« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Mar

2016

Profan kudreti AK'layıp da mı saklasak?

KENAN ÇAMURCU 01 Ocak 1970

Frankofon cumhuriyetimizin kuruluş felsefesindeki “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarı hakikatin kendisi olsaydı, egemenlik üretimine hiçbir kayıt ve şart konmazdı. Yaşanan serüvense, egemenliği artık saltanat/padişah üretmeyeceğine göre onun yerine hangi öğenin ikame edileceği sorusuna anlık cevap verilmesidir. Zaman içinde görüldü ki egemenliğin öznesi olan halkın kayıtsız ve şartsız herhangi bir hakkı, imkanı, fırsatı ve şansı yokmuş.

Eğer laik cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak ulus inşası sürecinde sıkı markaj vesayet sözkonusu olmasaydı, belki 1960 darbesinden önce, egemenliğin nasıl kullanılacağı da açıklığa kavuşturuldu. Böyle olmadığı için ve pratik ihtiyacı karşılamak üzere başlangıçta sadece egemenliği kimin üreteceği sorusuna cevap verilmekle yetinildi. Fakat ilerleyen zamanlarda “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi hakiki manaya gelmeye başlayınca, bu kez milletin ürettiği egemenliğin nasıl kullanılacağı sorusuna 1960'da askeri darbe marifetiyle cevap verildi: Anayasada belirtilen kurumlar eliyle.

1960 askeri darbesi, üretilen egemenliğin nasıl kullanılacağı sorusunu cevaplarken aslında cumhuriyetin kuruluşundaki vesayet müessesesini tekmil ediyordu. 12 Eylül darbesiyle tahkim edilip karmaşıklaştırılan, işte bu bu müesses nizamdı.

Esas itibariyle Osmanlıdan devralınan velayet nizamının modern cumhuriyete vesayet olarak devredildiğini, oradan da bugünkü muhafazakar rejime intikal ettiğini söylemek mümkün. Muhafazakar rejimse vesayeti tekrar velayete döndürmenin kurucu hamlelerini yürütüyor.

Diğer bir ifadeyle, eski Türkiye vesayet rejimiydi. Yeni Türkiye ise velayet rejimi olma yolunda. Bu nedenle iktidarın seküler ve profan muhtevasının aklanması lazım. Erdoğan'ın adı geçtiğinde bundan böyle “salli alâ Muhammed” denilmesi önerisi, mutlak velayet rejiminin kurulabilmesi için gücün seküler olmaktan çıkarılmasını icap ettiren bir bidat. Yani bidatin mucidi AK Partili vekil, sadece bakanlık kapmak için yaltaklanıyor değil. Mevzuyu bu diyarın kültürüne ecnebi laik aklın anlayamaması da normal.

Milli iradenin görünmez güç odakları tarafından gözetim altında tutulmasına “vesayet rejimi” adı verilmesi doğruydu. Seçmen tercihinin tahakküm ve tasallut altında olduğunu varsayan bu niteleme, halkın kültür dünyasıyla özdeş olmayan gözetimcinin ancak vasilik yapabileceğini düşünüyordu. Fakat bugünkü muhafazakar muktedirler, halkla aynı kültürel öze sahip olduklarından artık vesayetten değil, velayetten sözetmek gerekir.

Geçmişte padişah milletin vasisi değil, velisiydi. Cumhuriyette Türklerin atası ilan edilen “ulu önder”, eğer “Allah'ın gölgesi” padişah gibi velayet makamına oturamadıysa bunun temel sebebi, millet-devlet yabancılaşmasının yol haritası olan laikleşme ve batılılaşmaydı.

Laik muktedirler, kendilerini ailenin reisi (veli) gibi görmedikleri ve hariçten vasi kabul ettikleri için kayıtlarda “kimse duymasın, halk da bizim düşmanımız” lafı var. Halka çocuk veya deli muamelesi yapıp ancak vesayetle ve vasiyle yol yürüyebileceğine kendini ikna etmiş kadrolarla kurulan siyasi rejimden hayır gelmezdi. Gelmedi de.

Mevcut halkı kaldırıp atarak yerine yeni bir ulus kurmaktan başka çareleri yoktu. İmparatorluktan bakiye, kendine özgü sivil kurumları ve toplumsal teamülleri olan halkı bütün bunlardan soyutlayıp başka bir şeye dönüştürmek ancak vesayet ilişkisiyle mümkün olabilirdi. Modern cumhuriyet bu yüzden hiçbir radikal ve stratejik kararını halka sormadı. Evren değiştirme boyutundaki laik rejim dahi halka sorularak kurulmadı mesela. Sorulamazdı, çünkü ellerindeki teoriye göre neyin iyi olduğunu çocuk zekalı halk değil, onun vasisi muktedirler bilirdi.

Laiklerin ağzından bu halkın cahil olduğu, ne yaptığını bilmediği, o nedenle yol gösterilmesi ve güdülmesi lazım geldiğinden başka söz çıkmadı. Ne yaptığını bilmeyen, cahil, karnını kaşıyan, dağda çoban, şehirde çarıklı, bıraksan davulcuya zurnacıya kaçacak bu halk üzerinde vesayet tesis edilmeliydi. Bunu kim yapacaktı? Devletin bürokratları ve sivil toplum içindeki taşıyıcı misyonerler olan laik aydınlar, sanatçılar, STK'lar vs. Batı terbiyesi ve medeniyetini görmüş, batılılaşmayla aydınlamış olanlar halk üzerinde vesayet hakkını kullanacak ve halkı yönlendirecek, eğer halk vesayete başkaldırma gibi bir vahim hata yaparsa da onu cezalandıracaktı. Askeri darbeler halkı sopalamak içindi. Falakaya yatırma yani. Vasi düzeneği, hata gördüğü her defasında halka dayak attı. Solcu, ülkücü, İslamcı, Kürt ve Aleviyi aynı anda dövmüş bir devletin mevcudiyeti yeterince açıklayıcı değil mi?

Vesayet, bu ülkenin makus talihi, kara bahtıdır. Vesayetten kurtuluş vadedenler bile kurtarıcı olarak başka bir vesayete sarılır. Misal liberaller.

Liberallerin itirazı, Türkiye'yi batıya tam entegrasyondan alıkoyan ve kapalı rejimde çıkarını muhafazadan başkasını gözü görmeyen bencil Kemalist vesayeteydi aslında. Yoksa Avrupa Birliği'ni vasi tayin etme çabasıyla aynı geleneğin müdavimi ve mirasçısıydılar. Kendi başına bırakılsa insan gibi yaşamayı beceremediğini düşündükleri bu halkı, Avrupalıların vesayetinde adam etme projesini nasıl da ballandırıp anlattıklarını hatırlayın.

Bu son aşamada tüccar siyasetin mimarı da ortada başöğretmen olarak geziyorsa bile aradaki büyük fark, onu tercih eden seçmen çoğunluğunun, onun velayet hakkını teslim etmesidir. Laik vesayette vasilik halka dayatılmış bir şeyken, muhafazakar versiyonda vesayetten velayete dönüşerek halkın tercih ettiği koruyucu şemsiye haline geldi.

Erdoğan da selefleri gibi babanın çocuğu üzerindeki velayetine benzer şekilde, halk üzerinde velayet hakkını temel alan bir siyasi rejim öngörüyor. Şu anki yasama-yürütme birliğine dayalı parlamenter rejim velayete müsait olmadığından yasama ve icrayı birbirinden ayıracak ve kendisinin toplumun velisi olacağı (cumhur)başkanlık sistemini bunun için öneriyor.

Herşey bir yana, galiba konu, demokrasinin vesayetle mi, yoksa velayetle mi bu diyarın kültürel hakikatiyle örtüşeceği meselesinde düğümleniyor. Soru şudur: Demokrasi kültürel sorun mu, siyasi araç sorunu mu?

Demokrasi siyasi araçtan ibaret görülmüyorsa, yani sadece milli iradenin tercihinin belirlenmesi tekniği değilse, öyleyse kültürel sorundur. Demokrasiyi kültürel sorun kabul edip toplumun önce demokrasinin kültürüyle terbiye edilmesinden bahseden bakış ister Kemalist, ister liberal, ister muhafazakar olsun yüzdeyüz vesayetçidir. Yok eğer kimin yöneteceğini tespit etmeye yarayan araçtan ibaret bir siyasi meseleyse demokrasinin batı kültüründe doğmuş olmasının kültürel referans olarak manası yoktur.

Demokrasiyi kültürel bir mesele kabul edenler onu siyasi araçtan ibaret görmüyor. Ama bu defa da farklı bir kültürün toplumu olarak bizim, demokrasinin kültür âlemi tarafından devşirilmemiz gibi tuhaf bir beklenti içine giriyor ve hasmane bir davanın misyoneri oluyorlar. Hangi halk ve kültür, başka bir kültür tarafından devşirilip köleleşmek ister. Ayrıca dünyanın bütün kültürleri ve milletleri “demokrasi” adı altında aynı siyasi kültürün üretimi haline getirilecekse çokkültürlülük, çoğulculuk vs. güzellemelerinin sahteciliği kanıtlanmış olmuyor mu? Demokrasiyi kültürüyle birlikte benimsememiz lazım geldiğini söyleyenler o kültürün ajanlığından, yani acentalığından başka ne yapmış oluyor?

Demokrasi bir kültür sorunuysa ve demokrasiyi benimsemek için tüm toplumlar ve kültürler Avrupa kültürünü benimsemek zorundaysa o zaman Avrupa kültürü dışında bir kültür olmayacak demektir. Dahası, böyle yapılırsa demokrasi tekniği başka bir kültürden katkıya da kapalı olacaktır. Bu, açıkça totaliter ve otoriter bir yaklaşım, ırkçılık, ayrımcılık, hatta bir tür sömürgeciliktir.

Daha iyi demokrasi tartışması yaparken dindarlar bile kendi tarihsel ve kültürel birikimini yoksayıp Avrupa'nın paradigması içinde uğraş gösterdiğinde bunun bu topluma faydası nedir? Hatta liberal demokrasi dünyasına faydası ve katkısı nedir?

Muhafazakar velayet, vesayet rejiminden farklı davranıp profan gücü aklamak zorunda olduğundan millilik ve dindarlık vurgusunu hamasete vardırıyor. Ama demokrasinin pagan doğasına itirazı ahlaki ve kültürel sebeple değil. Tamamen politik. Şeffaflaşmaya direnç gösterebilmek için lojistik yığma amaçlı. Gerçi “yeni Türkiye” edebiyatı, yabancıların tahakkümüne başkaldırmış ülke tezyinatından geçilmiyor, fakat herşey zâhirde. Bâtında kutsalın ve ahlakın iktidarı denetlemesinden eser yok. Günün sonunda eldeki iktidar, laikin vesayetiyle de, muhafazakarın velayetiyle de olsa profan, seküler, ahlakın gözetiminden azade, iplerini koparmış, hak hukuk tanımaz, azgın, taşkın. Kur'an'ın tabiriyle “tağut”.

Ziyaret -> Toplam : 125,38 M - Bugn : 146706

ulkucudunya@ulkucudunya.com