmalı, Türkçe yazmalıdır. Türk Milliyetçileri, imkânlara rağmen Türkçeyi öğrenmeyen veya bildiği halde, Türkçe konuşmayan ve Türkçe yazmayan, başka bir dile bağlılıkta direnen bir kimseyi, elbette Türk saymazlar. Çünkü, böyle bir davranış yabancı bir soya mensubiyet şuurunun ifadesidir. Ama bu yüzden hiçbir sorumlu siyasetçi ve yetkili Türk Milliyetçilerini ırkçılıkla suçlayamaz. Zira Türk dilini sevmek ne antropolojik, ne de etnolojik mânâda bir ırkçılık belirtisi değildir; Türk Milleti'ni sevmenin tabiî bir sonucudur… (19)
… Birleşecek zümrelerin hepsi, hiç değilse büyük bir çoğunluğu, ortak bir dil benimsemediği sürece, milletin teşekkülü tamamlanmış sayılamaz. Birleşmeye müsait zümrelerin dili, özel durumlar hariç, zaten birbirine yakındır. Ancak “Milletlin varlığı için yakın dillerin tek dil hâline gelmesi lâzımdır…”(20)
….Yeni kurulan bir devlet nizamında teşekkül eden millet, eğer ırkça farklı zümrelerin birleşmesi sonucu ise, milletin hangi ırktan sayılacağını kesinlikle tespit etmek güçtür. Ekseriyetle, diğer zümrelere hükmeden hâkim zümrenin ırkı, aynı zamanda milletin özünü yapan ırktır Fakat hâkim ırk'ın yalnız kuvvetçe değil, sayıca da diğer zümrelere üstün olması gerekir. Şöyle bir ölçü koyabiliriz: Zamanımızda hangi millet, adını taşıdığı ırkın dilini konuşuyorsa, teşekkül çağında o ırk diğer zümrelerden hem daha kalabalıktır, hem de daha güçlüdür. Günümüzün dili ile teşekkül devresi dilinin birliğinden ne anlaşılması gerektiği açıktır. Kelimeler değişebilir. Günümüzün diline pek çok yeni kelime girebilir, hatta söyleyişte farklar olabilir. Ancak dilin yapısı ile ilk kelimeler değişmez. Devleti kuran hâkim zümre sayıca azsa, teşekkül eden millete ismini bir hâtıra olarak bırakır, kendisi eriyip gider… (21)
Nüfus: …Göktürk İmparatorluğundaki Türk nüfusunun bir milyonu aştığı tahmin ediliyor. Bugün bile, aynı miktardan fazla nüfusa sahip bulunmayan kitlelerin millet olabildiği hesaplanırsa, Göktürklerde “Millet” teşekkülü için şart sayılan “oldukça kalabalık bir nüfus” un mevcut olduğu görülür. Zaten Bilge Kağan, sanki 1300 yıl sonra Türk milletinin tarihteki varlığını inkâr etmeye yelteneceklerin insafına çarpsın diye diktirdiği kitabesinde bu sorunun cevabını da veriyor, “Azalmış milletimi çoğalttım, atalarım Bumin Kağan'a, İstemi Kağan'a lâyık bir evlât olmaya çalıştım.”…(22)
Bölüm:2
Ülkü -Ülkücülük-Turancılık-İslamcılık-
Türk milliyetçilerinin Turancılık anlayışlarının 1930’lardan sonra örtülü bir suçlanmanın ve yanlış anlaşılmanın içine düşülmüştür. Galip Erdem Devletgazetesinde Turancılık suçlamaları ile ilgili bir yazı dizisi hazırlamış idi. Bu yazının yazılmasına sebep ise o tarihlerde MHP genel merkezine monte edilen bir emekli subayın “Biz Turancı değiliz” mealindeki bir beyanatı yol açmıştır. Irkçılık suçlamasının arkasından 168. sayıdan 182. sayıya kadar devam eden 15 sayılık bir yazı yazmıştır. Turancılık ve suçlamaları ile Turancılığın ne olduğu konusundaki görüşlerini 15 haftalık bu yazı serisi, daha sonra geliştirilmiş ve kitap haline getirilmişti. Ama basılması kısmet olmadı.
A-Turancılık ve Türk Dünyası:
Turancılık suçlamalarının tarihi gelişimi ile ilgili olarak Galip Erdem bizlere şu bilgileri vermektedir: “…Türk Milliyetçileri hariç, bütün siyasetçilerimize, aydınlarımıza ve yetkili kişilerin pek çoğuna göre, Turancılık, büyük bir suçtur. Hatta milliyetçi sayılanlar arasında bile, Turancılık suçlamasına katılanların bulunduğu belki acı, ama bilinen bir gerçektir. Bir ülkünün nasıl olup da, bir suç haline sokulduğunu anlamak için geçmişle ilgili bazı gerçeklerin hatırlanmasına ihtiyaç vardır.
1903 - 1944 yılları arasında hiç kimse Turancılıkla suçlanmamıştır. Daha doğrusu Turancılık, II. Dünya Savaşı'nın bitimine kadar, yalnız milletimizin düşmanlarını ve bu arada hiç şüphesiz Türkiyeli komünistleri gocundurmuştur. Devletimizi yöneten siyasetçiler gibi milletimizin iç ve dış güvenliğini sağlamakla görevli yetkililer de, 1944 yılından önce, Turancılık diye bir suç tanımamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti, dünya şartlarının değişmesi yüzünden Turancılığın siyasi hedefini bırakmıştır; ama tarih ve kültür anlayışında yine de, hiç değilse belli bir ölçüde Turan'a bağlı kalmıştır. Milliyetçilik düşmanlarının “Orta Asya edebiyatı” diyerek küçümsemeye yeltendiği hareket; Atatürk dönemi kültür çalışmalarının ihmal edilemez bir bölümüdür…”
“…1944 yılının ilk aylarından itibaren Almanların yenileceği, artık kesinlikle anlaşılmıştır. İşte böyle bir zeminde, devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1944 yılının 19 Mayıs'ında, meşhur bir nutukla, Türk Milliyetçilerine karşı, hâlâ bitmeyen bir “Haçlı seferi” başlattı. Millî Şefin işaretinden hemen sonra, bazı Türk Milliyetçileri, yürürlükteki kanunların hiç birinde yeri olmamasına rağmen, ırkçılığın yanında Turancılık’ la da suçlanmış ve yaralanmışlardır. Dâva sonunda, bilindiği gibi, bütün sanıklar beraat etmiştir. Ama aradan bunca yıl geçmesine rağmen, dış Türkler konusundaki her hassasiyet, her ilgi, “Turancılık suçu” sayılmış; gerekçe olarak da, 1944 yılında açılan dâvada “Turancıların mahkûm oldukları” öne sürülmüştür…” (23)
Açılan bu davadan Türk Milliyetçileri beraat etmiş fakat bu suçlama sanki suçmuşçasına karşımıza çıkarılmıştır. Ta ki 1990’lı yıllarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin çözülmesine kadar. Turancılık fikrinin Osmanlı dönemindeki düşünce ve uygulamalarının değerlendirildiği makalelerde Cumhuriyet dönemi Turancılık fikri konusunda ise; “… Turancılık ülküsünün Cumhuriyet dönemindeki birinci belirtisi, dünya Türklüğü’ nün kaderi ile ilgilenmek, ikinci belirtisi de, tutsak kardeşlerimizi sevmektir. Milliyetçilerin Türklük sevgisi, bütün günlük hesapların ötesinde ve üstünde, yüce bir duygudur; yüreğimize âdeta çakılmıştır; söküp atmağa kimsenin gücü yetmez. Sevgimizin en bereketli kaynağı tarihimizdir. O tarih ki, derinliklerine varınca, acıların bin bir türlüsü ile kahrolduğumuz zamanlarda bize yaşama sevinci vermiştir…” (24 )
“…Cumhuriyet dönemi Türk milliyetçileri, temel ölçüler bakımından Gökalp'ın Turancılık anlayışına daima bağlı kalmışlardır. Bazı milliyetçiler; Türkçülük, Türk Birliği ve Turancılık kelimelerine aynı manayı verip, yerine göre, herhangi birini kullanmakta mahzur görmemişlerdir… Turancılık, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları dışında yaşayan bütün Türkleri dil, edebiyat ve kültür yönünden birleştirmek mânâsı na alınan ama tatbikatta sevmek ve ilgilenmekle yetinilen, belki uzak ama kutsal bir ülkünün adıdır…(25)
Türkiye sınırları dışında yaşayan bütün Türkleri dil, edebiyat ve kültür yönünden birleştirmek ülküsünün adını Turancılık olarak koyan Galip Erdem bu konudan yapılan çalışmalarla ilgili olarak ise Sovyet çözülmesinden 20, bugünden 40 yıl önce neler yazmış:
“…Türk milliyetçileri bir kaç tanesi hariç tutulursa, Turancılık ülküsüne hizmet bakımından çok az şey yapabilmişlerdir. Bağışlanmamıza yarayacak, savunmamızı kolaylaştıracak sebeplerin varlığını elbette biliyoruz. Şartlar kötü idi; her türlü imkândan yoksunduk; güçlü düşmanlarla boğuşmak zorundaydık; üstelik öz vatanımızda suçlu sayılıyorduk... Hepsi doğru, yine de sonuç değişmez: Dünya Türklüğü’nü dil, edebiyat ve kültür yönünden birleştirmek hedefine doğru uçamadık; koşamadık; hatta yürüyemedik; emeklediğimiz bile şüphelidir. Dünya Türklüğü hâlâ birbirini anlıyorsa, lehçe ayrılığı henüz dil ayrılığına dönüşmemişse, Türkçe'nin olağanüstü yaşama gücündendir. Yoksa Türk milliyetçileri, çeşitli Türk lehçelerini birbirlerine yaklaştırmak; ayrılıkları giderici eserler vermek imkânını bulamamışlardır. Sovyetler Birliği'nin Türk lehçelerini ayrı diller haline getirdiğini duymuşuzdur; ama ne kadar mesafe aldığından çoğumuzun haberi yoktur. Ne yapıldığını tam öğrenemeyince, alınacak tedbirleri de bilemiyoruz. Tehlikenin büyüklüğünü seziyoruz; içimize tarifsiz bir ağırlık çöküyor, fakat: “Çin'den Viyana'ya kadar Türkçe konuşarak gidebilirsiniz;” hükmünü kıyamete değin, geçerli tutacak bir çalışmanın içine giremiyor; sadece hep böyle kalmasını istiyoruz. Sovyetler Birliği, her Türk lehçesine ayrı bir alfabe uydurur, “Öz Özbekçe”, “Öz Kazakça”, “Öz Türkmence” kelimeler icat ederken; elimizden ne geliyor? Göğsümüzü gere gere Turancı olduğumuzu ilân ediyoruz; ama başlıca Türk lehçelerini kaçımız bilir? Üniversitelerimizde okutulmaması, Millî Eğitim siyasetimiz adına ayıptır ya, bizi kurtarmaz.
….Türk milliyetçileri arasından her Türk lehçesini dünü ve bugünü ile bilen, edebiyatı ile tanıyan birçok uzman çıkmalı idi…
…Dünya Türklüğü’nü kültür bakımından birleştirmek konusunda da, çaresiz kalmışızdır. Türkiye'miz korkunç bir kültür buhranına sürüklenince, nereye koşacağımızı şaşırmışızdır. Türkiye'deki kültür değerleri çatışmasından başımızı kaldırıp dışarıya bakamamışızdır. Oysa Türk kültürünün geçmişteki ve günümüzdeki değerleri, bütün bir Türk dünyasına göre tespit edilmeli, ortak özellikler meydana çıkarılmalı, farklılaşmaların giderilmesine çalışılmalı idi. Türk milliyetçileri, bütün Türk zümrelerinin mûsikîsi, folkloru, geleneği ve diğer kültür unsurları hakkında araştırmalar yapmalı, eserler vermeliydiler, Türk kültürünün ortak özelliklerini incelemelerimiz sonucu değil, ancak tesadüflerle öğrenebiliyoruz…
…..Türk milliyetçilerinin çoğu, özellikle Milliyetçi Hareket’e katılanların hepsi Turancıdır. Dünya Türklüğünü dil, edebiyat, kültür ve diğer manevi değerler bakımından birleştirmek ülküsünün adı olan Turancılık asla bir suç değil, büyük bir şereftir. Türk milliyetçileri, Turancılığın icaplarını tam yerine getiremediklerinden ötürü, kendilerini suçlu sayarlar. Sorumlu siyasetçilerimizin ve diğer bâzı yetkililerin Turancılığı suç saymaları, otuz yıllık bir şartlanmanın ve bilgisizliğin sonucudur. Suçlayıcıların, Turancılığı gerçek mânâsı ile anladıklarına inanmak istemiyoruz. Çünkü aksi takdirde, dünya Türklüğünün manevî değerler ve dil bakımından birleştirilmesi ülküsüne karşı çıkanların Türk olduklarına inanmakta güçlük çekeceğiz... (26 )
Galip Erdem, yazılarında “Tutsak Türkler” diye nitelendirdiği, o dönemdeki yaygın söylemiyle “Esir Türkler”e ise Türk milliyetçilerinin bakışını şu cümlelerle dile getiriyor:
“… Tutsak Türk illerinin her birinden “anavatan”a göçenler vardır. Yadırganmalarına, garipleşmelerine, yetimler misali boyunlarının bükük durmasına hiç dayanamayız. Onlardan birini nerede görürsek, hemen kucaklar öz kardeşimize kavuşmanın özlemini dindiririz. Duygularımıza karşılık verirler mi acaba? Düşünmeyiz. Çünkü başka türlü olmasının imkânsızlığını araştırma zahmetine katlanmadan sezeriz. Özbek mi, Kazak mı, Kırgız mı, Türkmen mi, Uygur mu, Azerî mi, Rumelili mi? Fark etmez. Birini diğerinden ayırmayız. Bir bütünün parçalarıyız; şüphe yok ki bize benzeyeceklerdir. Soyumuzun emsalsiz meziyetlerini taşımaları yanında kusurları da elbette vardır. Yine de şartların eşitsizliğinden ötürü, kusurlarını görmek istemeyiz; yalnız meziyetlerine kapılırız. Bütün Türk Milliyetçileri, mutlak imkânsızlıklar dışında, çeşitli Türk zümrelerine mensup kardeşlerinden hiç değilse birkaçını tanırlar; dostluk ederler. Türk dünyasının dâvalarını konuşurlar. Öyle ki, meselâ herhangi bir Sayın Dışişleri Bakanı'nın, özellikle büyük şehirlerde oturan herhangi bir Türk Milliyetçisi kadar Dış Türkler ‘den tanıdığı yoktur. En hoşu da nedir, bilir misiniz? “Anavatan”a göç edenlerden, göçenlerden bazıları, büyük adam olur, yetkili makamlara gelirler; çok seviniriz. Sonra içlerinden bazıları çoğunluğa uyar, bizi, “Turancılık” la suçlarlar! Cedleri ile ve muhtemelen göçmemiş yakınları ile ilgilendiğimiz için suçlanmak! Böyle bir muammayı dünyanın en akıllı adamı bile çözemez ya, yine de küsmeyiz!
….Türk Milliyetçilerinin pek çoğu, tutsak Türk illerini görememiştir. Ama kocaman mesafeler, hayâllerimizin hiç durmadan beslediği özlemleri asla yenemez. Semerkand'ı, Ötüken'i, Taşkent'i, Bakü’yü, Tebriz'i, Kerkük'ü, Üsküp'ü ve diğerlerini tanır gibiyizdir; öylesine içimizdedirler. Alma-Ata'dan Kayseri'ye, Filibe'den Kars'a uzanan gönül bağlarının hazzını yaşarız. Tuna'nın Sakarya'dan farkı mı vardır? Tanrı Dağı, Ağrı'dan daha uzak değildir! Balkanlar'a gider de “akıncı cedlerimizin hür ihtirasını” duymazsak yaşadığımızdan ne anlarız? Öfkeli çehreler, çatılmış kaşlar, suçlayan bakışlar! “Efendi; önce Türkiye'yi sev, Türkistan'ı sonra seversin!”. Bendenizin cevabı: “Sen de önce babanı sev, ananı sonra seversin!”. Gönül fukaralığı neyse ne ama akıl fukaralığına düşen kullarını Tanrı korusun…
….Tutsak kardeşlerimizin yalnız kendilerini ve yurtlarını değil; sanatlarını, edebiyatlarını, mûsikîlerini, oyunlarını da severiz. Bir Kerkük hoyratını dinlerken hüznün lezzetini yudum yudum içeriz. Bir Azerî türküsünde duygu inceliğinin özünü yakalar; Şeyh Şâmil'in ihtişamında kendimizden geçeriz. İstenirse bir sırrımızı da açıklayalım: Azerbaycan'dan Râşit Bey gelmiştir; Zeynep Hanım (*) gelmiştir; konserler vermişlerdir. Sosyalizm Cenneti'nden (!) çağrılan ve şüphesiz propaganda gayesiyle gönderilen sanat elçilerinin mûsikî ziyaretlerine sayın sosyalistlerimiz teşrif buyurmazlarken, salonu dolduranların çoğunluğu Türk Milliyetçileridir. Komünistlere rağbet mi? Hayır. Konuşmadan tanırız onları, yüreklerinin nereye attığını bilmeğe ihtiyacımız yoktur; sezeriz! Nasıl mı? Bize vergi bir özelliktir. Başkası anlayamaz…
…..Turancılık suçlamasına katılan sorumlu siyasetçilerimizin ve diğer bazı yetkililerin, tutsak milletdaşlarımız için beslediğimiz sevgiyi kınayacaklarına inanamayız., Çünkü; yeryüzünde hiçbir kanun, bir insanın kardeşini sevmesini suçlayamaz. Aklını yitirmemiş bir siyasetçi, eğer budala veya hain değilse, tutsak Türkleri sevmemiz yüzünden Türkiye’mizin zarar göreceğini öne süremez. Dünya’da, milletdaşını, soydaşını ve ırkdaşını sevmeğe izin vermeyen bir anlayış, geçmişte görülmemiştir; bugün yoktur, yarın da olmayacaktır. Dürüst ve cesur olanlar, milliyetçiliği kınayabilirler. Ama bir milliyetçiyi, tutsak kardeşlerini sevdiği için suçlayamazlar. Böyle bir tutum; Müslüman ol; fakat peygambere inanma!» demeğe benzer ve gülünç sayılma haysiyeti bile yoktur. Türk dünyasının sevilmesinden gocunan biri varsa ya düşman kuvvetler hesabına çalışan bir haindir, ya beyni yıkanmış yaşayan bir ölüdür. Veya şüphelidir! Sorumlu siyasetçilerimiz, hele yetkililer arasında böyle birisinin bulunacağına gerçekten ihtimal veremeyiz. Çocuklarımıza bütün insanların sevmesi gerektiği öğretilirken, “Ama, Türklüğü sevmek yasaktır!” denirse, Tarih Mahkemesinde sorarlar: “Türkler, insan değil midir?”…(27)(*Azerbaycanlı ses sanatçısı Zeynep Hanlarova)
“Tutsak Türkler”in bağımsızlıkları ve ayrı birer devlet halinde yaşamaları arzusunu ise şu ifadelerle dile getirir:
“…Kendi kendini idare etmek hakkı Afrika’nın ilkel zümrelerine bile tanınmış fakat tarihin en büyük milletlerinden birine mensup bulunan tutsak Türklerden esirgenmiştir. İşte Türk milliyetçileri dünya tarihi ve medeniyetinin hiçbir bölümünde isimlerine rastlanmayan topluluklara tanınmış bir hakkın, tarihin akışına yön vermiş bir soyun şerefini taşıyan kardeşlerinden de esirgenmemesini isterler. Çok geniş dağınık, ara ya başka milletlerin de girdiği birbirinden kopuk topraklarda yaşamaları yüzünden, Her millete bir Devlet” esasının Türklere uygulanması, diğer bir söyleyişle, bütün dünya Türklerinin tek bir bayrak altında toplanıp, tek bir devlete bağlanması elbette son derece güçtür. Fakat çeşitli Türk zümrelerinin binlerce yıldır üzerinde yaşadıkları ve kanlan ile sulayıp “Vatan” damgasını vurdukları topraklarda bağımsız birer devlet kurmalarına neden imkân verilmesin!
….Bağımsızlık konusuna gelince: Sosyalistlere sorarsanız, Sovyetler Birliğindeki Türklerin “Gerçekten tam bağımsız oldukları!” cevabını alırsınız. Çürütülemezliğine güvendikleri biricik belgeleri de; Sovyet Anayasasına göre, Sovyetler Birliğinin eşit haklara sahip 15 Cumhuriyetten meydana geldiğinin belirtilmesidir. Derler ki; “Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan Sovyet Cumhuriyetleri hem bağımsızdır, hem de kendi istekleri ile ve eşit haklarla Sovyetler Birliği’ne katılmışlardır.”…
….Sorumlu siyasetçilerimizle diğer bazı yetkililerden hiçbirinin böyle bir masala inanacağını sanmayız. Bilirler ki; çağımızın en büyük sömürge imparatorluğu Sovyet Birliğidir; kesin miktarları bilinememekle beraber, 50 milyondan daha az tahmin edilemeyen Türk zümreleri de, her mânâda tutsaktır. Çünkü, bağımsızlığın temel şartı ayrı bir orduya sahip bulunmaktır. Azerbaycan veya Özbekistan Cumhuriyetinin ayrı bir ordusu var mıdır? Azerbaycan Milli Savunma Bakanının veya Genelkurmay Başkanının adı nedir? Ayrı bir ordu yoksa bağımsızlık da yoktur! Bağımsızlığın diğer bir şartı başka ülkelerle münasebetlerde kimseden emir almamak, diğer devletlerde elçi bulundurmak temsil etmek ve temsil edilmektir. Özbekistan Cumhuriyetinin Dışişleri Bakanını tanıyan var mıdır? Kazakistan Cumhuriyetinin Ankara Büyükelçisinin adı nedir?
Bilinenleri tekrarlayıp sözü uzatmayalım. Kesin gerçek şudur. Sovyet Rusya'da yaşayan Türkler'in bağımsız bir devletleri yoktur; diğer ülkelerdekiler gibi, hepsi tutsaktır. Türk milliyetçileri de, kardeşlerinin tutsaklık acısını paylaşır, bağımsızlığa kavuşmalarını isterler. Böyle bir istek suç mudur? Katıksız bir iyi niyetle düşündüğümüz vakit, Turancılık suçlamasına katılan siyasetçilerimizle diğer bazı yetkililerin, en kuvvetli bir ihtimalle, “Tutsak Türklerin bağımsızlığını istemek” gerekçesine dayandıkları sonucuna varıyoruz… (28)
Galip Erdem; çalışmış olduğu gazetelerde ve yazdığı makalelerde her fırsatta “Dış Türkler”, “Tutsak Türkler” konusunu gündeme taşımıştır. O Türk dünyasını bir bütün olarak görmüştür. Osmanlı Devleti sınırları içinde iken elimizden çıkan topraklarda kalan ve oralarda yaşayan Türkler ile Sovyet ve Çin devletlerinin hâkimiyeti altında yaşayanlarla bağımızı “Milletdaşlık” kelimesi ile ifade etmiştir. Bu kelimenin 1990 sonrası meydana gelen gelişmelerden sonra günümüzde nasıl değerlendirileceği araştırmaların ve sosyal bilimcilerin görevi olarak karşımızda durmaktadır. Galip Erdem ne diyor:
“…Türk Milliyetçilerinin büyük bir çoğunlukla benimsediği görüş; tutsak Türklerle bağımızın, en yakın noktada, “Milletdaşlık” kelimesiyle ifade olunabileceğidir. Çok az milliyetçinin katıldığı diğer bir zümre; milletin tarifinde ülke ve devlet birliğini vazgeçilmez birer unsur saydıklarından, milletdaşlığı kabul etmemekte, sadece, soydaşlık bağının varlığına inanmaktadır. Bu görüşü münakaşa etmeyecek, yanlış bulduğumuzu belirtmekle yetineceğiz. Üçüncü bir zümre var ki, yalnız milletdaşlığı değil, soydaşlığı da reddediyor. Bu zümreden olanlar, ya düşman propagandası ile beyinleri yıkanmış birer zavallı veya düpedüz haindirler. Türk Milleti’ni yönetenlerin, ikinci zümreye katılmaları bağışlanabilir; ama üçüncü zümrenin ilim ve insanlık dışı ölçüsünü paylaşırlarsa, Türk olmaktan tamamen çıkacaklarını bilmelidirler...” (29)
Türk milliyetçilerinin 2000’li yılların sonuna kadar yani yüz yıldır “Dış Türkler” veya “Tutsak Türkler” le ilgili olarak yaşadıklarının ve mücadelelerinin kısa bir özeti olan bu bölümü yine Galip Erdem’in bir yazısından alıntı ile noktalayalım.
“...Evet sayın batıcılar, kuzeyciler ve tüm özgürlükçüler! Neslimizin alnına kara bir leke sürdünüz. Bir avuç Türk milliyetçisinin gayreti temize çıkmanıza yetmeyecektir. Türk milletinin yarıdan fazlası esirdir. Kanınızı taşıyanların, dilinizi konuşanların, dininize inananların, harsınızı paylaşanların yarıdan fazlası esirdir, diyorum. Ne yaptınız onlar için? Gevelemeyi bırakın, “Ne yapabilirdik?” demeyin. Kabul: Sovyet Rusya’ya saldıramazdınız. Saldırmanızı kim istedi ki? Kızıl Çin'in üstüne yürüyemezdiniz. Yürümenizi kim bekledi ki? Ama yazabilirdiniz, konuşabilirdiniz; soydaşlıktan doğan borcunuzu reddetseniz bile esir Türklerin de birer insan olduklarını düşünebilirdiniz. Çok yıllar önce, bir Türk milliyetçisinin sizinkilerden birine verdiği dört mısralık dersi hatırlayabilirdiniz:
“Sanma senden bu vatan şahadet kanı bekler.
Çoktur sana ölmekte takaddüm edecekler.
Senden bu milletin umduğu hep hep;
Yalnız iki üç söz, iki üç katre mürekkep!”
O iki üç sözü de, iki üç katre mürekkebi de esirgediniz. Hesabını vereceksiniz. (30)
B-Gerçekleşen Rüya: 8 Günlük Moskova-Bakü-Aşkabat Gezileri
Bir rüya gerçek oluyor. Kırk yıl sonra Galip Erdem, TC Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşaviri olarak o dönem Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek ve bir heyetle birlikte Sovyetler Birliğine bir gezi düzenliyorlar. 8 Ekim 1990-16 Ekim 1990 tarihleri arasında sekiz günlük olarak gerçekleşen bu temaslarda, Moskova ve Türk Cumhuriyetlerinden Azerbaycan ve Türkmenistan’a resmi bir ziyarette bulunuyorlar. Sovyetler Birliği’nde “Yumuşama” politikaları başlamış, bu fırsatı ganimet bilen o günkü Kültür Bakanımız Namık Kemal Zeybek, müsteşarı Acar Okan ve müşavirlerinden Galip Erdem’in de aralarında bulunduğu bir heyet böylece ilk temas ve ilk yakınlaşmaları başlattılar.
Henüz Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan etmemişlerdi ve Galip Erdem’in deyimi ile “Tutsak Türk”tüler. Üstelik 20 Ocak 1990 günü Bakü’ye Rus tankları yeniden girmiş ve Halk Cephesinin ve onun lideri Ebufezl Elçibey’in önderliğinde gerçekleştirilen azatlık mitinglerini ve hareketini kanlı bir şekilde bastırmaya çalışmıştı.
Galip Erdem o dönemler kendi deyimi ile “yazmama orucu” tutmakta idi. 1985 yılında Yeni Sözcü dergisinde yazmış olduğu bir yazıdan dolayı yanlış anlaşılmış, O da kendince yazmama kararı almıştı. Fakat henüz konuşmama orucuna başlamamıştı. Gezi sonrası hemen Türk Ocakları Ankara Şubesinde bir sohbet toplantısı düzenlendi. O gün dünyanın en mutlu insanı Galip Erdem’di. Elli yıllık hayali gerçek olmuş, o güne kadar Kars’tan öteye geçemeyen Türkçülerin en büyük hayallerini o gerçekleştirmişti. Ne diyordu Nihal Atsız bir şiirinde: “Herkes bir özleyiş ile yaşar,/ İşte ben de öyle./Altayların ve Tanrı dağının çevresindeyim. “
O gün orada gerçekleştirilen sohbetlerden derlenen notlar kendisinin de ilaveleri ile bir yazı halinde Hasan Celal Güzel tarafından çıkartılmış olan Yeni Türkiye Dergisi’nin Türk Dünyası Özel Sayısı C. II, Temmuz-Ağustos 1997- 2182-2183. sayfalarında yayımlanmış, daha sonra da İbrahim Metin tarafından hazırlanan “Türk kimdir?- Türklük nedir?” isimli kitaba alınmıştır.****
Galip Erdem seyahat notlarında Moskova, Leningrad, Bakü ve Aşkabat’ta yapılan temaslara ve kendi gözlemlerine yer vermektedir. Temaslar resmi, münasebetler de resmidir. 26 Şubat 1973 tarihli bir yazısında belirttiği gibi; “…Konuşmadan tanırız onları, yüreklerinin nereye attığını bilmeğe ihtiyacımız yoktur; sezeriz! Nasıl mı? Bize vergi bir özelliktir. Başkası anlayamaz…” dese de gerçekler biraz daha farklı idi.
Seyahat notlarına baktığımızda 22 yıl önceki ilk temaslardan, bugünün gençlerine, okuyucularına ve araştırmacılara kaynak olacak bir iki anekdot sunmak istiyorum.
(Bakü-12.10.1990-14.10.1990) “…Bakü havaalanına gece 02’de indik. Sıkıyönetimin henüz kalkmadığını ve saat 01’den sonra sokağa çıkma yasağının devam ettiğini bildiğimiz için karşılama beklemedik. Ama tahminimiz tutmadı. Herhalde özel izin almışlar ki Kültür Bakanı Fuat Bülbüloğlu başta olmak üzere, Bakanlık mensupları ve bir folklor ekibi bizi coşkunlukla, heyecanla karşıladılar. Bakü’de bulunduğumuz müddetçe Sayın Bakan’a, heyetimize gösterilen ilgi hiç eksilmedi. Uğurlanışımıza kadar devam etti. 14 Ekim Pazar akşamı Türkiye-Azerbaycan kültür anlaşması büyük heyecan içinde, coşkun alkışlar arasında imzalandı. Sayın Bülbüloğlu, basın mensuplarına, Sayın Bakan’a (N. K. Zeybek’e) soru yöneltebileceklerini açıkladı. Sorular soruldu, cevaplar verildi. Bu arada, Sovyetler Kültür Bakanlığı yetkilisi Vladimir’in, ‘’Moskova’da bir anlaşma imzaladınız. Bugün de burada bir anlaşma imzalıyorsunuz. Sizce hangisi önemlidir?’’ sorusu havayı bir anda gerginleştirdi, hatta homurdananlar, küfür edenler oldu. Bereket versin, sayın Bakan’ın,‘’Kültür anlaşmalarını yarıştırmıyoruz, bizim için hepsi önemlidir.’’ tarzındaki nükteli cevabı, havayı yumuşattı, somurtan çehrelerde tebessümler belirdi. Doğrusu ben de bay Vladimir’in protokol icaplarına aykırı, nezaket kaidelerine uymayan, üstelik yetkisini de aşan bu kadar münasebetsiz bir soruya nasıl cesaret edebildiğini anlayamadım…
….Azeriler, bana göre, duygularını açıklarken çok samimi, düşüncelerinde çok hesaplıdırlar. Azerilerle duygularımız müşterektir. Ancak düşüncelerimizin de müşterek olması, çok zaman ister. Türkiye’deki fikir hareketlerini, zaman zaman sertleşen ideolojik mücadeleyi, kimin ne olduğunu hiç bilmiyorlar. Elbette kınamıyorum. Bilgi kaynakları resmi yayınlardan ve Türk solcularından ibaret.
Bülbüloğlu’nun verdiği yemekte bakan yardımcısı Zülfikar, kulağıma eğildi ve ‘ Ağabey, sayın bakanın konuşmalarını dinledim. Türk kültürüne hizmet edenleri saydı, ama bir defa bile, beklediğim ismi zikretmedi, çok üzüldüm. ’dedi. “ Kimdir O ?’’, diye sorunca da ‘’Nazım Hikmet’’ cevabını verdi. Ben de, bakanlar, kendi tercihlerini söylemezler. Ancak milletçe ittifak edilmiş isimleri sayarlar. Bakanın saydığı isimleri her Türk sever, hürmet eder. Nazım Hikmet’e gelince: Türklerin %95 i, Türkiye Cumhuriyetini yıkmak istediği ve Sovyetler Birliğine sığındığı için Nazım ı sevmez dedim...
….Azerbaycan’da, sayın Bakanı ve heyetimizi, yöneticilerin de sevip saydığı ve biraz da çekindiği Bahtiyar Vahapzade ile Abbas Zamanof hariç, muhaliflerden kimseyle görüştürmediler. Bunu engelleyerek değil, her saatimizi dolduran bir programla başardılar. Kısaca, Azerbaycan’da her şey karışık, henüz hiçbir fikir yerine oturmamış…”
(Aşkabat-14.10.1990-16.10.1990) “… 14 Ekim Pazar akşamı saat 9’da Aşkabat havaalanına indik. Bakü’deyken, Türkmenistan’la ilgili olarak umut kırıcı sözler işitmiştik. Türkmenlerin milli şuurdan mahrum olduklarını, Marksist rejimin bütün katılığı ile devam ettiği, Ruslarla gereğinden fazla uyum içinde bulunduklarını, beklediğimiz ilgiyi göremeyeceğimizi anlatmışlardı. Aşkabat havaalanında Kültür Bakanı, eşi ve diğer görevliler tarafından karşılandık. Bakü’deki coşkunluk gerçekten yoktu. Ancak, ilk akşam yemeğinden itibaren hava giderek ısındı, samimiyet arttı ve neticede, Bakü deki ne denk sayılacak bir sevgi ve ilgi ile uğurlandık. Böyle olmasında Sayın Bakan’ın (N. K. Zeybek) çok tesirli, candan, yüreğindeki sevgiyi gözlerine yansıtan konuşmalarının yanında, heyet üyelerinin dış Türkler konusuna, ruhça ve kafaca hazırlıklı olmalarının da payı vardır. Bilinen Türkmen karakteri, gördüğü sevgi ve ilgiye fazlası ile mukabeleyi gerektirir…
….Türkmence, sadece kelimelere bakıldığı zaman Anadolu Türkçesine çok yakın. Ancak Türkmenlerin çok hızlı ve kelimeleri ağızlarının içinde yuvarlayarak konuşmaları, Rusça kelimelerin çokluğu, bir de Türkçemize sokulan uydurma kelimeler anlaşmayı oldukça güçleştiriyor. Yine de tercüman kullanmadık…
…..Türkmen münevverleri yalnız, umumi Türk tarihini değil, kendi tarihlerini de hiç bilmiyorlar. İki kişi den birinin ya adı, ya soyadı, mutlaka, Çağrı. Ama bakan dâhil Çağrı Bey’i bilen birine rastlamadım. Çağrı isminin çokluğunu bir Türkmen geleneğiyle ilgili izah ettiler. Ailenin dördüncü çocuğuna ‘’Çağrı’’ adının konması adetmiş…
…..Türkmenistan’da diğer Sovyet Cumhuriyetlerinde görülen bağımsızlık isteği ve hareketine dair bir işaret bulamadım. Komünist Parti dışındaki yegâne dernek, Aşkabat’a geldiğimiz gün kurulan ‘’Vatan Cemiyeti’’. Gayesi, dünya Türkmenleri arasındaki kültür alâkalarını geliştirmekmiş…(31)
D- Milliyetçilik-İslâmcılık Çatışmaları
Muhtelif zamanlarda yaşanan milliyetçi- İslamcı çatışmaları konusunda da yazılar yazan Galip Erdem, bu çatışmaların 2. meşrutiyet ile başladığını belirtir. Yine Devlet gazetesinde imzası ile yayımlanan bir dizi yazıda bu konulara teferruatlı olarak yer vermiş bulunmaktadır. Gazetenin 26 Kasım 1973 212. Sayısında başlayıp 14 Ocak 1974 219. sayıları arasında neşretmiş olduğu “Milliyetçilik Düşmanlığının Kaynakları” isimli incelemesini bu konuya hasrettiğini görüyoruz.
İkinci Meşrutiyet dönemi İslamcılarının Türk milliyetçiliğine bakış açılarını ve değerlendirmelerini şu satırlar arasında görüyoruz: “…Milliyetçilerle ümmetçiler arasındaki mücadele 2. Meşrutiyet yıllarında başlamıştır. Zaten milliyetçilik düşmanlığının çağımızdaki kaynaklarından her biri 2. Meşrutiyet döneminin “Osmanlıcılık-Batıcılık” ve “İslamcılık” cereyanları ile belli bir ölçüde, ilgilidir. Haksız bir hüküm vermemek için hemen belirtmek zorundayız: Meşrutiyet çağı İslamcılarından bir kısmı milliyetçiliğe düşman, değillerdir. Fakat, imparatorluğun parçalanmasını önlemek bakımından, böyle bir siyasetin benimsenmesini biricik çare saymış, Türkçülük yapılmasını zararlı görmüşlerdir. İslamcıların diğer bir kısmı da, Birinci Dünya Harbinden önce fikirlerinin doğruluğuna samimiyetle inanmış; sonra, Millî Mücadele ile birlikte millet gerçeğini de kabul etmişlerdir…
…… İkinci Meşrutiyet yıllarının İslamcıları, Türklüğü reddeden ve milliyetçiliği zararlı bulan bir din anlayışına bağlı idiler. Aynı dönemin Türkçüleri de dine bağlı ve ümmet birliğinden doğan ortak özelliklere saygılı bir milliyetçiliği temsil etmişlerdir. Yetmiş yıl boyunca hangi ölçülerin neden ve nasıl değiştiği ayrı bir konudur. Ama bazılarının bilgisizlik yüzünden veya kötü niyetle yaymağa çalıştıkları “Türkçülüğün İslâmiyet aleyhinde bir cereyan” olarak başlatıldığı görüşü yanlıştır, yalandır…(32)
1970’li yılların başındaki İslamcı hareketin değerlendirmesini yapan Galip Erdem, İslamcıların 1960’lı yılların sonuna kadar milliyetçilerin kanatları altında “muhafazakârlar” adı altında varlıklarını devam ettirdiklerini belirtmekte ve şöyle demektedir: “…Günümüz Türkiye'sinde meşrutiyet yıllarının “İslâmcılık” sözü pek az kullanılmakta, daha çok milliyetçilik, mukaddesatçılık ve son zamanlarda “Millî Görüş” deyimleri tercih edilmektedir. İdeolojik mücadelede herhangi bir örtüye ihtiyaç duymayan bazı kimseler, imkân bulabildikleri müddetçe “Şeriatçı” ve “Ümmetçi” olduklarını açıkça ifade etmişlerdir. Ancak kelimelerden mefhumlara geçilir ve neyin anlatılmak istendiği incelenirse, ihmal edilemeyecek bir fark hemen dikkati çekecektir. Milliyetçilik sözü, çoğunluk tarafından kabul edilmiş hâkim mânâsı ile değil, İslâmcılığın karşılığı olarak seçilmiştir…
.…Cumhuriyetin resmî milliyetçileri, ilmî bir zihniyetle gerçekleri arama imkânına sahip olmadıkları için diyelim, imparatorluğumuzun çökmesi ve geri kalışımızın sorumluluğunu, din adamlarına yüklemiş, lâikliği yanlış anlamış, dindarları incitecek bir tarzda uygulamışlardır. Din sadece bir vicdan meselesi olarak ele alınmış, millet yapısını birleştirici özelliği ve harsımızın temel kaynaklarından biri oluşu ihmal edilmiştir. Yeniyi sevdirmek için benimsenen, eskiyi kötüleme siyasetinden en fazla zarar gören, 600 yıllık imparatorluğumuz ve İslâmiyet’tir. Böylece Cumhuriyet Milliyetçileri, Türkçülerden bazı kelimeleri, bir de Müslümanlık öncesi tarih görüşünü almakla yetinmiş; dünya görüşü yönünden, Osmanlılara benzemişlerdir. Osmanlıcılığın asıl özelliği, batı medeniyeti ile birlikte kültürünü de benimsemeleri, maddeyi yücelten ve dini aşağılayan bir görüşü temsil etmeleridir. Cumhuriyetin resmî milliyetçiliği, materyalizme gittikçe yaklaşmış; milliyetçiliğe düşman İslâmcı anlayışı yıkmaya çalışırken; dine bağlı ve saygılı Türkçü görüşten de uzaklaşmışlardır. Hemen işaret edelim ki, özellikle 1944 yılından sonra, Gökalp ve arkadaşlarının ülküsüne bağlı milliyetçiler; İsmet İnönü'nün karşısına yiğitçe dikilmiş, Batıcı, maddeci ve solcu bir milliyetçiliğin mümkün olamayacağını anlatmış, manevî değerleri yücelten bir neslin yetişmesine yardım etmişlerdir…”(33)
Türkçüler ile İslamcılar arasındaki belirgin çatışmaların başında tarih anlaşmazlığı olduğunu belirten Galip Erdem; İslamcıların Türk tarihinin bir kısmını kabul etmemekle büyük yanlışlıklara düştüklerini ve milliyetçiliğin güçlenmesine büyük zarar verdiğini belirtiyor.
“…İkinci meşrutiyet İslâmcılığının günümüzdeki temsilcileri, 60 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, üstatlarının yanlışlarını tekrarlamaktan vazgeçmemişlerdir. Fikirlerine hâkim görünen ölçüleri anlamak, cidden güçtür. Sanırsınız ki, Müslümanlıktan önceki Türk tarihini inkâr etmek ve kötülemek, Tanrı buyruğudur; peygamber sünnetidir! Garip ve tutarsız bir yobazlık! Ne tarafından bakılırsa bakılsın, iyi niyetle yorumlanmasına imkân yoktur.
Türk Milliyetçilerinin hemen hepsi, İslâmiyet’in yüceliğine, Allah’ın birliği ve peygamberimizin elçiliğine inanmışlardır. Çatışma, İslâmcı geçinenlerin bir kısmının Türklüğe sövmeyi, dinimizin “Farzlarından biri imiş gibi” göstermeğe çalışmaları yüzünden çıkmıştır…
… Onlar, İslâmiyet’ten önceki Türk tarihinin, yalnız bilinen büyüklerini kötülemekle yetinmez; milletimizi de vahşi, kan dökücü, her türlü ahlâk ve faziletten uzak sayarlar. Nerede okumuş, kimden öğrenmişlerdir, bilemem. Ama inatları müthiştir. Hiç unutmam: Atalarımızı kötüleyen bir İslâmcıya, Arapların tanınmış şair ve filozofu Cahiz'in, “Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri” adındaki kitabını okumasını tavsiye ettim. Ne cevap verdi, bilir misiniz: “Cahiz'in yazdıklarına inanmam. Annesi Türk olan Halifeye yaranmak istemiştir!”
Böylesine bir tutum, Türklükle İslâmiyet'in tam bir ahenk içinde kenetlenip gelişmesine ve milliyetçiliğin güçlenmesine zarar vermeseydi, okuduklarınızı yazmağa ihtiyaç duymazdım. Yazık ki, zarar veriyor. Özellikle milliyetçi gençler, tarihlerine sövülünce, bir yanlışı başka bir yanlışla karşılamaktan kaçınamıyor ve İslâmiyet’i sevseler bile, küçümsüyorlar. Çekişme büyüyor, zıtlaşma artıyor. Türklük ve İslâmiyet düşmanlarının istedikleri de böyle bir çatışmayı keyifle seyretmekten ibarettir…(34)
Galip Erdem okuyucularına, “Milliyetçilik Düşmanlığının Kaynakları” isimli yazı dizisini 219. sayıda bitirirken okuyucuya şöyle bir söz verir sütununun sonunda: “Milliyetçiliğe düşman kaynaklar adı altında başladığımız yazı serimizi şimdilik burada bitirmeyi faydalı görüyor, daha geniş bilgiyi Tanrı kısmet ederse çıkaracağımız kitaba bırakıyoruz.”(35)
Millî Kütüphane’de Kırımlı yazar Cengiz Dağcı için yapılan bir toplantıda konuşmacılardan birisi Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bir mülakatta gazeteciye söylediği bir sözü hatırlattı. Şöyle demiş F. H. Dağlarca: “Ölüm ancak benim yazamadıklarımı götürür.” Rahmetli Galip Erdem’den ise götürdüğü o kadar çok şey vardı ki!
E- Ülkü-Ülkücülük ve Ülkücü Gençlik
Galip Erdem’in adıyla ve soyadıyla özdeşleşmiş bir kavram ülkü ve ülkücülük. Ölümüne saatler kala doktoruna söylediği şu sözleri bile bir yaşama biçimi olmalıdır bizlere. 65 yıllık bir ömrüme 500 yıl sığdırdım diyen Galip Erdem’in, bu 500 yıllık yaşayışı hep ülkücü adaylığında geçmiş, Ülkücü olarak Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Galip Erdem’e göre “Ülkücü olunmaz” ancak “Ülkücü adayı” olur. Kişi ancak öldüğünde adaylığı biter ve ona da geride kalanlar karar verir der. Ülkücü olabilme ülküsü adını verdiği bir makalesinde bakın ne diyor: “… Ara hedefler gibi, ara ülkücüler de olacaktır… Ara ülkücülerin en önemlisi, gerçek bir ülkücü olabilmek; ülküsüdür…
…..İnsanoğlu, gençlik çağında, her şeye olduğu gibi, ülkücülüğe de sadece adaydır. Hiç unutma! Bugün, tamamen haklı olarak, ülkücülüğe aykırı davranışlarından ötürü kınadığın ağabeylerin, senin yaşında iken, ülkücülüklerine asla toz kondurmak, istemezlerdi. Ama hayat adını verdiğimiz düşmana, yenildiler. Şimdi sapmalarını bağışlatmak için, münasip bir bahane aramanın, peşine düşmüşlerdir. Sana, kendi neslimin durumunu, anlatayım: Çoğumuz, ülkücülük imtihanını kazanamamış; sınıfta kalmışızdır; kaydımız silinmiştir! Pek azımızın adaylığı, hâlâ devam ediyor. Dikkat etmelisin: Adaylık kelimesini kullandım. Çünkü hiçbirimiz, bütün gayretlerimize rağmen, tam bir ülkücü olamamışızdır. Daha bir kısmımız, yarı yolda tükeneceğiz. Gerçek ülkücülüğe ne kadar yaklaşabildiğimizin hesabı, son nefeslerimizi verdikten sonra çıkarılacaktır… Ülkü kavgasını bir ömür boyu yürütebilmenin sırrı nedir?Yenilmemenin tek sırrı vardır: Nefsini yenmek! Ama nefsini yenmek; söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Nefsini yenebilen bir yiğit, bütün dünyayı yenmiş sayılır… (36)
“… Milletler, inanç ve düşünce yönünden, mensuplarının toplamından ibaret değildir. Milletin ülküsü ile şahısların ve zümrelerin ülküleri, ancak çok özel şartların varlığı halinde birleşir. Böyle olmasını yadırgamamak gerekir. Çünkü ülküler, hayal gücü, kendine güven ve yapabileceğine inanma iradesi ile pek yakından ilgilidir. Anlatmak istediğimizi bir misal ile açıklayalım: Bildiğiniz gibi, millî ülküler yanında; şahısların ülküleri de vardır. Ama, her insanın ülküsü değişiktir…
…Ülkü, sadece millet veya diğer topluluklarla var olan bir kavram değildir. Yine de milliyetçilerin ülkücülüğü şahıslarınki kadar değişik olamaz. Çoğunluğun ittifak edeceği bir tarif mümkündür. Türk milletini yüceltmek; güçlendirmek; kıyamete kadar yaşatmak. Ancak dikkat edilirse, yüceltmek ve güçlendirmek gibi kelimelerin kesin ölçüler getirmediği, farklı yorumlara uygun olduğu görülecektir. Bir milliyetçi “yücelmek” kelimesinden, geri kalmışlıktan kurtulup gelişmiş bir ülke durumuna yükselmeyi anlayabilir. Bir başkası, her sahada en üstün bir seviyeye ulaşmak manasını çıkarabilir. Güçlendirmek kelimesi de, derecesi tespit edilmediği için, kaypaktır. Bazılarına göre güçlenmek, bütün düşmanlarımızı yenebilecek bir silahlı kuvvete sahip olmaktır. Bir başkasına göre güçlenmenin mânâsı akla gelebilecek bütün sahalarda diğer milletlerin hepsinden ileri olmaktır. İnsanlar kendileri için olduğu gibi, milletleri hesabına varmak istedikleri hedeflerde de inanma güçleri ve hayal dünyaları ile sınırlıdırlar. Türk milliyetçilerinin ülkücülüğü, hiç şüphesiz çok değerlidir. Ama, daha değerli olanı bir milletin; zümrelerin anlayışına göre değişmeyen, mensuplarından bazılarının sapmalarını umursamayan, hatta devletçe benimsenen siyasetin şartlara ve zamana göre değişen çizgilerinin dışında kalabilen, şahıs ve zümre tesirlerine kapalı bir ülküye bağlanmasıdır. Hemen belirteyim ki hiçbir milletin ülküsü kendiliğinden ortaya çıkmaz. Milletler, ülkülerinin ne olması gerektiğini sezerler; ama şuuruna varamazlar; anlatamazlar; bilemezler. Seçkin zümrelerdir ki, modellerine ülkülerini benimsetirler. Bir ülkü, milletin ortak malı haline geldikten sonra, ülkücülerin iradesini aşar…(37)
….Milliyetçilik, insanın yapısına ve çıkarlarına uygundur. Kolay bir yol olması, herkesçe beğenilmesinin tabu sayılması da, bu özelliği yüzündendir. Milleti aşan birliklerin çıkarları, milletin çıkarları ile çatıştığı vakit, hizmet etmek; hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Fakat çok şey kaybettirir. İnsanlıkla millet arasındaki dairelere göre yapılacak bir değerlendirme, tek insanın çıkarlarının, millet çıkarları ile çelişmediğini ortaya koyacaktır. Milletinin yükselmesi için çalışan bir insan, aynı zamanda kendini de yükseltir…
…..“Milletimizin çıkarlarını, milleti aşan birliklerin çıkarlarına tercih etmek; özümüzün ve yakınlarımızın çıkarları ile çelişmez.” demiştim. Ama yakınlarımızın ve nefsimizin çıkarları ile milletimizin çıkarları, çok zaman çelişir. Bundan ötürü, bir insanın milliyetçi olması, tabiî bir haktır ve ülkücülükle birleşmediği takdirde, fazla bir değer taşımaz. Fakat ülkücülük, devamlı bir fedakârlığı emrettiğinden, pek az insanın ulaşabileceği bir üstünlüktür…
…..Ülkücüler, bilinen tarihin hiçbir döneminde, sayıca çok olmamışlardır. İnsanoğlunun zayıflığı, böyle bir sonuca imkân vermemiştir. Yine de bir cemiyetteki ülkücü sayısının, milletlere ve zamana göre değiştiği gerçeğini, inkâr edemeyiz. Bazı milletler, tarihleri boyunca ülkücü çıkarmamış ve belli bir ülküye bağlanmanın yüceliğini, yaşayamamışlardır. Diğer taraftan, bazı milletler de, sık sık büyük ülkücüler yetiştirmiş; yeryüzünün çehresine, yenilik getirmişlerdir. Türk milleti, örnek ülkücüler yetiştiren ve tarihinin büyük bir bölümünde, ülkücülüğe bağlanan bir milletti... (38)
Ülkücü Gençlik: …Hizmetinde bulundukları milleti dünya durdukça yaşatmak davasının şuuruna ermiş insanlar tarafından yönetilen her ülkede eğitim siyasetinin baş hedefi, ülkücü bir gençlik yetiştirmektir.
Ülkü, yalnız gençlik çağında kazanılan bir hazine, yaşama kavgasının henüz kirletemediği gönüllere akan yüce bir ışıktır. Ülkücü gençlik, milletinin kıyamete kadar var olması iradesini temsil eder. Yükselme umudunun müjdecisi, vatanına yönelecek her çeşit tehlikenin gerilemez bekçisidir. …
Ülkücü gençler, hayatlarını, Anayasamızın ikinci maddesinde ifade edilen “Türkiye Cumhuriyeti Ülkesi ve Milleti ile bölünmez bir bütündür;” ilkesine adamışlardır. Hiçbir partinin emrinde ve hizmetinde değillerdir; hiçbir siyasetçiyi iktidar koltuğuna oturtmak için çalışmayı akıllarının ucundan bile geçirmezler. Diğer taraftan, Ülkücü gençlerin yüzde yüz sayılacak mutlak çoğunluğu Milliyetçi Hareket Partisini tutar. Alparslan Türkeş'i, Türk Milliyetçiliğinin tek “Başbuğ’u” olarak tanırlar. İlk bakışta, iki tespitin birbirini tutmadığı zannına kapılmak mümkündür. Hiçbir partinin emrinde bulunmamakla Türkeş'in tek “Başbuğ” tanınması arasında bir tutarsızlık var mıdır? Aslında böyle bir tutarsızlık yoktur. Çünkü Ülkücü gençler, Alparslan Türkeş'i siyasi hüviyetinden ötürü değil, Türk Ülküsüne tam bir samimiyetle inandığını bildiklerinden; milletimizin temel davalarını en kısa zamanda çözüme bağlayacak bir doktrinle ortaya çıkmasından; öğrenci kavgalarının perde arkasını diğer bütün siyasetçilerden, sorumlu ve yetkililerden daha iyi görmesinden dolayı “Başbuğ” olarak tanırlar. …(39)
Ömrünü Ülkücü gençlik yetişmesine ve daha sonrada onların hizmetine adayan Galip Erdem; 1980 İhtilali sonrası çok sevdiği Ülkücülerin hapishanelere atılmasına, işkence ve eziyet görmelerine tahammül edememiş ve İhtilal konseyi başkanı Kenan Evren ve konsey üyelerine yazdığı tarihi mektubunda Ülkücü gençleri nasıl tarif etmektedir:
…..Ülkücü gençliği de çok iyi tanırım. 12 yıldan beri binlercesinin canına, on bine yakınının yaralanmasına, binlercesinin cezaevlerinde çürümesine mâl olan çok şiddetli bir mücadeleye neden, kimlere karşı ve hangi değerlerin korunması için atıldıklarını çok iyi bilirim. Kültür ve ülkü sahasında eğitimlerine, Türk milletinin dünya durdukça yaşaması için nelere bağlı kalması gerektiğinin şuuruna varmalarına elimden geldiğince yardımcı olmuşumdur…
….Ülkücüler: Türk Milliyetçiliği dünya görüşüne bağlı idiler. Herhangi birine fikirlerinin ne olduğunu sorsanız, hep aynı cevabı alırdınız: "Tarihe hükmeden kuvvet, sınıf mücadelesi değil, milletler mücadelesidir. Milletimizi seviyor, büyük bir kültür ve medeniyetin sahibi olduğuna inanıyoruz. Millî ve manevî değerlerimizin korunması için gerekirse canımızı bile veririz. Devletimizin bütünlüğü, milletimizin birliği ve vatanımızın bölünmezliği ilkelerine yürekten bağlıyız. Komünizm, faşizm ve her türlü emperyalizme karşıyız. Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin - Her şey Türklük için." Milliyetçi gençler "ülkücü" sıfatını benimsediler ve "Ülkü Ocakları" adı altında teşkilatlandılar. Siyasî parti olarak MHP'ni tercih ediyor; ama bütün milliyetçi büyüklerini de sayıyor ve seviyorlardı...
…..Ülkücüleri "milliyetçiliği temsil eden" gençlik deyişimi belki mübalağalı bulacaksınız. Çok güvenerek ifade ediyorum: Milliyetçiliği, devletin bütünlüğüne, milletin birliğine ve vatanın bölünmezliğine karşı gösterilmesi gereken en üstün hassasiyeti temsil eden, ama bir bütün olarak temsil eden yegâne gençlik zümresi ülkücülerdir. Silâhsız kavga döneminin başlıca özelliği, artık bütün üniversite ve yüksek okulların komünist-bölücü ittifakının mutlak hâkimiyetinde olmaması, bazılarında millî sesler duyulmağa başlamasıdır. Ülkücü gençlerde, bir kısım fakülte ve yüksekokullarda güçlü bir duruma geçmişlerdir ve komünist-bölücü propagandalara imkân vermemektedirler…
…..Böyle davranmaya hakları olmadığı, bir bakıma komünistler gibi hareket ettikleri söylenecek. Belki doğrudur. Ancak komünistler, millet birliğine ihaneti temsil ediyorlardı ve millet birliği ülküsü temsilcilerine hürriyet tanımıyorlardı. Ülkücüler, millî birlik davasını temsil etmişler ve böyle bir davanın düşmanlarına karşı çıkmışlardır. Açıkçası yetkili ve sorumlu olanlar vazifelerini yapmadıkları, devletin yıkılması, milletin bölünmesi ve vatanın parçalanmasına yönelik fikir ve faaliyetlerin önlenmesini sağlayacak tedbirleri almadıkları için, ülkücü gençler dövüşmeğe ve neticede, yürürlükteki kanunlara göre, suç işlemeğe mecbur edilmişlerdir. Üniversite ve yüksekokullarımızda devletimizin temel felsefesine ve Anayasamızın başlangıç hükümlerine göre "ihanet" sayılan fikir ve faaliyetlere imkân tanımamak, yöneticilerin vazifesi idi. Vazifelerini yapmadılar ve Türk Silahlı Kuvvetlerin müdahale dönemleri dışında, ihanetle fikir ve siyaset sahasında mücadele MHP'ne ve Türk Milliyetçilerine, mecbur kalındığı zamanlar fiili mücadele de ülkücü gençliğin omuzlarına yüklendi…
….Ülkücü gençlerin büyük bir bölümü, milliyetçi dünya görüşüne bağlı oldukları ve silahlı mücadele yöntemini benimsemedikleri için, silahlı mücadeleye girmemiştir. Ancak, bazılarının silâh kullandıkları, adam öldürdükleri de bir gerçektir. "Onlar zaten ülkücü değildi" tarzında bir müdafaa hem yanlıştır, hem de haksızlıktır. İyi eğitilemedikleri, milliyetçi mücadele yönteminin bütün icaplarını tam kavrayamadıkları belki doğrudur. Ama bir vazife olduğunu, vatan uğruna ölmenin şehitlik, yaralanmanın gazilik sayılacağına inanarak silâh kullandılar. Vatan ve millet haini olduklarından asla şüphe etmedikleri bir zümrenin gücünü kırmak için, öldürülen büyüklerinin ve arkadaşlarının intikamını almak için, caydırıcı olabileceğini düşünerek, nihayet "öldürmek kötüdür; ama ölmek daha kötüdür;" diyerek suç işlediler. Komünist-bölücü ittifakına mensup militanların da aynı mecburiyetler yüzünden adam öldürdükleri söylenebilir. Bir bakıma doğrudur. Evet, komünist - bölücü militanların cinayet işleyenleri de Türk Devletini yıkmak, Türk milletini ve vatanını parçalamak için dünya komünizminin hâkimiyet davasına hizmet için "sivil faşist" sayıp hainliklerine inandıkları ülkücülerin öldürülmesinde bir mecburiyet görmüşlerdir. Zaten, subaylarımızı, erlerimizi ve polislerimizi de aynı inançla, gayelerine varmak için mecbur olduklarını düşünerek, öldürüyorlar. Kısacası komünist-bölücü ittifakının silahlı mücadele veren militanları, devleti yıkmak için; ülkücülerin bazıları da devleti yaşatmak için, vurmuşlardır…
…..Devletimize ve milletimize ihanet edilmediği, tarihimize, bayrağımıza, manevî değerlerimize ve mukaddesatımıza sövülmesine imkân verilmediği takdirde, ülkücü gençlik şiddet hareketlerine karışmamak manasında hep uyuyacaktır. O çocukları uyutmayan, son on beş yılın iktidarlarıdır. Döktükleri kanın her damlasında, yedikleri her tokatın acısında, ceza evlerinde geçen günlerinin her saatinde o yöneticilerin, yasama, yürütme ve yargı güçlerini temsil edenlerin vebali vardır…
….Elli yıllık ömrümün en az otuz beş yılını milletimi düşünmek ve hizmet etmeğe çalışmakla geçirmenin verdiği cesaret, okuyacağınızı umduğum raporu hazırlamanın yegâne kaynağıdır. Yalnız inandıklarımı, bildiklerimi, düşüncelerimi ve çok üzüldüğüm bahislerde, duygularımı yazdım.
…..Kaçınılmaz gün gelip de "mahkemelerin en yücesinde" yargılandığım zaman, eğer sorulursa, aynı şeyleri söylerim. Korktuğum için değil, ama hem sizi yormamak ve üzmemek istediğimden, hem de faydasız olacağını düşündüğüm için, bazı konuların teferruatına hiç girmedim. Sizden tek dileğim var: MHP'liler ve ülkücüler, eğer öyle olması gerektiğinin faydasına inanılıyorsa, yargılansınlar, cezalandırılsınlar. Ama lütfen, devleti yıkmağa çalışmakla, milleti sevmemekle, vatanı bölmekle suçlanmasınlar. Dileğim yaşayanlar hesabına değil, "Bir gül bahçesine girercesine şu kara toprağa giren" binlerce şehit adınadır; ruhlarının huzuru içindir. Onlar, neden, kimin uğrunda ve hangi değerleri yaşatmak için öldüklerini biliyorlardı. İnanıyorum ki, bugün olmazsa yarın, millet de bilecektir; tarih de bilecektir. İstiyorum ki, siz de bilesiniz ve başkalarına öncülük edesiniz… (40)
12 Eylül 1980 ihtilalini yapanlar bütün yazılıp çizilenleri ve söylenenlere kulaklarını tıkamışlar ve izleri 30 senedir devam eden bir yıldırma politikasının uygulamasına girmişlerdir. Ülkücü gençlik sevdiği tarafından aldatılan masum genç rollerinde çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Nitekim Galip Erdem yıllar sonra bir yazısında bakın o gençlerle ilgili ne diyor:
….Şimdi nerede olduklarını, ne yaptıklarını bilmediğim delikanlılar! “Fetih Marşı” şiirini çok severlerdi. O delikanlılar, büyük yürekli ama alçak gönüllü idiler. Doğru, "Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta" idiler. Yine de hiçbirinin Fatih’lik iddiası yoktu. Sadece Allah’a iyi kulluk edebilmenin, milletine daha çok hizmet vermenin yarışına girmişlerdi. İlimde, fikirde ve sanatta birer “Fatihçik”adayı olmanın hayalini kurmuşlarsa, kim kınayabilir? Belki de aralarında gerçek fatihler çıkacaktır, kim bilebilir?
Bir zamanlar o delikanlıların birçoğunu tanımıştım. Her iki dünyada da şahitlik ederim. ‘Oyuna ve oynaşa’ ayıracak zamanları hiç olmadı. Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar. Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça hep öyle nazlı nazlı dalgalanmasını hayatlarının gayesi saydılar.
Mukaddesatına yabancılaşmış, güzelliklerini unutmuş bir neslin çocukları idiler. Yolun doğrusunu gösterecek büyükleri öyle azdı ki, içlerinden bazıları büyüklerine doğru yolu seçtirmenin ağır yükünü omuzlamaktan çekinmediler. O delikanlıları bir hayli zamandır göremiyoruz. Acaba halleri nicedir? O delikanlılardan her biri "burçlara bayrak olacak kumaştan" idiler. Hep yükseklerde kalmayı ve hiç yere düşmemeyi çoktan hak etmişlerdi. Kıymetlerini bilemedik. Niçin görünmüyorlar? Gücendiler mi? Aramıza bir daha dönmeyecekler mi?
Eğer böyle ise kaybımız çok büyüktür. Gün gelecek o delikanlıları yine arayacağız ama artık kolay bulamayacağız. Bizden şan istemediler, canlarını verdiler. Bizim hürriyetimiz için hürriyetlerini feda ettiler. Bizden sadece biraz sevgi, biraz anlayış beklediler. Onu bile esirgedik. Hep aynı soru beynimi kemiriyor; "Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştaki" o delikanlılar şimdi neredeler, ne yapıyorlar? Yoksa atalarından işaret aldıkları gün yürüdüler de arkalarından kimse gitmediği için çok mu uzaklara düştüler?
O delikanlıların bazılarının yerini biliyorum. Ulubatlı Hasan Ağabeylerinin yanındalar.
Araştırmamın bu bölümünü ise Galip Erdem’in 1961 yılında Tercüman gazetesinde, daha sonra diğer milliyetçi dergilerde yayımlanan ve bir kitabının da adı olan makalesi ile bitirmek istiyorum:
Ülkücünün Çilesi
Gün olur; ülküsüz insanlara, gıpta ile bakasınız gelir. Rahat yaşarlar. Tıpkı şairin söylediği gibi: “Akl-ı şuur”ları vardır; güzel severler. “Bâde” içerler ve nihayet, göçüp giderler.
Ülkücülerin hayatı, bambaşkadır. Sözlüklerinde, rahatlık kelimesinin, yeri yoktur. Daimî bir mücadele içinde, ömür tüketirler. Hemen herkesle, her şeyle zaman zaman çatıştıkları, görülür. Arkadaşları ile aileleri ile hatta sevdikleri ile... Belli bir ülkünün esaslarından ziyade, politikanın değişen icaplarına uymayı, tercih eden kudret sahipleri ile de sık sık ihtilafa düşerler. Çok defa, başları belaya girer; gene de sinmezler. Bu halleri, “kalabalığa” göre, uslanmamaktır; kendilerine göre de, yılmamak.
Ülkücü, dünya nimetlerinden yana, nasipsizdir. Gözü yoktur ki, nasibi olsun. Bir lokma, bir hırka, O’na yeter. Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez; ne istediğini de herkes, anlayamaz. Kendi zevkleri dışında zevk tanımayanların gözünde, “zevksiz” bir adamdır! Küçümserler onu, hayatı anlamamakla, üç günlük dünyanın hakkını vermemekle itham ederler. Böyle davranışlara hiç önem vermez. Elverir ki, inandığına dokunulmasın!
Kalabalığın nazarında o, zavallı bir hayalperesttir. Olmayacak fikirlerin rüyasına dalmış; öylece uyumakta, başkalarını da uyumaya, teşvik etmekte...
Bir gün, fikirlerinin gerçekleştiği görülse bile, O'na hiç kimse “aferin” demez. Üstelik, “Böyle olacağı zaten belli idi.” buyurulur.
Ülkücünün ülküsü ile münasebeti, hakiki bir aşkta, sevenle sevgilinin münasebetine, benzer. Hep verir, hiç almaz. Sevgili nazlıdır; sitemi eksik etmez; incinmeğe de hiç gelemez. Diğer sahalarda, umumiyetle dikkatsiz hareket eden Ülkücü, sevgili bahis konusu oldu mu, baştanbaşa haysiyet kesilir. Şahsına fenalık yapanlara, pek aldırmaz; ama ülküsüne yan gözle bakanlara, tahammülü yoktur. Sadakati için karşılık beklemez; mükâfat istemez; bir garip kişidir... Ülküsüne hizmet edenlere, son derece hürmetkârdır. Gerçek âşıklar gibidir; kıskanmaz. Sevgilisinin, sevildikçe güzelleşeceğini bilir. Sevmenin gururu, yegâne süsüdür.
Ülkücünün en çok dinlediği, “nasihattir”. “Yapma.” derler, “Hayatını heba etme.” derler, “Gününü gün et.” derler. O kadar çok şey söylerler ki, hiç bitmez. O hepsini dinler; ama hiçbirini tutmaz; gene bildiği gibi yaşar.
Ülkücülerin en amansız düşmanları, “eyyamperest”lerdir. Menfaatlerine tapan bu adamlar; daha çok kazanmalarına, daha rahat yaşamalarına mani olacak sanırlarda, ülkücüleri ezmeğe çalışırlar! Ne garip tecellidir ki, ülkücünün gayretlerinden, en çok faydalananlar da “eyyamperest“lerdir.
Gün gelir; ecel hükmünü icra eder; ülkücü, dünyasını değiştirir. “Kalabalık” O'na acır; daha iyi yaşamış olmasını, temenni eder. Hâlbuki O, inançları uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları için ömrü boyunca, “kalabalığa” acımıştır.
E-Yazar Galip Erdem
1949 Yılında Erzurum lisesini bitiren Galip Erdem, aynı yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt yaptırır. Öğrencilik yıllarında Şadi Pehlivanoğlu, Ömer Öztürkmen ve İrfan Atagün’le arkadaş olur. Onlarla beraber “Türk Gençlik Teşkilatı” adı altında bir dernek kurarlar. Bu dernek çatısı altında “Tanrıdağ” ve “Komünizmle Mücadele” isimli dergi çıkartırlar. Galip Erdem ilk yazılarına, 1950’li yılların başında burada başlar. Mizah dergisi “Kara Kedi”, kapatıldıkça da “Ah Kara Kedi”, “Vah Kara Kedi”yi birlikte çıkartırlar ve burada yazarlar.
1958 yılında Ankara’da yeniden çıkartılmaya başlayan Türk Yurdu dergisinin Umumi Neşriyat Müdürlüğü’ne getirilir. Ve asıl yazı hayatı burada başlar. 1960 İhtilali ve 13 Kasım darbesinden sonra Türk Ocaklarına da yön ve biçim vermek isteyen ihtilal yönetiminin getirdiği kişilerce buradaki görevinden uzaklaştırılır.
13 Ağustos 1961 tarihinde Tercüman gazetesinde “Mektuplar” başlığı ile günlük fıkralar yazmaya başlar. “Mektuplar”, Galip Erdem’in artık markasıdır. O günden sonra, kendi adıyla yazdığı bütün makalelerinde bu başlık vardır. “Yeni İstanbul” ve “Babı Âlide Sabah” gazetelerinde yazarlık hayatına profesyonel olarak devam eder.
Nuri Gürgür, Nevzat Kösoğlu, Acar Okan, Ayvaz Gökdemir, Cezmi Bayram’ın Üniversiteliler Kültür Derneği’nde yapılan sohbetlerinin derlendiği“Ocak” dergisinde (1968 yılı), o da “Milliyetçilik Üzerine” başlığı altında ve “Murat Bilge” imzası ile fikir yazılarına başlar. Ama asıl verimini, 1958-60 arasında Türk Ocağı Gençlik Kollarındaki gençlerden İbrahim Metin, Sadi Somuncuoğlu ve Halil Özyıldız’ın haftalık çıkartmaya başladıkları “Devlet”gazetesindeki yazılarında görüyoruz.
1969 Nisan’ında çıkmaya başlayan ve 10 yıl yayım hayatını sürdüren Devlet gazetesinde; Galip Erdem (129), Bilge Erdem (50), Çağrı Coşkun(8), İlteriş Noyan (1), İlteriş Metin (70), Oruç Reisoğlu (6), Oruç Bilge (36), Burak Yüksel (3), Murat Bilge (25), Murat Sançar (1), Pars Bilge (1), Seyyah-ı Zengin Murat Çelebi (12) imzalarıyla makale ve inceleme yazılarını görüyoruz. Ayrıca, gazetenin birçok başmakalesinde “Devlet” imzalı ve diğer imzasız yorumlar yazmıştır. Aylık, -bir süre 15 günlük- çıkan “Bozkurt” dergisinde veAylık çıkan “Töre” dergisinde de aynı isimlerle yazdığını görüyoruz.
1979 yılında Devlet gazetesinin (dergisinin) kapanması üzerine “Milli Eğitim ve Kültür”, “Bizim Ocak” dergileri ile 1980 İhtilalinden sonra çıkartılan “Sözcü”, “Yeni Sözcü”, “Hamle” isimli dergilerde de yazıları yayımlanmıştır. 1985 yılından sonra ise kendisine “yazmama yasağı” getirmiş ve bir daha yazmamıştır.
Galip Erdem’ini yazdığı dönemde sıkıntı çektiği başlıca iki gurup vardır. Bunlardan birincisi “gazete patronları” diğeri ise gazete çıkaranlar. Osman Oktay’ın yazmış olduğu “Bir Ülkücünün Romanı-Kendini Unutan Adam” kitabında, bu konuda geniş malumat bulmak mümkündür. Romanda hep, yazı toplayan ve basanların Galip Erdem’den ne çektikleri anlatılmış. Bu araştırma sırasındakendisinin de bizlerden bir şikâyetini öğrenmiş bulunuyorum.
Devlet gazetesinin 7 Ocak 1974 tarihli 218. sayısının 5. sayfasındaki yazısının son paragrafı şöyle bitmektedir: “Aziz okuyucularıma: Yazdıklarımı, nefsimi daha az sevmek alışkanlığını edinmeğe çalıştığımdan, yayınlanmalarından sonra okumam. Ancak, “Milliyetçilik Düşmanlığının Kaynakları” serisini bağlantıyı koparmamak için, okumak zorunda kaldım. Gördüm ki, yanlışın her türlüsü var. İmlâ, noktalama, hatta düşmüş cümleler, tersine çevrilmiş manalar. Hata kimde? Galiba yine bende. Daktilo bilmem, el yazım da çok çirkindir. Daktilo eden arkadaşlar, okumakta herhalde güçlük çekiyor. Muhterem okuyucularımdan, özür dilerim.”
1958 yılından itibaren etrafındaki bulunanlara “ağabeylik” ve fikir önderliği yapan Galip Erdem’in her sözü ve yazısı bir vecize haline gelmiştir.“Türkiye’deki milliyetçilere rağmen milliyetçi, Müslümanlara rağmen Müslüman ve dış Türklere rağmen Turancı olmak mecburiyetindeyiz” sözü incelemeye aldığımız makalelerin okunmasından sonra ne kadar çok anlam kazanıyor.
Galip Erdem’in yazı ve makaleleri ile kendi adına olmayan yorumları bir an önce araştırmacıların hizmetine sunulmalı ve bu yazılar sosyolog ve siyaset bilimcileri tarafından gerekli değerlendirilmeye alınmalıdır. Galip Erdem kendi deyimi ile 65 yıllık bir ömre, 500 yıllık bir ömür sığdırdı; ama bizlere ve düşünce hayatına ise 50.000 sayfalık bir eserden sadece 500 sayfa bıraktı. “Ölüm ancak; insanın yazamadıklarını götürüyor. Yazdıklarını değil.” Allah rahmetini bol eyleye.
Yayımlanmış Eserleri:
1-Suçlamalar I, Ankara 1974 (Faşizm-Sağcılık).
2-Suçlamalar II, Ankara 1975 (Irkçılık).
3-Ülkücünün Çilesi, İstanbul 1975.
4-Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Mektuplar, İstanbul 1975 .
5-Mektuplar, Ankara 1984.
6-Kenan Evren’e Açık Mektup, Ankara 2001.
7-Türk Kimdir, Türklük Nedir?-Derleyen İbrahim Metin, İstanbul 2008.
Hakkında Yazılanlar:
1-Ölümünden sonra hakkındaki makaleler- Türk Yurdu dergisinin muhtelif sayıları.
2-Galip Erdem Albümü- Türk Ocakları Genel Merkezi.
3-Galip Erdem- Nevzat Kösoğlu- 2.Baskı İstanbul 2010.
4-Bir Ülkücünün Romanı-Kendini Unutan Adam -Osman Oktay- 2.Baskı Ankara 2008.
5-Galip Ağabey, Uğur Gönülalan, Ankara.